Cuma
ilham ağb… part: tuuu…
... 'gelecek, gelmeyecek' meselesi..
(sonunda geldi ilham ağbi de, kurtulduk şu hikmet yumurtlayamama, söz söyleyememe, yazamama kabızlığından!.
iyi de bu sefer bi söz ishâli?!.
bi bulamadın gitti ortasını?!!.)
...
yetmiş’lerin protest şarkıları, seksenlerin aykırı romanları gibiyim; siyasî ve toplatılan.. izimi süremedim yasaklardan..
bana kalan kendini salmış bi özgüvensizlik, köksüz bi boşvermişlik, bi işi bitmişlik, hoşbeş bi-iki hamasî nutuk, içi boş üç-beş slogan ve aşk ile yörüngesinden fırlamış bomboş bi hayâlcilik ve belâlısı olmak
‘masa yasa kasa’ üçgeninin ağırlık merkezinin..
niye hep dış dış dışlanmak?!.
gitgide daha da bi ‘çağdaşlaşan’ toplumumun ters ilişkilerine soktuğum çomak fenâ ters gelmiş?!. oysa ben de etnisite hiç de mühim olmasa da bu coğrafyada aynı kaderin eline doğmuş, önce bi insanoğlu, sonra da kendi hâlinde bi türktüm; hâliyle de hani tâlimat gereği 'doğru ve çalışkan' olmak zorunda olan, kaderci, çabuk gaz yiyen, dolduruşa çabuk gelen, azcık da hamasî!.
normal olarak da arabeskti müziğim, yozlaşmanın zirvesindeyim.. bu yüzden “hatasız kul olmaz” dediydi bana orhan baba en son ve “hadi gel köyümüze geri dönelim”; ferdi abim..
aslında kenan’ın yarışma programına yaraşır bi soruyu yanlışlıkla sorsam meselâ, tercih sepetinde kemikleşmiş önyargı, zihniyetiyle paydaş paralel, birebir örtüşük ve içinde memlekete dâir ‘çok derin duygular’la dolu ve ama çağdaş da aynı zamanda, fişlenmemiş, fişi çekilip iplenmemiş, sicili tertemiz bi memleketim ‘sanatçı’sına yâni mecbûren biraz ilgilisine sosyal meselelerin, meselâ “ay ışığında süngüsü parlayan candarma”yı, bi merminin ucunu, "yedikule zindanı"nı, “beş yıl hapis yatan”ı gammazlayan puştun devlete haber uçuruşunu ve şâirinin ve müziğini yapan, söyleyen sanatçısının nargilesinin marpucunu, "yok artıııkk?!!." dedirten, bi ağanın yüz köyünü, marabaların nüfusunu, urfa'nın suruç'unu, ondört yaşında bebenin îdâm suçunu, işkencenin en korkuncunu ve ölüm orucunu, bana “dünyada ölümden başkası yalan” diyecek, kesin!.
ardından,
‘bunu hangi mevlânâ’dan aşırdın da a benim candan’ım çağdaşım, kalburüstü, tuzukuruların ‘sanatçı(!)’sı teyzem;
de kaymağını bigüzel yedin?!’ diye sorsam, ağzımı yırtar wallaa!.
inanmadığı şeyi söylememeli insan oysa; hayatının en büyük yalanını.. bu yüzden soruyu değiştiriyorum ve ona özel ‘hormonsuz beypazarı havucu’nu ve şu ‘yok devenin pabucu’nu’ soruyorum, sordum:
'bırak şarkılarında tıraştan taklit, spesifik, çook derin felsefik, felâfisik mevzuulara iç gebeliği, doğurmadan aş ermeyi, mesaj kaygısıyla ıkınmayı da bu, ‘halk içinde muteber’ sorulara cevap ver?!.'
kızma bana candan cıbıldak apla!. toplumsal meselelerime pek ‘duyarlı’sın biliyorum!. ama ben de pek yerliyim be güzelim!. yerli yersizim yâni!. yâni acaip ilkelim, asosyalim, sosyopatım, iticiyim, sevimsizim, ipsizim; sonuçta sorucu değil, içiciyim; iyi içer(ler)im zamlara zumlara, şunlara, karışan çarşıya pazara, baskı-balata ve dayatmalara, iyi söverim.. Sokrat gibi olmasa da müdafaam ve hani ahlakçı, bu, benim düzenimin ibneliklerini karşı gösterdiğim it yüzüm, kaçamadığım uzun elleriyle üstüme kayıtladığı alâmet-i fârika’m..
yoksa ben, sarkmadan tarot açan seksi astrologa, ekranlarda güpegündüz arz-ı endam primat medyumlara, cılkı çıkmış falcı karıya, podyuma kendini teşhire, ‘röntgen’e çıkarmış, tepeden tırnağa ‘sanat’a kesmiş manken kuku’ya ve sanatsal öğelerine bakmadan, şiir-şâir, çanak-çömlek patlatan, hani 'fenâ bi çocuğa benzemiyor' dediği biriydim mahallelimin..
bi balta da bendim; kimsapıma kadar.. kolay ayarlanan, sele çabuk kapılan, gönüllü gladyo alaylarına gönüllü katılan, benliğinden sıyrılamamış, lümpen sürüsü dünyada en kalabalık ülkenin bir bireyiydim..
güdülmenin sefilliğine bir de mücadelesizlik ekle; böyle bir arka bahçede aykırı olmak, ayrık otu olmak, kozasında kıvranan bi kurtçuk olmak gibiydi..
bi zamanlar sâfî oraktım çekiçtim yâni!. yâni pek çekici değildim ama iyi iç çekerdim… ve belâyı musîbeti... fazladan da kaderimden..
paratonerden beterdim!. ve bu yüzden de hep üçyüzaltmış beşti ‘iç acı’lar toplamım.. çünkü işçiydim, emekçiydim ve babamın o biraz işbirlikçi, ağası puştun teki o sendikası nazarında iyi de bi ‘orospu çocuğu’; özür dilerim!. sağım soyan, solum yalan, düzenim çıyan, ortam ‘dolan’dı yâni!. ortasında ben; orta ikiden terk, sınıfım ortadirek; diyalekt ve direkten dönen...
târih o uğursuz 12 eylül'ün 10 yıl filan önceleriydi!.
o zamanlar akşamcıydım, çilingir değildim lakin... velakin; çilingir sofrasına gazoza oturmuşluğum çoktu çocukluğumda çocuklarla..
hiç unutmam, yine bigün içiyoduk; arada beş kasa ankara gazozu, patlatıp bir bir, iki de gazel parlatıp, ortaya karışık salatalara aldırmadan, konserve pilaki, rezerve turşuya karışmadan, andımız da gereği, mecbur 'küçüklerimizi sevip' ve ama şu hörmetli ‘büyük’lerimizi de pek saymadan, boğazda balık, makamında durmadığı gibi yerinde duramayan, hâli vakti yerinde, millî şefimizden mülk zengini keyfi gıcır bi aslan sosyal demokratımın buz gibi boğma aslan sütüne ve yanında pezevengi beyaz leplepi ve beyaz peynir, sularında yüzen rokasına sulanmadan..
ve ama işte, aklıma o an geldi düzenin dümen sularında sandalımı yüzdürebilmeyi bilmeyişim?!. ‘her büyük burna ve burnuna parmağını sokan adam’ unvanımı da bu yüzden aldıydım, törensiz, ilk orda yapışıp üstüme, öyle de kalan.. anlarsınız bunu; başımdan eksilmeyen jüt çuvallardan, çoraplardan, ayak kokularından kurtulamayışımdan..
yâni hakikatte kökü dışarda o en beyaz türklerden olsaydım ve yalıçapkını, iştahı pek yerinde, bekâr ve horoz, pek bakardım 'işi'me, bayaa bi mükellef 'aş'ıma ve dünyanın en güzel geçiş yeri boğaz(ım)’a ve her seferinde polemiğe girmek zorunda kalmazdım, öksürsen işten atmaya bayılan patronumla..
normalde bi patronla işim olmazdı, patronum olmazdı yâni!. şu “eylül” gelmese, olmasa, devrimim gerçekleştiğinde ‘işçipatron’’ ben olacağım için.. fabrikaya el koyarak da olabilirdim ama koyan yerlerimi kırdılardı, daha eylül öncesi, sam amca patentli, sonrasında her şeye el koyan paşalar..
yâni bi patron falan değildim ve işimde iyiydim!. iyi de anlardım ay sonu hesabından; eşit ücrete eşit işe(r), ürettiğime bakar, üreik asidi bol şiirler dökerdim düzenimin üzerine..
yânii; budapeşte’de hamal, şu meşhuuur şengül hamamında peştemal da değildim öyle ama; ama her türlü ‘mal’dım sonuçta..
‘mal’ demek itirazsızlık değil mücellâ çünkü sürtünme kavramı ‘doğa’nın doğasından gelmekte.. işte bu yüzden bitakım bazı ‘dişli’lerinin düzensizliği düzenin, sürüyle geçimsizliği.. olmasaydı, sonsuza dek çalışacaktı? toplum mühendisliğine soyunan süslü sırmalı, aklına mantalitesine soktuklarımın, sığır bacağı, generallerimin 28’li şubatlı bir gecesinde bi brifingle tanıtımını yaptıkları “erke dönergeci” nâm, yâni ayy ben sizin o hiç kullanılmamış batı patent, paşa beyninize; “kaynaksız, kesintisiz enerji(!)” üretecek(!), devr-i dâim, gerçekte ‘sâbit düşünce düzenleme makinesi’?!.
eflatun abi!. devlet dediğinin muhasebesi muvazenesizdir.. ama uysal vatandaş kuralları tanımlı, uygunadım toplum ritüelleri defterleri muntazam, hâfızası sağlamdır; unutmaz ve uyutmaz yelkenine karşı işeyenleri, tekerine taş koyanları..
‘aykırıyı yok edelim!’ yani; böylece merak duygusunu öldürüp, duymayı görmeyi bilmeyi öldürelim.. dolayısıyla tabiatı, insanı..
tanışıp bilişmek de ölür böylece.. yâni böylece geberik yaşayıp gidelim, anlamaya gerek kalmasın!. oysa ‘aykırı’, kasırgaların arasında kalmış sandal, ‘aykırı’, sığınacak bir limanı olmayan bir romantik gemidir; ne pahasına olursa olsun çekip almalı tehlikeli, karanlık sulardan..
işte, iktisat edemiyorum sözümden mücellâ!. okumamışım iki saat bir kitabını “adam simit” denilen adamın.. ama bildiğin 'simit'ini iyi bilirim.. yani anlamam öyle borsa-çapraz kurdan murdan ve camdan cama sarkan, damdan dama atlayan, çatıda düşme pahasına bayan kedi kovalayan, bayan kedi sahibi mahallelinin belalısı tekiri sarman’dan, sermâye piyasasından, bildik göz süzüş gerdan kırışlardan, dandik kur mevzularından.. yâni davulcuya zurnacıya kaçar, azcık boş bırakırsan aykırı alâkam..
başıboş bıraktım ben de özgür olmayı diledim bi ara.. fakat şu (gayr-ı) millî ve pek ‘yersiz’ “özgür kız”ımızı görünce vazgeçtim; çünkü ben neşet ertaş rahmetliyi tee küçüklüğümden tanırdım çünkü benim de büyüyünce “sinemde bi gizli yaram” mecbûren olacak ve iyileşme umudumu karabasanlar basacaktı..
yâni kara saplanacaktı karasabanım; ve veysel’in sazıyla sürecektim gençliğimin ve vatanımın yaslı toprağını
yâni
“gurbet elde dert çekecek bir daracık yerim”
ve
“oturup derdim dökecek bir vefâlı yârim” olsaydı elbet ben de düşmezdim
“ben bu yıl yârimden ayrı” ve gelmezdi başıma “gurbet elde bir hal…”;
böylece, şu sidikli ‘sanatçı’ kızımızın kendince ‘felsefe’ işediği yere kadar gidip, “ben bu yaz (biraz) bronzlaşıp/yer yer yozlaşma”yı ve böylece “kendimden biraz uzaklaşma”yı ben de isterdim..
ben de isterdim yani, denizde teknem, teknemde ‘dalga’m ve radyodan mülhem, ‘uzun dalga’ boyum, böylece ‘bodrum’la, geceleriyle iyi olsun aram, hâttâ ‘sağlam yere dayayalım arkamızı, kimseyi takmayalım, ihalelerimizi sıçtığı yere kadar kovalayalım..
yetmedi; çalalım çırpalım çarpalım, yolalım, yolumuzu bulalım; çok olsun, bizim olsun, hep biz alalım, tez alalım üçünü birden üçün, hızlı tüketelim, çabuk unutalım!’ derdim..
"özgür kız"dan bunalıp, özgürlükten umudu kesince hani şu ne amaca hizmet ettiiği bilinmeyen, o uğursuz 12 eylül’ün öncesi ve sonrası paşababalar ve orr morr hep kor, generaller cuöhuriyetinin ibneliklerini anlatmaya kalkışan şu dingil dallama yazının yukarlarında biyerlerinde sözünü geçirttiğim, hani "örtülüler konserime gelmesin" diyen, ‘ulu bilge kişilik’ candan ablama 'ne kadar da ‘halk’sınız ve ne kadar da ‘sanatçı’ ve tepeden tırnağa nasıl da 'sanat'a kesmiş ve annenizin camına kadar ne kadar da haklısınız?!!' dedim diye halk dilimle bi panelde, beni, yüzüne ve rüzgâra karşı işer gibi eyleme dökmeye çalıştığım ironimi anlamadı.. bu yüzden, o müthiş ince düşünceli, müthiş çağdaş, müthiş ilerici, müthiş derinlikli, müthiş yoğun, sürü kalabalık hayran hıyar kitlesinden ayırt edemedi..
mücellâ!. anayasa’ya ne yazarsa yazsınlar bu borudan aynı ses çıkar; ‘dünyaya kafa tutmak’...
ne çok düşündüm üzerinde?!. ‘ne biliyor ki kafasız kafam, böyle diyor?!’ diyordum.. ah işte, şu tutuculuğum yok mu pek haz etmiyor ama küfür gibi tükürüyorum düzenimin adını..
şimdi gel de modern zamanlarda günlük güneşlik, gündelik dilde otuz kelimenin altında konuşana anlat; nedir, ne değildir aşk?!. dahası;
sonbaharı, ayrılığı, hüznü, teselliyi, suskuyu..
vay canına?!!!. ben aşktan söz edince, gülerek ‘moruk uçmuş’ dediler; rahat mekân, geniş imkân, bol geviş, rerererararagassaraygassaraycimbombom, 'çarşı'lı ve hani olura olmaza sürekli 'karşı'lı ve sarıkanaryam, minik kuşum gençlik?!!.
uçuyordum, haklıydılar.. yani, para-pul, karı-kız-dul peşinde koşacak, en megaloman(yak), en birinci sanatçım, erolum büyükburcum gibi “haydi gençlik hop hop hop” züppe yaşları yaşamadan geçmiştim.. mâlûlen emekli olmuştum hayattan, bi âşık olacak kadar bile vakit kalmamıştı.. bu, onların dilinde ‘gözleri seçemeden daha, ilk ay ışığında armudun irisini dirisini birisini iyisini, ölmeden ölmüşüm’ anlamına geliyordu tamı tamına.. bu yüzden beni bırakıp, toplanıp kavgaya gittiler yan mahalleye, sanki yan komşuya beş çayına gider gibi..
gördün işte, bi tek aşkın ve acının “mış gibi”si olmaz mücellâ, tansiyonumun tepesini attırma!. hâliyle, bırak bi kız vermeye, evermeye, kaz bile vermezler, gütmeye;
ilk gençliğinden bu yana bol bulup ölümü, ötesine berisine sürene?!.
yine de itiraz ettim, son gücümü toplayıp; madem belaltı çalışıyorsunuz “aşk” deyince, biraz boyut değiştirelim ve biraz kurcalayalım saksıları, bildiklerimizi unutarak, çağdaş lügatlere bakalım diye şöyle bi sonuç çıktı;
bahar: çiftleşme mevsimi
ayrılık: manitanın el değiştirmesi...
hüzün: bi ufak tartışmada kendine dakkada yeni sevgili yapan eski sevgilinin ardından, masa arkadaşlarıyla efkar dağıtırken avazı çıktığı kadar bağırıp “ah ulan nâlân orospusu!” deyip şişenin dibine vurmak...
teselli: terk edilişten sonra bi önceki sevgiliye dönüş heyecan: yenisiyle uyum sağlayamayan nâlânın telefonda dönüş haberi...
kavuşma: ah ulan nâlan’ın dönüşünün kabulü ve kutlama töreni; mükellef bi sofra, mum ışığında, akşam yemeği..
ve “aşk”: kafalar o biçim, sabaha dek yatak güreşleri ve ‘mutlu son’!..
...
bunları duyunca ilham ağbi, “ortalığa alenî etmişsin?!!. bi anaarvat dalmamışlığın kalsaydı bari?!. bu ne zıkkım bi şeydir lan, ‘benim hissettiklerimi siz hissedebilseydiniz kesin çekip giderdiniz bu dünyadan’ pozlarında bi ‘derin düşünce’ ve yoğun baskısı altında kalmaktan dolayı bi somurtuk ciddiyet, bi somut asabiyet, objektife çeyrek pozisyon ve ama tam profil porsiyon, vıcık vıcık yapmacık bi hülyalı bakış, bi uzaklara dalış, bi yetkili düşünceci bayii pozları?!. hayatında bi kez de ‘tamam, benim eşek kancık olsun’ desen ölür müsün?!’ dedi, yine aldırmadım çünkü konuşan ilham ağbiydi, her zaman haklıydı ve ona saygısızlık yapamazdım..
bildiğini unutmaktı “aşk” oysa; ayrılıktı, yalnızlıktı, susmaktı.. göze almaktı aşk; yanmayı öğrenmek, itirazsız boyun eğiş, tepkisizlikti.. aşk inanmak, itaatti..
delilikti aşk; cehenneme cennete kadar beklemekti, sonsuzluktu.. aşk, anneye ağlayış, dosta sarılıştı.. aşk azizdi, su gibi..
ben bınları geçirirken içimden, saniyenin milyarda birinde,
“şu candan ablanı pek merak ettim şimdi!.” dedi ilham aabi… “son paragrafsa benlik olmuş!.” diye de ekledi..
ona
‘anlatınca birikmişleri sanki tıkabasa doldurulmuş dolabın açılan kapısından fışkırıyor gibi di mi abi; yaz yaz bitmez bi doluluk?!.’
dedim,
duydu ama “haklısın” demedi..
olsun, ilhâm abi bişeyi dese de demese de her hakkı mahfuzdu içlerimizde!.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder