Salı

tatminsizliğin azâbı…

olağanüstü lezzetler yaşayanları korkunç bir son bekler.. korkunç dediğim, öyle çok korkunç ölümler falan değil, ondan daha beteri; yaşayarak yaşanan tatminsizliğin bitmeyen azâbı.. derinin canlı canlı yüzülmesinden beter!.

dünyadan kendini esirgeyenlere bakıp iki kere pişmanlık yaşarlar tatminsizler;
- neden mahrum ediyorsun muhteşem lezzetlerden kendini, hayatını.. üç günlük dünya.. doya doya yaşa!.
-evet, dediğin gibi, üç günlük dünya!. işte tam da  bu yüzden, üç günlük oluşundan vur patlasın, çal oynasın yapamıyor bazıları..

Pazartesi

“aşk bir düş imiş…”

“ben kendimi gülün dibinde buldum

kuru kuru sevdâ imiş sarardım soldum

aşk bir düş imiş, kendime yordum

ay karanlık gece vurdular beni

yârin çevresine sardılar beni"

rahmet olsun, hisarlı ahmed

şiir, aşk, yapay zekâ vs üzerine..

acayip güzel paylaşımlara rastlıyoz, beğenip yorumlar yapıyoz, kelime yok!?!!. yokmuş gibi davranan, bir nokta ile bile olsa ses vermeyen, umursamayan, cevap tenezzülünde bulmayan, karşılık nezâketi göstermeyen, gerçek sandığımız, sâfî mallıkla teveccüh gösterdiğimiz binlerce sayfa var… meğerse….!..?!!!

meğerse neymiş, sayfaların sahiplerinin yüzde sekseni insan değilmiş!!!. kalan yüzde yirminin de yüzde doksandokuzu yıldızını parlatma, popüler olma şöhret peşindeymiş!. ne kadar çok paylaşım, (saniyede 300-400-500-1000) o kadar çok müşteri, pardon, takipçi, beğeniymiş.. ciddî okuyup, ciddî kafa patlatıp, binbir zahmet yorum yazan mı?!!.
trilyonda bir!. onlar da şiire, yazıya, mottoya, güzel söze, âyete, hadise aldanıp, kazâra düşen keklikler, kekler, oltaya gelen zavallı sazanlar!.
okuma, yazma, üzerinde düşünüp, kafa yorup emekle yorumlar düşecez diye geceden sabaha heyecandan uyumayan saftirikler..

sayfa sahipleri…
kayıtsızlıklarına bakınca, insan kendini konu mankeni, tezahüratçı, teşrifatçı, sahne dekoru, basir figür, uygun yerlere konan obje, esas oğlan, esas kızın filminin bi sahnesinde üç saniye görünen figüran, bol reklam, bol şöhret altyapı çalışmalarında alt katalizör, kenar süsü, lavinya saksısı, verim artırıcı gübre, temizlik kovası, vileda sapı gibi hissediyor..
çok düşündüm üzerinde, neden?!!. çözdüm sonunda..
seslendiklerimiz uzaylı robotmuş, yapay zekâ ürünüymüş paylaşımları, kompüterlerle muhatabmışız..
bilimkurgu filmi gibi; hani gelecekte insanın yerini bilgisayar, robotlar, hologramların insanın yerini falan alıyorlar ya, mevzuu gerçek oldu..
şiir yazdırıyolar lan?!!. biri sayfası, hesabı için şiir yazdırıyo, anında 300-400 bin beğeni?!!, zaten takipçi sayısı 250-700 bin?!. yapay zekâya öne çıkarıp tepelere yerleştiriyorlar, parası karşılığı.. bu hizmeti veren sanal firmalar var; piarı, piyasası, ilanı reklâmı olan..
yâni, burda da ‘paran kadar konuş aslanım!. bastır ‘canlı’yı, canlı canlı takipçi tut, beğeni al!.
takipçi beğeni yaptırıyolar adamlar?!. ve onlar gerçek dünyadan.. hesapta gerçek ve canlı ve ama hakikatte sahte olan..

ne güzel, bi filozofun sözleriyle yıllardır teselli buluyordum,
“geleceğin bilgisayarları her şeyi yapacaklar, ama âşık olamayacak, şiir yazamayacaklar”
bütün dünyam yıkıldı, bilgisayarlara yapay zekâyı ürettirdiler, yapay zekâyla da insan gibi konuşan, mimik yapan, yuh artık, âşık bile olup duygusal tepki veren, şiir yazan…
âşık olup, şiir yazıyolar?!!. allahım, yağacak dedikleri taş yağıyor başımıza!.

bi hikâyesi yok, şiir yazıyo, şiir yazıyo acı çekmiyo!!.?!.
saniyede milyar güzel söz, şiir, duygu dolu yazı akıyo, önümden geçenlerden yakaladıklarımdan çok beğendiklerime can kan, ben, bizzat kendim, organik, rasyonel, reel, kendi enöpöz duygu düşüncelerimle hemen oracıkta daha, sıcağı sıcağına, canlı canlı bayaa da bi emek de, çok çok yazıyom, sesleniyom… tık yok?!!. tık kimden gelmiyo peki?!. sayfa hesap sahibi puşt okumayı bile yapay zekâya yaptırıyo!.
kendi duymuyo, okumuyo bile, istatistik bakıyo; kaç kişi ziyaret etmiş, beğeni koymuş, yorum yapmış, bunlardan kaçı abonem, kaçı yeni takipçi adayım, kaçı uzaktan hayranım?!.
derdi algoritma!. ‘yüksel bebeğim, hadi, en zirvelere!!.’
ulan o biçim kaşalot, kaşar, yelloz, mâdem okumuyon, zaten hazır milyon takipçin var ve ziyaretçin, trilyon kalpçikli öpçüklü beğenin var, bu yüzden yorum morum, oranda değil, kedi şeyi kadar umursamıyon, karşılık verme lüzumu görmüyon, bari yorumlarımın karşılığını da yine yapay zekâya yaptır a ibine!.

yorum morum diyince,
can baba bilir gibi te nezman koymuş lafı;
“forum morum
belki yârın konuşurum
öyle kötü ki durum
soru sorana korum”
diyerek..
bide;
şu gün itibariyle, içerik üretmede yüzde kırkmış yapay zekânın payı, iki yıl içinde de yüzde doksanlara çıkacakmış.. allahım, yerin altının üstünden hayrlı olduğu zaman geldi mi, sana gelme vaktim?!!.

benim artık bu dünyadan gitme zamanım geldi,
tutunacağım hiçbi şey kalmadı çünkü..
bişey var, böyle çengel gibi, aklımda, bi soru, sormadan gitmiim dediğim, diyeceğim,
organik bir kimlik, kendi olan, yekpâre bir kişilik, canlı kalmış, şu yapay sanal dünyanın müthiş çekimine aldanmayan, kanıp kapılıp sürüklenmeyen, tapınmayan kaç kişi var şu dünyada?!.
irrasyonel olmayan kaç kişi kaldı dünyada, merak ediyom!.?!. onlardan bilerine rastlasaydım bari?!!. bi çay içer, konuşurduk.. acılarımızdan, gitmeden önce!.


Perşembe

hayâl kurmak…

gerçeğin bir derinliği var ve dipsiz değil.. bakmaya cesaret edip inerken, duvarlarına çarpa çarpa ilerlerken, tutunamayıp düştüğünde çıkardığı sesin yankısı kolay kolay kesilmez, uğultusu gerçeğin kendi derinliğinin de ötesine geçer, uzun uzun, yankılana yankılana gider..

gerçeğin yankısının açtığı kesikler gerçeğin açtığından daha derine iner..
aynı sıkıntıların, aynı bunalımların, aynı çıkışsızlıkların kapılarından girip, dehlizlerinden her gün aynı şeylere bakarak, aynı şeyleri görerek geçmek, sonunda aynı çıldırtıcı monotonluğun yüzüyle karşılaşmak, sonunda günü bir önceki günün, günlerin sonuna çektiğin aynı yekûn çizgisiyle kapatıp, her günü bir ötekine hep içeri girerek, üst üste yığılan hâsılatla devredip, zorunlu onaylayıp altına aynı imzayı koyup, bir sonraki günün üzerine aynı isteksiz, arzusuz, heyecansız devirmek, hayatı anlamsız bulup, yaşamayı gereksiz görmenin o tehlikeli, geri dönüşü zor eşiğine getirir.. bazen hayat, hayâle kaçıp sığınmaktan başka yol, işte böyle bırakmaz insana.. hayâl, insanın akıl beden ruh sağlığını koruması, kalbini öldürmemesi, yaşamayı kaldığı yerden sürdürebilmesi için, tamamen çaresiz hissettiğin yerde işaret eder kendini, beni gör artık, çare benim diye.. hayâl, insana, çalınmış çırpılmış, yağmalanmış, belki yarısı sonuçsuz oyalanışlarla tüketilmiş bir ömrün, varsa kalan, öteki yarısında, artık ona yeni bir şeyler katmak için yeni bir pencerenin açılma vaktinin geldiğini böyle söyler..

kapıların kapandığı, hayatın açmazlarının dimdik, aşılmaz bir duvar gibi yükselip karşısına dikildiğinde yeni bir pencere açtırır insana hayâl kurmak..

hayâl kurmak umuttur da ve umut da bir pencere.. o pencereden bakmak umuttur ve umut fenâ kışkırtıcıdır..
umuda bakmak, yaşamaktır.. yaşamak denilen şeyin kendisi zaten kışkırtıcıdır..

işte, hayâl gibi, umudun da sonu yok.. ve bir ümidi olmayan bir kalp ölü bir kalptir, bilirsin; ve umutsuzluk da küfür!.

insan, yalnız da olsa, ufukta görünür, sağ sâlim çıkabilecek bir kıyı olmasa da, etrafında ışıklarını yakmış, uzak yakın geçen bir gemi görünmüyorsa da, küçük sandalıyla, kendince bir yaşama sevinci, sakin bir deniz hayâli, en zor zamanında, yanıbaşında birdenbire belirecek, heyecanla bordalayacağı, süzülen bir beyaz yelkenliye rastlama umuduyla sessizce alarga deyip açılmalı hayatın bilmediği o çalkantılı, fırtınaları sularına; yalnız da olsa seyretmeli, bata çıka da olsa, ilerlemeli..

işte, her insan gibi, bir adım önümü göremediğim, sonunu bilmediğim bir yolculuğa çıkarılmışım ben de.. hayatın derin sularına bırakıldığım gün başlamış, benim de yaşamaya tahammül sınavım.. mâdemki de kucağına bırakıldık hayatın, tahammül gerek ve bunun için de umut..
bunun için hayâl kurmaktan hiç vazgeçemeyeceğim ben; hayatın yüzüme yüzüme çarpan hırçın endişeli derin sularında yüzebilmek için..

bir gün, karanlıkta bir deniz feneri ışığını yakacak, bir gemi geçecek yakınımızdan, halatını uzatacak, çekip alacak, emniyetli huzurlu kıyılara güzel şeylere götürecek; umut ediyorum..
vazgeçsem umuttan, vazgeçsem ummaktan, hayattan da vazgeçmiş olacağım..
yapmayacağım bunu; çünkü öldürmek istemiyorum kalbimi..

olanı biteni sakin karşılayıp kabullenmeli dediğim o!. hayatı yaşayarak görmek, yaşayarak anlamak, sonrasında yaşayarak ölmek gibi bir büyük güzelliğe doğru bir yola çıkarıyor; en zor sularında gönül huzuruyla seyredeceğin… işte bu yüzden, sâkin kıyıları bizden sanki hep uzakmış gibi baksak da hayata, her yönüne, her yüzüne, her engeline şâhit ola ola ve yaşaya yaşaya yürümeli; aldanmaların kucağına sakınmadan bile bile atılıp, her seferinde aşkın ve acının yakışını derin hissetsek de..

hayat da sanki, bizi o sâkin kıyılarına hiç çıkartmayacak gibi, üstümüze üstümüze geliyor, sanki batırana dek uğraşacak gibi bizimle, fırtınadan fırtınaya atıyor gibi?!. ama sanki de kalbimiz de bundan pek râzı gibi, kürek çekiyoruz üstüne üstüne, korkmadan, cesaretle!.
fırtınalı sular bize yakışıyor mu, ne?!.


derin, sonsuz yalnızlık…

biri ne çok gelmişse gelişiyle oysa ve oysa hep çoksa zâten sende, 

onaltı’ndan beri safça beklediğin… yarım asırlık cehenneminden sonra gelip, gelişiyle var ettiğinden de daha da çok olduysa hep içinde, gidişi, gelmeden önceki cehenneminden de beter, sızısı sancısı ağrısı öncesinden de daha ağırdır..

ve kalan derin, sonsuz yalnızlık, kutsal yalnızlık olur ardında bıraktığı… eşsiz bir şey bırakır giden; tükenmeyen, derin uğultularla akan yeraltı nehirleri gibi, deli bir yazmak tutkusu; bir yerde ansızın gün ışığına çıkacağı, durmak dinlenmeksizin kalemin ardından kâğıtlara akacağı ânın sabırsızlığında…

yazmanın engin derinliği… en anlamlı gidişleri, terkedilişleri yaşayan adamlara kadınlara hayırlı uğurlu olsun!.

kedi fıtratı…

kedilerin gizemi çözülemedi..

kedi komut almaz, rızkını, önüne konanı, (ç)aldığını allahtan bilir, boğazı için yalakalık yapmaz, insanoğluna faydası saymakla bitmez, sevgide lâyüseldir, kendi dağıtır, bunun için yaratılmıştır, dilerse yaklaşır, sevdirir..

umursamayan, başına buyruk yaşayan, sorgusuz suâlsiz izâhsız giderken bir kez ardına bakma gereği bile duymayan bir kadının fıtratına müthiş misâl, kedi..

hayat… büyük ihânetini gördüm…

içimde öldü, zâten ölü doğmuş her şey.. ölü doğmuşum.. yaşıyormuş gibi, benden başkalarına yaşama dâir müspet telkinlerle güç veriyormuşum!?!.

en acı şeydi insanları severken, kollarken, sakınırken kendini yok saymak, aralarında kalp ve ruh ve his olarak kaybolmak, bunlarla var olduğunu unutmak..

hayat… büyük ihânetini gördüm kaçıncı kez.. ne çok yanılmak ve aldanmaktan mürekkepti geçmişim.. ihâneti affetmek yeni ihânetlere kapı aralamaktı..

hep gülümsedim.. cesâretle bakıp gözlerinin içine, dikine ve inadına.. ve ne dediyse tersine inandım, yaptım; olduğun yerden söküp alan, süpüren, sürükleyip götüren akıntısına kürek çekerek hayatın.. meydanına çıkıp açık meydan okudum, onu alt etmeye, imkânsıza soyundum..

sevmediklerinle, hiç sevmeyeceklerinle yol yürümeyi yazmışsa yazan kimse ve ne ise sevmediğin şeylerle, sevmediğinle yola çıkma, yol yürüme mecbûriyeti, müddetince, ik adımlık hücrede ağır mahkûmiyetten farksız.. henüz yolun başında başlayan çıldırtıcılığına tahammül yürek ister; berâberinde, yol bitene dek uzadıkça uzayan iğrenç bir pişmanlık duygusuyla... sonuna dek sessiz şikâyetsiz yürümek büyük zarâfet..

hâlinden şikâyet, söz etmek kör bir kuyuya seslenmek, hissiz ve sağır ve dilsiz bir duvardan medet ummak gibi… insanların kahır ekseriyeti derdini hiç umursamaz.. derdinin varlığından açık ve gizli, mutlu olanları bile görürsün..

kötülerin, kötülüğün bütün saldırıları ve yaptıkları her şey ve hayatın kendisi dahî insanın mâsûmiyetini içinde öldürmek, onu tamamen yok etmek içindir..

yapılanlara aldırmazlık, saldırının daha büyükleri için etrafındakilere fırsat vermekti...

iyi niyet, insanı saldırılara açık hâle getirir.. en basit bir böcek karakterliyi bile havalandırır, heveslendirir; şımartıp, küstahça tepene tırmandırmaya yol verir.. az iyi niyet gösterdiğinde en ummadıklarının bile tanınamayacak kadar kötü olduğunu görürsün.. ve sonunda derin ağır pişmanlık girer işin içine.. gerçekten fazlasıyla kötü olan, ağır bir durum bu, insan için..

bile bile lâdes hayat bâzısına.. ve kıpırdamak karşı koyuş değil..

yaşadıkları bâzen büyük mükâfattır insana.. bâzen ilerde sırf yazabilmeni gerçekleştirmek içindir hayat içine ağır yolculuğun.. ondan kurtulmanın yollarını arayacak olmak, sonunda sunacağı muhteşem armağanı daha yolun başında kaybetmek demek..

yolun başı ortası sonuna yakın isyân itiraz etmek, sonunda sunulacak muhteşem bir armağandan vazgeçmek demek..

geçmişi, hayatı sütredir yazarın..

yol boyunca bir adım sonrasını görmesini istemez yaratan.. sonunu görürse oyun bozanlık eder, büyüsünü bozar diye sıkı sıkıya kaçırır gözlerinin önünden, saklar kulun.. başına gelenler, yaşadıkları yaratanın o benzersiz güzellik ‘yazmak’ armağanını ardına gizlemek için insanın önüne koyduğu bir sütredir.. hayatın içinde, yaşarken göremezsin o armağanı, görmeni istemez, yazmanı murat etmiştir çünkü..

yaşadıktan sonrası ‘yazmak’; şâyet tahammül edemeyip ölmezsen?!. insan, yaşarken ona neyin acı verdiğini kaleme döktüğünde ve bunun onun nasıl rahatlattığını gördüğünde yazar olma yoluna da çıkmıştır.. ve zâten hayata dâir yazabilmenin yolundan geçerek de gelmiştir; büyük bedeller karşılığı ve karşısında eğilip bükülmeden, yıkılmadan, altında kalmadan yaşamakla, yaşayarak.. ve adil zafer bu!. ve yazmak için yaşamak gerek..

büyük tehlikeydi; yıllardır kaçıp sığındığım inimden, kendimden çıkmak, gördüm.. yaşamak, geçmişte yaşadıklarımdan, ideolojik kavga, çatışmalar, işkence, hastane, hapishâne, ölümlerden çok daha zor, ağır, tehlikeli hâle gelmişti.. görmek sonsuz acı vericiydi..

insanın sevmediği bir şey, birilleri ile mecbûri yol yürüyecek, sevmediği aslâ sevemeyeceği bir hayatı yaşayacak olması?!. ve korku bir şeyi sevememekten kaynaklanan şeydi..

ölümden korkmayanlar… ölümden hiç korkmamak onu seviyor olmak demek.. birinin ölümü seviyor oluşuna anlam veremeyenlere karşı müthiş savunma sözü ve her tür îtirâzı oracıkta bertaraf edecek müthiş gerekçe..

alışmaktan öte, anlaması çok zor.. hâlâ geçmişte kalanlar, orada yaşayanlar için imkânsız hâttâ.. bir anlamı yoktu hayatın ve bir açıklaması da.. ve artık bütün korkuların hücum zamanıydı.. korkuyu çoktan öldürenlerin, yalnızca korkmaktan korkanların düşebileceği en kötü durum, görebilecekleri en acı sondu.. azar azar sonları olacaktı, her saniyesi azap, böyle bir dünyada yaşamak..

“kimse vazgeçilemez değildir”; bâzen sırf bunu göstermek için çekilir bâzıları birilerinin içinden, hayatından, bunun kolayca yapılabileceğini gösterir sert ruhlara fazlasıyla yakışan şey..

içinden hiç alâmet vermeden insanların hayatlarından sessizce çekiliş?!. gerçekte bir ricat, bir kaçış değil, muhatabını derin acılarla kıvrandıracak müebbed cezâ, iç cehennemine ağır hapis.. ve bunu yaşatacak olanın bir kadın oluşundan daha ağırı yoktur.. ve yeryüzünde kaybedecek de tek şeyi ise birinin?!. ondan sonrası olmayanlar için ölüm, ölümün iftitâhı..

hayranlık uyandıran, hâttâ kendine âşık ettiren kedi fıtratı… komut almayan, müthiş esrâr dolu yaradılışıyla; hareketlerinde hiç yanıltmaz biçimde açık da?!. insanların duygularını saklayışına, yanıltışlarına, yaralayışlarına baktığında dile gelen cümle, ‘yazık, kedi kadar bile olamıyorlar’ olmalı?!.

ihânet, en güzel, en anlamlı yerinde, hiç nedensiz, yüzüstü bırakış değil bu, fıtrat!. fıtrat yanıltmaz ve içinde aranacak bir kusur taşımaz..

uzun ve yalnız yürüyüştü hayat...

geçmişte ‘kitap okumak…’ derdim; ‘kitap okumak, gidemediğin uzaklara gitmek, hayâl ettiklerine varmak.. kitap okumak, hayatın bütün sıkıntılarından kaçmak için kendine huzurdan bir sığınak inşâ etmek’ derdim.. ama bundan çok daha çoğunu, büyüğünü keşfetmiştim; kalemin yazmak için elime değişiyle, ilk cümlemi doğurduğunda.. inandırmıştı, tartışılmaz bir kesinlikle ‘yazmak’, insanın yaşarken üzerine akın eden kötülükler ordusuna yaşayarak cesaretle açıktan karşı durabilmenin, sessiz direnebilmenin yegâne yoluydu..

hayatî faydaydı ‘yazmak’ ve ama okumak ondan büyüktü..

sevmek ıı

sevmek, şüpheye zerre düşmeden, içinde menfî düşünceye zerre yer vermeden itimad etmekti..

bu, aynı zamanda, birinin karakterini yegâne murakabe yoluydu.. başka yolla anlayamazdı insan; ve itimadsız olmazdı..

işin sonunda aldanışların yolundan daha fazla hasar almadan dönmek var.. zarardan hâsıl olan kâr!.

sevmek…

bir şeyi, birini sevmek sonunda onu kaybedecek olmaktan başka bir şey değil.. ve kaybedeceği bir şeyi, birini, sevmenin getireceği yalnızlıktan daha büyük bir yalnızlık yok.. sevmenin mutlu sonu yok.. mutlu son, ardında tek hesap bırakmadan gitmek…

“kırmızı/mavi”

sosyal medyada tribününün ilgisini çekmek, ahâliden tezahürat toplamak için kendince bi mizansene imzâ atmış biri, “hangisini seçerdin” diye soruyo, altında açıklama;

“kırmızı: onunla ilk tanıştığın güne dönüp, aynı azâbı tekrar tekrar yaşamak…

mavi: atıp geriye, unutup, kurtulmak..”

önce “o” dediği kim?!!. bi hastalıklı ruh, bi narsist, bi işkenceci; ne yapsan yaranamadığın, gözlerinin önünde attığı ağlara bile bile dolandığın, debelendikçe daha beter tutuklandığın, kurtulamadığın?!!.

ikinci soru;

kurtulmak istiyor musun?!. yoksa böyle bir mahlukla olmak 7/24/365 işkenceye rağmen hoşuna mı gidiyor?!. ne içiriyor sana, böyle, sado-mazo iyisiniz?!.

cevap veriyor, pisloloji hazretlerinin bilmiş bakışıyla; pert,

“hayatımı zehir, her günüm cehennem, ama bırakamıyorum, çok seviyorum ağbi!.

ve ama, seçeceksem,

tabiki de mavi, elbet ve elbet mavi!.”

yapma tosunum, o “mavi”yi elinde üç saniyeden fazla tutabilmek imkânsızın imkânsızı..

sen iyisi mi kendlne bi “beyaz” yap, sallayıp s.o.s çek, biri görür uzaklardan, gelir kurtarır belki, kendini düşürdüğün bok çukurundan beter çukurundan!.

yaa kusura bakma güldüğüm için.. tutamıyorum kendimi!.

“mavi” he mi?!!.

çok tatlısın!. kendini kandırmak çok hoş bea!.

Çarşamba

yankı…

gün olup, ayrılık vakti gelirdi, kelimelerden, kelimeler kadar kendinden, kalbinden, seslendiklerinden.. insan, sesini duyurmak için çığlık atar.. oysa asıl maksadı, kendi gibi bir çığlığı aramaktır; bir karşı kıyı, yankı bulup dönecek...

insan, bir kalbe bunun için dayar kalbinin kulağını.. bir kalbin derin kırılışı kadardır, aynı yerlerden kırılmış bir başka kalbi arayış serüveni..

duyduğun her sahipsiz çığlık, hayatın sert fırtınalarında, sağanak yağmurlarında kanat çırparak, bir saçakaltı bulup sığınmaya çalışan, göç yolunda yolunu kaybetmiş kuş.. çığlık, annesiz bir kuş; yuvası anlayanın kucağı..

her ses kaynağına nispet edilirmiş, her çığlık bir kalbe işaret.. kim göçe kaldırıp gökyüzüne uçuruyorsa kelimelerini, konacak bir dal, yalnızlığa bakan bir pencere pervazında iki müşfik kelimeyle oracıkta çatılmış, ‘anlam’dan bir yuva arıyordur kelimelerine, kelimelerine gizlediği kalbine..

yazmak hayâl değil.. görünürde kendinden bir alâmet vermese de bir yazıcı, hayâl değil.. gerçektir yazmak; acılarımız kadar, katrana bulanmış uykularımız, o uykularımızdan sıçrayarak uyanışlarımız kadar gerçek, çığlıklarımız kadar gerçek..
işte, kelimelerinden anlaşılır bir kalp, konuşan biri gizleyemez kendini.. ve kelimelerin böyle bir sihri var..

‘nasıl bu hâle geldim ben?!…

kendi kendine konuşuyordu; ‘nasıl bu hâle geldim ben?!…

… neşeli, gamsız, aç susuz uykusuz yersiz yurtsuz kalsa gram dert etmeyen, başına dünya düşse gülen gülümseyen!!..’

bir insanı hayatın güçlü kollarından koparmak için bir kötülükler ordusu gerekir.. bunun için çok kötü bi mahlûk da yeter..

bulunduğu bedbin, yıkık, darmadağın hâlden, bişey olur, bi sebep, bi tetik, unutup içinde bulunduğu durumu zaman zaman, içinden çıkar gibi olsa da insan, hasar son nefese dek kalıcıdır..

bu halden kurtuluşun tek yolu duâ!. ve allah cidden yardım ede böyle birine!.

jack london-martin eden

… ve gelmiş geçmiş bütün müntehir ve müntehirelere..

bazı yazarlar kendi acılarını yazmakla yok etmeye çalışır.. bunu yaparken kahramanlarını acılar içinde kıvrandırır, çoğunu sonunda intihar ettirir.. farkında olmadan sahipsizlik, boşunalık, başarısızlık, işe yaramazlık, bibaşınalık, çıkışsızlık, hiçlik duygusu aşılarlar eserlerinde.. bu, bir adım ötede, hayatın anlamsızlığı düşüncesine kapılmasına yol açar insanın..

hayatın, yoluna çıkaracağı sınavlara karşı bir hazırlığı donanımı, tecrübesi olmayan, yaratılış sebebini bilmeyen insan hiçlik düşüncesine kapılır, kafası ve yüreği karışır içinden çıkılmaz bir çaresizliğe düşer, evrendeki yerini arar, bulamaz, sonunda intihar eder..

intihar, milyon tabii ölümden daha acı ve unutulmazdır..


yazmayı keşif…

yıllar yıllarca öncesiydi.. yazıyı önce kim icad konusunda mısır-çin, aralarında üç-beş, anlaşsınlar, 5-10-50 bin yıl olmuş falan, artık, konu yazıyı icad keşif filan değil, benim yazmayı keşfimdi..,

ömrünce karakıta'sından çıkmamış bir siyahînin dış dünyayla ilk teması gibiydi yazmayı keşif mâcerâm..

benim için iyi mi oldu, kötü mü; sosyoloji irdeler, piskoloji teşhis koymak için ruhumun derinliklerinde kazıma çalışmaları yapar ve sonunda hüküm, ‘buna tarih karar verir, verecek!’
ayy sizin.. ben..

neyse, olanda hayr vardır!. olacak olanda da!.
olan davolmuştur zâten!. ve dahî; olacak olan da!.

‘gerçek bi hikâyeden’…

 … uyarlanmamış, gerçek bi hikâyenin ta kendidir..

olay, ‘çok’tan da ‘çok’ kalabalık bi yaz cumartesisi, adalaron ‘big bıradır’ı adada yarım saat sonra kalkacak 16.00 adalar vapurunu beklerken iskele yakınındaki parkta gerçekleşmiştir..

bi genç adam yere çöktü, resmen ve gerçekten de çökmüş bi durumdaydı, elinde telefon, kız onu almaya çalışıyor, vermiyor, krize girmiş, sürekli aynı sözü takrarla, “bunu bana nasıl yaparsın simge?!!.”diyerek ağlıyordu..
hemen yanlarına koştum, delikanlının koluna girdim, canını acıtmacak kadar sıkarak, zorla kaldırdım, aynı anda hâlâ telefonunu oğlanın elinden almaya çalışan
kıza sertçe, bu çocuğu bu hâle getirecek her ne halt ettiysen, bırak o lânet telefonla meşgul olmayı, sıkı sıkı sarıl sâdece ve itsin sövsün dövsün saysın bağırsın, tek kelime etme, sıkı sıkı sarıl, sakın bırakma derken, aynı anda kızı ensesinden kedi yavrusu gibi tutup oğlana doğru itip, sarılmaya zorladım.. oğlan, kollarımiji yanda, kıza dokunmuyor, yüzüne bakmıyor, görmemek için başını sağa sola çeviriyordu…
kurtulamayacakları şekilde kuvvetle tuttum ikisini de, yumurta tokuşturur gibi tokuşturdum, bakın, eğer birbirinizi sâkince dinlemezseniz ikinizi de salam-sucuk bağlar, denize atarım dedim..
biraz yatışır gibi olunca elindeki telefonu aldım, kıza aç şunu dedim, tel’e numaramı yazdım, sen ya da sen, arayın beni diyerek, ardından üç cümleden mürekkep tehdit bombardımanına tuttum;
‘yazık etmeyin birbirinize, bırakmayın birbirinizi’ dedim, iyanlarından ayrılıp iskeleye doğru yürüdüm..
10 dakikadan az vardı vapurun kalkmasına…
üç gün sonra…
telefonda hüngür ağlıyordu, “abi, ayrıldık biz!. bizi o kalpsiz, kırmızı kalpçikler ayırdı..”

senden sonra, dediğin gibi, sıkı sıkı sarıldık.. bostancı’da indik, onun son model masteng’iyle gelmiştik, ben porşumu almamıştım, garip gurebaya havalı olmasın diye ve o araba kullanacak durumda değildi..
parktan arabayı aldım, arabasını da kendini de kuzguncuk’taki yalılarına bırakmadan önce ‘ayrılık tepesi’inde latteli lottolu kahve içmeye götürdüm..

içemedik tabi, zehir zıkkım oldu içime.. geçirdiğim kriz devam ediyor ve o beni suçluyor, vayyy, nasıl alırmışım tel’ini elinden, özgürlüğüne müdahaleymiş, hiç centilmence bi hareket değilmiş ve ancak çok ilkel, kaba, banâl, yobaz yabânî, amele, varoş birilerinin yapacağı bir şeymiş yaptığım?!!. tepkim, onu çok ama çok kırmış, incitmiş, üzmüş oluşum; bütün bunlar bunun için miymiş, sos.medya arkadaşlarımın paylaşımlarına on dakka içinde 7362 kalpçik koymam için miymiş, bunun için mi kırıyormuşum onu?!.

meseleyi biliyorsun ağbi, sosyal medya!. ona senin dediğini dedim, ‘ne olur bak, ben seni seviyorum nehirsu, kaybetmek istemiyorum.. eğer ölüm yoksa ortada, her meselenin her zaman bir çözümü, bir çıkış yolu vardır.. sileriz sayfandaki erkekler sürünü, olur biter’, onun verdiği karşılık, “silmiyorum takipçilerimi, makipçilerimi, takip ettiklerimi!. iyi bari, sayfanı kapat demedin!.” dedi..

son sözü, sözümüz bu oldu, o gün ayrıldık..
abi, darmadağın oldum, onu unutamıyorum, aslında onu değil, bana yaptıklarını unutamıyorum..

çıldırıyorum abi, aklımdan çıkmıyor, engellemiş beni, sayfasını göremiyorum.. kesin yakın flörte başladı, onbeş-yiirmisiyşe, ‘terkedildi’ ya, derhâl travmasını tamir ettirmesi, teselli bulması gerek?!!.
bunun için zâten bekleyen bi erkek arkadaş, ayrıca tanımadıklarından vs’den müteşekkil bir ‘tamir-tedâvî-tesellî ‘ordu’su var..
abi, o şimdi aygın baygın orda burda ona yaşattığım(!) büyük travmayı tamirde, tamirci(!)lerde, ben kudurcam burda kıskançlıktan..
abi, sonum ya tımarhâne, ya allahım korusun, cezaevi, ya hastane, ya morg-mezarlık!. durumum çok kötü aabi!.”

‘nerdesin, kapat geliyorum.. sakın bi adım daha atma, o kayalık çok yüksek, otur bekle, en fazla 35 dakkaya yanındayım!. sakın bi cahillik yapma, sakın!.’ dedim, daha tel’i kapatır kapatmaz yola çıktım, yıldırım hızıyla, 20 dakka sonra yanındaydım…

sarıldı, saatlerce ağladı, ağzından dökülen tek cümle”, abi ben napçam!”

sözleri nefesi gözyaşları tükenene kadar hiç konuşmadan dinledim.. sonunda takatsiz kaldı, sustu.. boş bakıyordu etrafa, bi insan hayatı için tehlikenin tavan yaptığı bir durumdu..

nefesi kesik kesik alıyordu.. titriyordu bi yandan…
neden sonra bi derin nefes; normale dönmeye başladı..

bi saat kadar sonra iyice sâkinledi, anlattı..
parantez içi, özetle:
(onu bu saatten sonra daha çok merak edecek, hayatı nasıl devam ediyor, kimle nerde ne yapıyor, arkadaşlarını arayacak, öğrenmeye çalışacak, sıkı tembihli oldukları için net haber alamayacak, engellisş olduğu sayfasına yönelip, bi şekilde engeli delip, takibe çalışacak, bu da onu çok daha asabî kırgın gergin çılgın yapacak..)

“önüne gelenin… altına… yayının… kalpçik kalpçik…”

defalarca yalvardım, yapma dedim ağbi, bu bizi ayıracak; dinlemedi, daha çok kalpçik dağıtmaya başladı..
en son, bi günde 7643 kalpçik saymıştım.. o gün sayfasında yayın yaptan erkeklerin sayısınca.. normalde 16900 erkeği, pardon takipçisi var, ama paylaşım yapanların sayısı 7643.. o yüzden.. yoksa yarıya düşmezdi rekolte..

abi, 16900 erkeğin tamamının tulum olduğu günler de oldu.. çok hem de.. hâttâ bigün hit olmuştu sayı, sevgilim bi yayınıyla hattirik mi ne, ondan yapmıştı; 184 bin 948.. sayıya bakar mısın ağbi, sanal oyunda you win bonusu gibi?!!.

paylaşımı mı?!!. o gün şey paylaşmıştı, şey, üstü açık, sipor, maserati’sinde, sol eli direksiyonda,  tepesinden çektiği selfi.. “araba süren roleks foto”sı paylaşımı.. yıkıldı o gün sosyal medya ağbi, patlama yaşandı, ilk on beş saniyede 184 bin 948 kalpçik?!!!..

sermaye kalpçikleri…
bi kalpçik festivali düzenlenmişti sanal sosyalde,
kalpçik güzeli seçilmiş, 
cicilerini sergilemede cömertlikte sınır tanımadığı, her şey meydanda, boydan fotosu sebebiylen daha dakkasında sanal playboy dergisinde hit mi hit, “kapak kızı irma” gibi bişe olmuştu..
yapma dedim, bunlar seni burda bırakmaz, ponpon kız, tavşan kız, playboy girl bile yapar dedim, dinlemedi!.
abi, ayrıldık biz, napçam?!!.

bilog yazıları…

bilog… “günlük sayfaları” da denilen şu yerler..

şurda nerdeyse bi on-yirmi yıldır yazıyorum.. bi heves, bi ihtiyaç, bi acı, bi hicrân, bi hüzün; gelip bikaç gün, hafta, ay kalıp, kayıp kaybolup gidenler çok olsa da ilk günlerden beri burayı bilen, hiç terketmeyen biri/birileri hâlâ var..

şindi şurda derdim, iç karartmak değil.. istediğim şey, lisân-ı münâsip ile bişey anlatmaya çalışmak..
bide anlatmak, bilogdan ne anladığımı!.

genelde hayatla arası pek iyi olmayanların gelip kafasına gönlüne göre iç döktüğü yerler, bu bilog-günlük yerleri.. darbe yemiş, aşk kırgını, yol yorgunu, aldanmış, aldatılmış, incinmiş, insanlarla arası iyi olmayan, hayatın boğduğu küçük dünyaların kendileri oldukları, kendilerini buldukları, yüzeyde kalmak için sığındığı bir tür liman..
hemen herkesin derdi aynı burda.. bu yüzden, herkes herkesi yormadan zorlamadan anlar, birbirlerine omuz olmaya çalışır burda.. ve öyle üç/beş kuru, palyatif pansuman, teselli sözleri dökerek de değil, aksine kendi gibi, kendinden gördüklerinin acılarına ortak olmaya çabalayıp, yaralarını sahiplenerek.. 
her biri yakın bulduğu diğerine ‘sessiz çığlığını duydum, acını anlamaya çalışıyorum; içim içim içselleştirip, kendi derdim gibi taşımak üzere..

tek başınıza taşımaya çabaladıkça daha da ağırlaşacak, daha beter can yakıcı bi azâba dönüşecek acınıza bir destek, teselli omuz da benim..

hayatın ağır imtihanları…
belki benzeri, belki aynının içinden geçmişlerin kalp kulakçıkları açık olur sessiz çığlıklara ve ancak onlar anlar birbirlerini..
burda öyle sessiz çığlıklar duyar ki ‘ne çok acı var’ demekten kendini alamaz..

modern dünya, hayat… sahteliklerle dolu.. insanı imitasyon, aşkları sentetik, ilişkileri sûnî, sığ, her şey kurgulu ve bir oyun ve öyle de güvenilmez..
öyle çok yalanlardan geçiyoruz ki, bir yerde gerçeğin kendisiyle karşılaşsak onu tanıyabileceğimizden emin değiliz..

ne kadar çok ‘insan’, o kadar acı, o kadar problem.. doğru demiş “cehennem başkalarıdır” diyen..
ve
galibaa başaramıyoruz, bazılarına, neye lâyıksa o kadar değer biçebilmeyi.. hiç hak etmeyen, 14 ayar bile değil, altın suyuna batırılmış teneke evsaflara sâfiyetten, iyi niyetten 24 ayar değer biçtiğimiz oluyor aldanıp.. ve sonunda gerçek yüzlerini gördüğümüzde zehir soluyan nefeslerle ölümden beter pişmanlıklar yaşatıyoruz kendimize; nereye gidersek gidelim, cehennemini göğsümüzde taşıyacağımız..

söylenecek çok söz var.. mâdem duyulur burda  sessiz çığlıklarımız, susmamalı, susup içimizde kistleşmesine izin vermemeli!.

sonsuz şükür, kelimelere hâkim, söze sahipken ve konuşuyor, ifâde edebilmeye güç yetirebiliyorken, lütfen konuşmalı, anlatmalı, paylaşmalı.. kendimizin olduğu gibi, belki biryerlerde birilerinin ihtiyacı vardır, yaşamı için iksir olacak bir tek kelimemize bile!.

ve burda yazanları okumak, altlarına notlar düşmek muhteşem güzel bir şey olmasından öte, hayâti ihtiyaç.. bazıları için.. onlar için okumak yazmak, okunası, iç dökümü, içten yazılara yorumlar düşmek nefes..

ve bunu tevâzudan, mahcûbiyetten dillendirmeseler de, sözleri vardır onların kendilerine, yazısız anayasalarının baş köşesi, ilk sıralarında, değişmez, değiştirilemez:
‘hayat izin verdiği sürece ve nefesim yettiğince buradayım; bir cümleye sayfalarca yazma sözümle!.’

cevabı can yakan sorular…

nası gidiyo sevginiz, aşkınız, sevdânız’ diye sordum,

cevabı, “kördüğümdü aabi, arapsaçına döndü” oldu..


ıspat…

ıspat, varlığından şüphe edilen şeylerin aranması yoluymuş..

körlerin yâni..

ve ama, kör ‘görmeyen’ değil, ‘görmek istemeyen’dir.. yâni, kalbi irfâna kapanmışlar.. yâni, bu dünyadan boş beleş teneke; bir iz bırakmadan geçip gidecek olan zavallılar..


kâğıda dokunan kalem…

kavdan daha büyük yangın çıkarırmış..

narsiste dert anlatmaya çalışmak…

… dikenli çalıyla taharet almak, bi kirpiyle yatağa girmekle aynı şey..

sen dert anlatmaya çırpınırken yana yakıla, o, bilerek anlamayıp, zevkten sekiz vaziyet, keyften kuyruğuyla oynayıp, mahalle yanarken saçını tarayan şırfıntı serapsu gibi saçını tarar, içinden de “bu aptal ezik bana ne çok değer veriyor” der..

anlamayana laf anlatmaya çalışmak, horozun önüne inci atmak, öküzün boynuna mücevher takmak, tilkiye kızarmış tavuk sunmak, bir böceğe krallık vermek gibidir..

söz anlayana söylenir.. gayrısı her çaba, on dört ayar bi tenekeye 24 ayar altın muamelesi yapmak, kibri daha da büyüsün, daha da zâlim davransın diye ego sulamaktır..

demiş diyen;
“aç canavara tahabbüb onun merhametini celbetmez, iştahasını artırır, döner dişinin kirâsını ister”

Salı

sessiz insanlar…

sessiz insanlar, doğru insanların yanında konuşkan olurlar” diye, gerçekten ‘gerçek’ bi söz okumuş biri ve sayfasına alıp, altına da not düşmüş;

“o kadar doğru ki!.” diye..

hemen onayladım ve bi not da ben düştüm;
‘bu demektir ki sessiz insanların dili kabristanda yatan birilerinin kabri başında çözülebilecek ancak’ diye..

bakalım ne tepki verecek okuyanlar?!!.

gereksizlere…

… sen dert anlatmaya çırpınırken yana yakıla, o, bilerek anlamayıp, zevkten sekiz, keyften kuyruğuyla oynayıp, saçını tararken, içinden de “bu aptal ezik bana ne çok değer veriyor” der..

anlamayana laf anlatmaya çalışmak, horozun önüne inci atmak, öküzün boynuna mücevher takmak, tilkiye kızarmış tavuk sunmak, bir böceğe krallık vermek gibidir..

söz anlayana sözlenir.. gayrısı her çaba, on dört ayar tenekeye 24 ayar altın muamelesi yapmak, kibri daha da büyüsün, daha da zâlim davransın diye ego sulamaktır..

demiş diyen;
“aç canavara tahabbüb onun merhametini celbetmez, iştahasını artırır, döner dişinin kirâsını ister”

mukabele çoğu zaman gereksizdir..

direnmeyip kabullendiğinde hakikatini, bir zaman sonra artık can yakmadığını görürsün..

bir zaman sonra elemi gidiyor acının, târifi zor, tuhaf hoşlukta bir tat kalıyor damakta..

geçmişin hâtırasından birazcık bi burun sızısı eşliğinde, gözlerin içina az biraz bi acıyarak dağılacak bir buğu bulutu belirmesinden zarar gelmez..

‘aşk’ târifi…

… şöyle son derece rahat, cân dostunla ömürlük konuşur gibi, bi ‘aşk’ ve ‘hâl’ târifi yapamadım gitti!.

‘… kınım kınım kınıyorum kendimi, hâlim hâl değil!.
âşık olmak istedim, en şiddet desibelinde, bunun için ciyak modunda çok duâ ettim, fenâ tırmaladım kapısını, fenâ rahatsız edici miyavlayarak, ‘buyur, al, gör ebenin örekesini!.!’ buyurdu kerhen, çok geçmeden üzerinden, kendimi aşağılık dünyanın mezbeleliğinde, yüz promil sefil, düşüğün düşüğü profil; debelendiğimi gördüm!.

aşk dileyip, dilenip, fenâ kaşınıp, fenâ kızdırmışım!.

yaşadığını ‘aşk’ sanan kimine ‘aşk’ kepâzeliktir..’

tam böyle bedbin, berbat, pişmandan da peşîmân bi piskoloji, pis pis düşünürken, arkalardan bi ses,
‘ne güzel, ‘kul’ olduğunun farkına varmak!. O’nun görmeyi en sevdiği hâl, kulunda!.

O, yemîn ediyor ‘levvâme’ye, ve “pişmanlık tevbedlr” 
buyuruyor, âlemlere sultan kıldığı habîbî;
sevin, şükret, karar üzre kal, hâlini kırık gönlünle muhafaza et, çok geçmeden seyir yerinde, büyük saadet ve müthiş hayret içinde, âlî makamının safâsını nasıl sürdüğünün şâhidi olduğunu görürsün..

bugünden mübârek ola!.’ dedi!.

ne demek istedi?!!!.

Pazar

aşk kırgını…

birinin sayfasında bişey okudum bugün.. aşk kırgını, fenâ yaralı biri ağır bedduâ ediyordu;

"kıyamadım, aldatmadım, kandırmadım, güzelim aşkımı zevklerin, eğlencen için hebâ ettim.. beni kimsenin yüzüne bakamayacak duruma getirdin.. allah seni sevildiğini sandığın yerden başın eğik döndürsün, çünkü ben hâlâ uyuyamıyorum!."

cidden çok can yakıcıydı..

bu durumdaki hiç tanımadığı biri için bile çok üzülüyor insan.. bide senle aynı yerlerden hançerlenmişse, acı katmerleniyor..

içim ezildi ya, bi tavsiye vereyim dedim,

‘cehennemin dibine kadar yolun var’ demeyi dene!. bunu başarana kadar da uykuyu unut dedim ona!.

“budala”…

budala”…

hakkında çok uzun yazmak istediğim..

dosto’nun adetâ aşka bakışım, okuma sevdâmla dalga geçer gibi yaptığı şey yüzünden okumaktan soğumuştum..
silindir gibi geçmişti üzerinden şevkimin.. ve okumasızlık çeyrek asır sürdü nerdeyse..

o zaman zarfında, kâinat kitâbı hâriç, çok ama çok ısrar üzerine bir tek kitap okudum, hikâyesi bende mahfuz, çok da acı verici bir anıyı da yanına katarak..

çok duydum, o uzun yıllar okumasızlıkta,
“hadi canım, bir kitap ne kadar etkileyebilir ki insanı?!” diyen, sayısız saçma saçık insanla karşılaştım.. neyi kime anlatayım, 30’lu yıllarda amerika, avrupa’da yaşanan buhran, bunalım, işsizlik krizi, açlık onbinlerce insanın intiharına sebep oldu.. ve ama, bu intiharların kahır ekseriyeti orwel’in kitapları yüzündendi; “hayvan çiftliği”, “1984”…
ilk okuyan yüzler, binlerce kişi intihar etmişti..

bizzat yaşayanlardan çok duydum,
“bir kitap okudum, hayatım değişti” sözünü..
bir motto oldu bu söz.. sonra, ince alay, bir klişeye..

zamanla alay tiradı hâline gelse de, bir kitabın bir insanın hayatında dönüm noktası olabileceği inkâr edilemez bir gerçekti..

hoca rahmetlinin “doğuran-ölen kazan” hikâyesine tersinden bi ironiyle;
‘behey mübârek, bi kitabın insanın kafasını karıştırıp, fenâ etkileyip öldürdüğü vâki ise, hayatın uçurumunun kıyısından alıp yaşattığı neden hakikat olmasın!.

“hadi canım, bir kitap ne kadar etkileyebilir ki insanı?!”
neyin kimi nasıl etkileyip etkilemeyeceğini ancak tanrı bilirken senin şu sığ görüşün, sığır sağır ifâden?!!.

bütün toptancı yargılar çürük ve tehlikelidir ve insan en çok da iddiasından vurulur, sınanırmış..

“budala”dan nerelere geldi mevzû?!!. c.meriç demesi “acıları dev aynasında büyütmek  gibi rezil bir hassâsiyetim var”, benim de!.

dosto; “budala”sında dünyanın en gıcık yazarı, kanaatimce!.
nastasya’yla mişkin’e büyük aşklarını perçinletmek için düğün gününü îlân ettiriyor, düğün gecesi anastasya’yı uğursuz rogojin’le kaçırıyor?!.
bunu hem de daha romanın başı sayılacak yer ve zamanda yapıyor?!!.
‘ahanda bitti roman!. bundan sonra ne söyleyecen dayı?!!’ diye soruyon, çok fenâ bozulmuş, soğumuş, amcam son derece pişkin sâkin, “dur, daha yeni başlıyoruz kardeş!.” diyor, kitabının lisân-ı hâlince!.

dosto bu!. dosto farkı!. hayatta sıkıştıramazsın, yazıda kitapta eserde bi köşeye, üstü kaygan pullarla kaplı balık gibi kurtulur;
ve daha da beter içine çeken satırlarla devâm eder “budala”sına ve imâ ettiği gibi, roman daha yeni başlar ve neler neler olmaya başlamıştır…

bu durumda şu yazının devâmı var gibi görünüyor..

milyarda bir bile olsa…

“ve birgün yolda, her şeyini zerresine dek bildiğin bir yabancıya denk gelirsin" demiş, içimizden biri..

ne büyük armağandır o!.

ve kişinin ikinci kendidir o;

tıpkıyla aynı

ve o, artık en iyi bildiğin yabancıdır!. 

aynı yerlerden hançerlenmiş, aynı yerlerden kanayanların birbirlerine rastlamak temennisi, duâsı ile…

fedâkârlık…

bir şey, biri uğruna hayatını hebâ ediş, kendini fedâ ediş büyük erdemdi, yüce sevgi sahibi yüksek ruhların işiydi.. onlar birbirleri karşısında ihtlramla eğilirlerdi..

sevgisi, sevdâsı, kıymet verdiği değerler uğruna kişi kendini hesapsızca fedâ ederdi ve aklına gelmeyen, gelmeyecek tek soru “değdi mi?!” sorusuydu..

bütün büyük fedâkârlıklar o yüce gönüllü insanların zamanlarında kaldı.. bugün modern dünyada için için çürüyen erdemler en küçük bir fedâkârlığı bile sorgulatır oldu sahibine; “değdi mi?!”

destanlar yazdıran, türküler yaktıran, şarkılar besteleten, şükrân günleri, anma toplantıları, duâ seansları tertip ettirip gidenin ardından minnet ağıtları yaktıran adanmışlık, fedâkârlık duyguları çürümeye yüz tutmuş, yaptığı fedâkârlığın iyiliğin ardından sâdece ağır pişmanlıklar yaşayan ne çok insanın varlığına şâhit oluyor bugün dünya!.

bi anadolu türküsü her şeyi tek mısrâda anlatıyor;

"kes başım kanım aksın

kıymet bilene doğru"

Cumartesi

senin tercihindi…

…‘dünya’!.

“merd olanın işi aydınlık ve sıcak, aşağılıkların işi hîle ve utanmazlık..

hakk’ın şarâbının kokusu misktir, sâf ve pâk

başka içkilerin sonu pis koku be azâb”

mevlânâ sözü!.

seveni var, sevmeyeni!. fenâ sızlayan, âvâzı bu dünya göğünden semâya çıkan ‘tel’e dokununca abimiz olur kendisi..

Cuma

hatırlamak…

“unutan” demekmiş “insan”…

hatırlamak unutmanın tek yumurta ikizi.. birini an, öteki hemen damlar yanına..

ve

unutmak hatırlamaktan başka ne ki!.

çoktan yaşayıp bitirdiğimiz bir hayatı

hatırlamak için gönderildik dünyaya..


sosyal medya vebâsı…

kimseyle, bişeyle ilgili değil!. stoa, stoacılık, markus aurellus, epiktetos, mitos, çitos, çeresos, patos, etikus, pathos, bilgelik, aydınlanma çağı, bilgi felsefesi, karma’yla ve vesaireyle falan ilgili değil, tamâmen zevzeklik…

başdöndürücü gelişmelerin, istikameti belirsiz çevrenin cereyanına, hayatın hızlı ve kontrolsüz akışına kapılıp, birbirini tehlikeli biçimde tetikleyen, ‘kişi’ olma arzusu ve iddiasıyla yola çıkıp, savrulup, ‘sürü’ ya da ‘yığın’ın parçası kalanların hikâyesi ve yediden yetmişimize, elllerimizdeki telefonlarla ‘aydınlanma’ iddiası ve arayışıyı ile alâkalı tamâmen… ve 

her üçümüzden beşini, beş konudan bininde uzman eden, özümsenmiş bilgiyle değil, idraksiz mâlûmat depoculuğu ile öne çıkan bir birikimin sonucu..

çok şeyi tel’den okuyup ve yanlış okuyup ve yanlış anlayıp, sözün büyüsüne kapılıp, ortada hiçbir neden de yokken, kendince triplere girip, emek zahmet sevgiyie inşâ edilmiş binânın dibine dinamit koyup yerle bir edenler var..

ortalık, elleriyle yok edip kaybettiklerinin başında sinir krizi nöbetleri geçiren, etrafına vıcık vıcık pişmanlık akıtan, ağıtlar yakan, ölüden beter kalp enkazlarıyla dolu..

yersiz bunalım, can sıkıntısı üreten üretkensizlik, keyften kuyruğuyla oynayış, yeni mecrâ, mâcerâ arayışı, şüphe, kıskançlık, ilgi, onay, kabul yarışı  vb.den mürekkep sosyal medya vebâsının ilişip birbirine hasım edip, yere seremediği çok az ilişki kaldı…

onlar nûmûnelik; gelecek kuşaklara aktarmak için koruma altına alınması gereken…

“niceleri donkişot olma hayâliyle yola çıkıp, sanço panza olarak geri döndü”… ispanyol arasözü..

“instagram” diye bişey…

ve yıllar yıllar sonra, ömrümün son demine yakın “instagram” diye bişeyle tanıştım…

milyon, milyar müdavimli.. bazıları onbin, yüzbinler takipli, takipçili…

en fazla üç saniyelik balık hâfızaya sahip, ışık hızıyla akıp giden, gerçekte milyar ömürde kıymetinden zerre kaybetmeyecek, tüketilemeyeyecek güzel sözlerin, yazıların, mottoların, tespitlerin altına yazıdan sözden tespitten uzun, binbir emek heyecan, sayısız yorumlar düştüm, karşılığında tık yok?!!. duvara seslensen, aks-i sedâsı olur, yazsan, biri gelir, altına iki satır not düşer, nezâketen..

şu bikaç günlük tanışıklıkta yüzlerce orijinal yorum yazdım, “kes kopyala yapıştır”ları orijinal sanıp?!!.
sahipleri de mi sanal?!. ama varlar, sesleniyorlar, reklâm yapıyorlar; “ne düşünüyorsunuz, yorum yazın, sayfamı takip edin, çok faydalı vs vs” diyerek..

yazdığımdam daha uzun bir tane bile yorum da görmedim hiçbir sayfada!.
ben binbir minnet mihnet hürmet nezâket; tebrik ve şükrânımı uzun mu uzun yorumlarla sunuyordum, onlar “emoji” mi ne diyorlar, milyon milyarlarcasını otomatiğe bağlayıp, kalpçik, alkış onay ikonlarını basıp geçiyorlardı..

teşekkür, övgü beklemiyorum da hani, ayıptır yâni, eğer robot değilsen, insan nezâketen dönüp de lütfen bir kelime, bir nokta bıraksın sahibi, birinden biri?!.
ya içleri boş, tın tın, teneke, kelimeleri yok, yahut nasıl olsa çok fazla miktar, sürüsüne bereket yığınlarının varsıllığından mütevellit, tenezzülleri..

şapşal iyi niyet, saf salaklıkla; ne çok yorum yazıyor sayfalarına, yazmakla karşılıksız havaî fişek uçuruyor, konfetiler saçıyor, yaldızlı fenerler asıyor, ulûfeler dağıtıyor, ego yeşertiyor, yıldız parlatıyormuşum göklerinde..

yalnızca bu değil, yağlı kuyruk müşteriymişiz… burda bile?!!. üzerimizden prim yapıyor, mönü alıyorlarmış..

meğer böyle işliyormuş burda da sistem, işler böyle yürüyormuş; müthiş organize, mükemmel kurgulu, ayarlı, planlı, hesaplı, kitaplı...
ve 
farkına vardığımda artık çok geçti..

alışık olduğumuz için satışlara, satılmalara, yaralanmasak da, sonuçta yine iyi pazarlandık, iyi mi!.

Perşembe

kıyâmet…

elbet çok acı, insanın insanın kurdu olması..

ve ama çâre yok, hayat ve her şey böyle akacak… kıyâmete…

imtihan sırrı…

ve;

iyi ki ölüm var.. ve hesap günü.. olmasaydı asıl o zaman ne yapardık!.

dehşetli ve fakat mutlak adâletli ve en eşsiz ve en güzel(!) gün olacak, ufka bakıp intizâr edenlere..

bekliyoruz;

hayretle, haşyetle, kesretle, hasretle!.

sevgili günlük!.

sevgili günlük!.

“blog” diyorlardı sana ve iki binli yılların başı, büyük keşiftin sen!.

güzel zamanlarındı… güzel yazan, şöhret gibi bir derdi olmayan, iddiasız kalemler berceste satırlar dökerdi.. ve sen, ben gibi bi ‘dinozor’ çağının son kalıntılarından, kendince satırlar döken biri için âhir ömründe muhteşem bir nîmettin!. yazısız geçen uzun yıllardan sonra, küllüm zarar bir ömürde ve allah-u âlem, ‘son’uma da beş kala zarardan hâsıl olan son kâr!. seni hiç unutmayacağım!.

o, ihtişamlı blog günlerinden geriye metruk bir kaşâne kaldı.. birer birer kayboldular yazanlar.. artık bir elin parmakları kadarlar ve sen artık ‘sevgili dünlük’sün!. herhalde bugüne kadar kimse teşekkür etmemiştir sana, ben ediyorum!.

“söz, anlayana söylenir” ve “güzel bir söz de söylüyorsa biri, bu, anlayanın anlamasından ileri gelir..” demiş mevlânâ..

geçmişte bir kelime, bir cümle günler, aylar, yıllarca meşgul ederdi aklı, kalbi, ruhu.. şu meşhur sosyal medya araçlarında artık her şey ışık hızında ve karadeliğe akıyor.. bu demektir ki, kimse kimseyi duymuyor, dinlemiyor..

sitkom tarzı, en fazla üç saniyelik bir balık hâfızaya indirgenmiş bir güdük idrakle yaşamanın ne zor olduğunu, bunu konuşabilecek birileri olmalı?!.

sevgili günlük!. olsaydın burda, dertleşirdik!.