Perşembe

şu yazışlar…

(… karmakarışık!. ne bunlar?!!.

sen hiçbir zaman bi yazar olamayacaksın suâvi, olmayacaksın!. (suâvi kim lan?!. muzaffer’e ne oldu?!. her yazışta başka isim, isimler?!!. bi oturt şunu artık, rayına!!.)

10

yazmak.. bizamanlar nası ve ne kadar ham hayâl, saf hayâl içinde yaşıyosam, bidünya yazmışım hayâli isimlere?!. sonra hayat denen şu kabbe getirip getirip kazık gerçeklerini uzattı burnuma!. ağır kokusuyla!. bi uyaniim diye artık, hayâlden, rüyâdan?!.

uyanmak isteyen kim, böylesi kötülüklerle dolu bi dünyaya?!. hem çok eşsiz güzelken, rüya-masal-hayâl!.
şu hayat?!!. gözüme gözüme tutuyo zilli, “aç gözünü nezir!” diye!. ama ben naabıyom, bana nooluyo, nası tesir ediyo?!. lan hayat, hayatım benim, hayatcım, hayâticim, bak, sen o “gerçek” dediğin şeyini uzattığında bana, ben daha da bi yamuluyom, yanaşıyom ‘hayâl’e, kollarında baygınlık geçiriyom, yazmaktan, ağlamaktan!.

lan hayat’ım bak, “eter”; biliyosun hem bayıltıcıdır, hem ayıltıcı!. burnuna tutuş süresine baalı bişey; çok tutarsan bayılır vatandaş, bayıldığında da azcık bi koklatırsan ayıltıcı olur..
anadolu’da bi laf vardır; sinameki, mızmız, mızıkçı, mutlaka bi bahane bulup her şeyden şekvâ eden tip(siz)ler için,
“az koyuyom bayılıyon, çok koyuyom ayılıyon”, o gibi tıpkı!.

burdaki, eterin, terkibini değiştirmeden, acaip de iki zıt şeyi bi arada barındırışını, aynı anda hem ayıltma hem de bayıltma özelliğini de bi kenara da not ediver bence, olur mu lan hayatım hayat!. bu garip bişe çünkü!.

diğmi ama penpe, eter de ne arıyosa şurda?!. ‘aşk’ın içinde?!. mevzû ‘aşk’ ve kimyâ-teknik bi şey.. yâni eter konusu burya gircek bişe deyil!.
diyosun ki içinden şindi “nası bi ilgi kurdun muzaffer, hayret; aşkla, acısıyla, yazmakla, yazışla?!!.”

kör sağır dilsiz düşüncesiz mantaliteni yiyim senin penpe!. ortaokulda fen hocası fiziğinden biyolojisinden kimyâsından atasözü-deyim üretir, uydurur, misâl, kimyâ için  “kim bilmez ki kimyâyı/boşa çiğner dünyayı” derdi..

aşk tamamen kimyâsal bişey değil midir penpe?!!.
bi aşk şiiri yazıyo biri, hem de dünyanın bi aşk şiiri; hüzün hicrân göz yaşı dolu… ki, şöyle ki;
“aşka gönül vermem, aşka inanmam
yıllarca boş yere ağlayıp yanmam
böyle bir arzuya meyledip kanmam
unut sevme beni, bu aşkın sonu
ne yazık ki hicrân, gözyaşı dolu

nasıl olsa sonu gelmeyecek mi
her güzel şey gibi bitmeyecek mi
bırakıp da beni gitmeyecek mi
unut, sevme beni, bu aşkın sonu
ne yazık ki hicrân, gözyaşı dolu”

şimdi gel, şu hüzün hicrân gözyaşı dolu şiirin en can alıcı, en duygulu yerinde arasına “lan, çırak muzaffer!. gel lan buraya!. hani lan şu kaportanın boya öncesi zımparası?!. akif, oğlum, ordan bi 13-14 kap gel, çabuk, sök şu manifoldu, temizle, sen de iki çay söyle mesut, hayri usta geldi misafir, öpün elini!.”
al, buyur, ne kadar yakıştıysa şu güzelim şiire şunlar, şu eter de o kadar yakıştı konuya?!.

yaaa, ama?!!. var tabi ilgisi!. eter de uçucu.. hayâl-rüya-masal gibi..

rüyaların gizil ve acaip tesirli, teshirli bi yanı var, olağanüstü bi çekiciliği, yalnızca ruhu değil, bazen kalbi, bedeni de alıp başka başka âlemlere götürücülüğü.. işte, her şeyden anlayan, her şeyi anlayan ‘biri’yle öylesine yürekten, derin sohbetler etmek rüya gibi bişey..
(iyi de lan,? bunu da hep çok iyi bildiğin hâlde şu kaçışlar?!!. şu uzun zaman yazmayışlar, şu çok zor, çok ağır, sözden sohbetten mektuptan uzak kalışlar kendi kalbine kıymaktan başka neydi ki!.

onun içindi demek, yıllardır kendini ıssız sahillere atışlar, koyu renk ve az ışıklı ve bazen hiç ışıksız kayalarının üzerinde, kâh balık bahanesi, ucuna bakıp derin düşüncelere dalmak için denize olta salış, kâh balıklara keman çalış, kâh yaktığın küçük ateş başında oturup dalıp izlediğin, eğreti üç-beş taşı çatarak yaptığın ocakta isten kapkara çaydanlığın çıkardığı buharı bekleyiş, suyun fokurtusunu ateşin çıtırtısını birlikte dinleyiş, kendini uzak bir siluete mahkûm ediş?!.)

eskiden ideolojik ateşli tartışmalarda alabildiğine yaşardık birilerinin yüzüne cesaretle, özgürce, hiç korkusuzca konuşup bakabilmenin verdiği duyguyu; muhatabımızın gözlerinin derinine bakarak, en derinlerine dalıp anlamaya da çalışarak.. eskiden insanı kendinden alıp çok uzak iklimlere götüren sohbetler de vardı, insanların dünyasında.. tasavvuf böyle bir şey olmalı.. lâkin duyarım ki hep, o meclislerin, meydanların rayihasını alan, kalbinden dışarıya yansıtmazmış; başbaşa kalırmış o eşsiz duyguyla, tekil yaşamak için, paylaşmadan..

her kalbin sırrı varmış ve kendine saklamalı ve yalnızca ona ait olmalıymış aldığı lezzet..
öyle olunca, konuşmak, söze karışmak şöyle dursun, başını kalbin üzerine gömüp, gözyaşını kimselere göstermeden hep dinler ve ruhu kendince âleminde seyran, hissettiklerinin içinde özgürce seyahat edermiş..

öyle bir kalbim yok!. olmadı da!. yazarken kendiyle ne çok konuşması bu yüzden.. her kalp gibi, sonsuz sayıda arzu istek, iştiyak iştaha ile de donatılmış Yaradan’ınca; lakin gönül ehilleri gibi, kalbi şunlardan tasfiye edip arındıramıyor.. bazen düşük, bazen yüksek yüce, bazen değerli, bazen değersiz, bazen aşağılarda, aşağılık, bazen sonsuz, bazen sınırlı, bazen iyi, bazen kötü, bazen ulvî, bazen süflî; olmadık yerlerde gezinen, lâkin durması seçmesi alması gerekenleri ayırdedip toplayamayan...

şu yazışlar…
karışık, karmakarışık, çok karışık… 
cevher-cüruf, pâk-kirli ve daha nice hâl ve şekil ve surete dönüşebilecek hislere ev sahipliği yapan.. kirle nuru aynı yerde biriktirmeye çalışan, imkânsızı.. oysa kim neyi diler ve isterse o veriliyor, yolları bilâengel açık ve muhayyer bırakılmış, ilahi elce.. bir kalbe sahip edilmiş her insana verilmiş o imkân..
../.

Hiç yorum yok: