Çarşamba

hiçkimse!.

... aynıyız seninle!. seninle aynı kötürüm kalplerimiz; dokunulmamaktan buz.. biz; iki üşümüş üşütmüş üşütük iki yarım, iki kayıp, iki yokluk, iki kaçık, iki kaçak, doğuştan çıplak... ... yeryüzünde sığınacak bir saçakaltı olmayanlara özgü bi kayıplar hamamı olsa da yakışsak?!. ... olmayan okuyucuya not: anlam düşüğü, hece bozuğu cümleleri dikkate almayın çünkü hiçbir şey söylemiyorlar!.

2 yorum:

ne dedi ki...

(on iki eylül hikâyeleri-1
1984-ıstanbul)
kayıp kuşağa…
‘hiçkimse’lere…

zeldâ!.
sana önce hayatımın belirsizliğine
kaderimin ilk şekli verdiği o ândan söz etmeliyim;
yıllar öncesinden
hani kendimden o ilk yol ayrımımdan..

dostlukları sıcak, şipşirin, bir kenar mahallesindendim Başkent’in
Cebeci, okullar caddesi yağmur sonrası hep tertemizdi
ve uzaktan aşkları..

henüz on yedi'ydim, fakülte kapısında toy bir öğrenciydim
yoldaşlarımın yollarından ayrıldığım tek nokta, yalnızca
düşünce kulvarımı kendim belirleme sevdâm
ve değiş(tir)mem için tüm zorlamalara inatla direnişimdi
ne geldiyse başıma işte bu yüzden geldi..

sanırım bibaşıma ilk boykot kırma günümdü
hani halkın “yolu”, “birliği”, “kurtuluşu”;
‘yırtılışı’ ve amip misâli, vesair
şu gereksiz bitakım kalabalıklarından birinin elemanlarının hâriçten gelip,
okul içine kalkıştığım o gönüllü atağa engel olmak adına
giriştikleri o kibar(!) iknâ çabaları sırasında, aralarından öne çıkıp
üç gün öncesi, kapıda bizzat elden dağıttığı fraksiyonunu almadım diye
çığlık çığlığa yapışıp yakama ve hırsını alamayıp apış arama
hani sırf şu uzaktan bakıp platonik sevmelerim hatrına
sataşmalarına hiç aldırmadığım
kız diye de hiç el kaldırmadığım
bitişine beş kala mecburen, ona sebep bıraktığım
okulun, o en güzel, en balçık ve militan kızıyla
hani, pırıl pırıl neslimi gözlerden sakladığım
o, uluorta trafiğe kapalı alanda
henüz oluşmaya başlayacak olan
zavallı geleceğimi de karartma pahasına
ileride bana iyi(!) bir hâtıraya dönüşecek
sevgiyle(!) sunduğu o sıkı tekme vesilesiyle tanışmıştım..

oysa o ilk tanışma töreninin hemen ertesinde
sert ve teşrifatçı arkadaşlarına bir kez daha yakalanacak
sırf beni ağırlamak için kurdukları mükellef sofra(!)larında
nice cömert ikrâm(!)larına mazhar olup
‘tıka basa doluyum!. tek lokmaya daha yerim yok, sağolun!’ desem de
ısrarlı tekliflerine eyvallah edip
son bir çelik çekirdeği, belime zorla yiyecektim..

ama canımı asıl yakan bu olmayacaktı zeldâ
şu insancıl(!) sevilmelerden daha çok koyan
yıllar sonra, hani hayat artık ucuzken
hani ben, derviş misali bir lokma bir hırka
ucu ucu(z)una yaşarken
acıyı da kutsarken azcık ucundan
anamdan bile sakladığım o şerefli basuruma
hunhar bir bıçak attırmak için, bir ufak operasyonla
bugün artık oldukça sağlam bir neşter
ve zincir zincir hastaneler sahibi o kızın
o müşfik(!) hekim ellerine
bir garip tesadüfle kendimi çaresiz düşürüşümdü..
lakin Allah var, hiç de tanımazlıktan gelip
yüzüme hiç kaçamak bakmayacak
kapısına gelenin ben olduğumu düpedüz anlayacaktı..
gösterdiği o fevkalâde(!) ilgiye rağmen yine de
gururuma yenilmeyip, hani yıllar önce, önce kendisinin
ve sonra inzibat kültürlü, omzu parlak, bol apolet abisinin
o onulmaz hasar verdiği zavallı cevizlerimin diyetini
utandım da isteyemedim
ve gün geçtikçe omuriliğime daha da bir oturan
o asil kurşundan da hiç söz etmedim..

oysa ne çok isterdim abi-kardeş bir zamanlar
beni başka türlü sevmelerini
o zaman, belki birine, biraz ‘ilkel ve asosyal bir eş’
ötekine ‘serseri bir enişte’ olabilirdim..

zeldâ, yine de nankörlük etmemeliyim şurda
beni, sıkıyönetim bildirileriyle aralarından hiç su sızmayan
o sert sözlü ve çakır gözlü yüzbaşı abisi
o meşum Eylül’den sonra da cidden çok sevmişti..
hani darbe günlerinde ben, ölümüne seviştikçe ölümümle..
haşmetli sevgilerini hiç esirgemeyen nicesi gibi
hiç eksik olmadıydı o da, uzun zaman
o hiç boş kalmayan, hergele(n) meydanı
yolgeçen hanı misâli, kapımdan..

ne dedi ki...

biliyorum, şunca zaman çok şey söyledim şurda zeldâ
ne olur ürkme şu itici sözlerden
hani modernizmin o meşhur deyimiyle
bugün “ot bir hayat”ı şöyle tercih edişime
hani aşırı sosyopatlığıma, fena ilkelliğime
şu insan içine çık(a)mama eylemime bakıp da kınama!
fobi nasıl ki mantığı olmayan korkuysa hani bilimsel dilde
ve nasıl ki azcık insansam ben de
biraz mantıksız olabilirim değil mi?!

ben de severdim yaşamayı zeldâ
hani geceleri bakıp ‘benim’ dediğim
o Şi'râ yıldızı kadar parlak geleceğim(!)
ve nice güzellik kayarak gitse de göğümden..

o zamanlar bilir de severdim hani
çiçeği böceği kuşu tabiatı;
hayatı
dahası;
şiiri şarkıyı ve aşkı
anlayamadığım tek şey yalnızca
hayatın zorlama bir neşeden ibaret olmadığıydı..

zeldâ!. bugün hüznüme bir veznim yok, bağışla
ve şu isyânıma bir kafiyem..
ama her fanî gibi, benim de sırasını bekleyen bir günüm
herkes gibi benim de son saatimde titreyecek bir kuyruğum
bir gün benim de alabildiğine tadacağım bir ‘ölüm’üm var
ve alt tarafı bu bir ölüm olacak, üzülme!.

bak, artık bugün o dipsiz ve karanlık günlerin ilişmiyorum (f)aslına
şu nasırlı geçmişime şöyle görünmez ağlar atıp
âhını çekmiyorum işlemediğim günahlarımın..
bugün, kavgasız kararsız desensiz, düz bir hayatı
nerdeyse dibine tutmuş şu yaşama sevincimle karıp
bir cümleye sığdırma bedbahtlığımı da alıp yanıma
içi boşal(tıl)mış şu kırk bir buçuk bölümlük hikâyemin
en sinik yerlerini silerek, gelip en çarpıcı sahnesine
zevkle kaçırarak dünün o acımtırak tadını
dayanıp ‘son’umun sonuna
hiç uzatmadan son noktasını koyuyor
ve işte, gözüm yine arkada, erkenden vedâ ediyor
ve masalımın sonunu sana
bir kez daha anlatmadan gidiyorum!.