Cuma

rikkat...

selâm olsun;

bilene, anlatana, öğretene, öğrenene!.

rikkat…

ne mânidâr kelime/kavram..

çok az kişiden duydum, duyuyorum.. az olması kelimenin çok derinlerde elmas gibi ve nâdirattan oluşundan olsa gerek.. çok görülse ışıltısı bütün hassas kalplerin gözlerini alır..


Çarşamba

‘çatlak’ şiir!.

“kayıp kutsal kâse”

(ilkokul, ortaokul, lise, ünv. arkadaşları… prof, vekil, bakan, iş adamı, bürokrat, asker, medyatör, berduş, serseri, en tepe mafyasına kadar vs.. sen serseriliği seçtin!.)

kelle kelle, kalıp kalıp, çok satan az okunan, raf metrajlarına ayarlı, para yönetimi, kapital analizi,
hiç de kutsal olmayan ussal konularda saat gibi çalışan kafa kadranlarına uygun kitapları;
siyasi, mali, ekopolitik, hâki renk gündemler belirleyen koca koca paşa paşa beyanatları, kerli ferli açık oturumları, büyük lafları, koca göbekleri, forslu makamları, dolara endeksli bol maaşları, lüks sam amca  arabaları, sık dünya seyahatleri, saygın kredi kartları, eşsiz doğanın tam ortasında, orman içi göl kenarı kütük evleri, okyanus kıyısı muhteşem devremülk sayfiyeleri, dağ turizminin uluslararası merkezinde kışlıkları, muhkem bankalarda sırdaş hesapları, büyük birikimleri vardı..

ve;
"bütün mimarlar yüksek, mühendisler de bir sen kaldın alçak mimar, ey Sinan usta!" diyordu cemal süreyya- “teknokratlar” şiirinde..

diyordum ki ben de
nerde o ‘kayıp kutsal kâse’?!!.

ve işte, gerçekten ne çok kitapları vardı;
kelle kelle, kalıp kalıp, az okunan, çok satılıp
duvarlara uyumlu metrajlı raf
ayarlı kafa kadranlarına
ne de çok okumazlardı onları?!.

oysa tek kelimesini bile anlamadığım şu hayat ezberimdeydi çocukluktan..
kurdu olduğum kitaplar arasında
yoktu ne yazık ki battal boy ve kapkara surat bir “nutuk”…
bilmiyorum, olsaydı ne yazardı
insan prematüresi, Tagore hayranı
ecevit mavisi sidikli bir şâirin kafasına dank eden
ince ayar, bi anayasa kitapçığı..

hani olsaydı,
retorik-hitabet-uz sözlülük-dipsiz belagat nlp teknikleri, ‘hitâb-ıı fenâ etkileme sanatı’ kitabı
çok sözlü yarı aydın, edepsiz edebiyat
tahrip gücü çok yüksek tahrikkâr felsefe
iktisadî kriz, buhrandan çıkış yolları, das kapital
dinamiğin ana stratejisi
ve bir takım bâzı şeyleri diyalektiğin
yine bir şey değişmeyecekti..

oysa en acımasız olanıymış
fakülte kapısında sözsüz ‘ikna odaları’na
itirazsız kabul turları düzenleyen
latince aslından bozma intihalle
‘laik(çi)liğimizin sırları’ kitabının sahibi
kendine ‘ülkenin en sosyal demokratı’ diyen
kudretli komutanların emir eri
yılların hümanisti dekan
memleketin içine eden,
kirli emelleri kutsala değen
amca-yeğen…

şunların eseriymiş, şu en koyu faşizmden kopye
ve antik kırıntılardan mülhem,
şu anakronik manifesto
enformasyon çağı güzellemeleri,
ezilmiş top(lul)uklar için ağır pranga,
zincir bileklik, pembe incili nostaljik gerdan,
aşil sendromu,
dünyanın bol çeşni ordövr tabağına konan
freudsu psikanalist zıpırlıklar
“tarihin sonu”na hunnigton ve fukuyama ikilisi eliyle yapıştırılan
şu fırlamalıklar,
şu puştluk…

zaten bireysel aydınlanma çağıma girişim fecîydi
analitiğin o yırtık düşüncesi
ben daha doğmadan kesmiş yollarımı
Diderot’un şu romantik (s)ayıklamaları sırası
Filozofça Düşünceler’i yakılmadan öncesi
ve sonrasında da yine zenginken kiliseler endüstrisi..

işte, şu leş gibi insanlık cinâyetinin
kaldıracağı kadar da kara latife koyup içine
bal gibi de sulandırmış oldum belki de biraz ben de..

hani “aykırı” demeseler adıma,
ve fişlemeselerdi adımı daha çocuk denecek yaşta, ezberden meselâ, hiç uzatmadan;
‘arzda gezinen tufeyl bir böcek’ unvanı verselerdi bana
taa başta
böyle fena yaramazlıklar yapmaz
ordan burdan, büyük küçük demeden ‘kavram’ yer
böylece beyin çöplüğümde boş bıraktığım
o en müstesna yeri
kuru malumatıyla doldururdum düzenlerinin..

sorduklarında ülkem ve dünya gündemini
‘medeni dünya’nın muhteşem atık dönüşüm projesine
katkıda bulunduğumu hiç inkâr etmez
hem böylece, doğmadan daha fikirlerimin başı da kesilmez
o izbe ideolojik kuytuların ve ağlarından kurtarıp çok anarşist böceği ‘düşünce adamları’nı,
haklı gururunu yaşatırdım kendime, karanlıklarından aydınlığa çıkarmanın hani
hani ‘erken’ bir horoz gibi, şöyle vakitsiz ötmesem?!!.

işte, gözlerim henüz açılmamışken dünyaya
ve her şey bittikten sonra başlattığım iç ihtilâllerimle
şu kapı gibi, yüksek yüksek imtiyazlarla ambalajlı
kapkara adamların
sıkı korunaklı o meskûn mahâl adacıklarının
yangınlar çıkaran kundakçısıydım..

yerleşik düzene alışık değildim, doğru
adım dünya dillerinde ‘yağmacı’
soyum, göçebe mongol Moğol’un soyuyla aynıyken üstelik hani şu Bağdat Kütüphânesini önce yapan,
sonra yıkan
göç topraklarından geldiydi ya atalarım?!.

henüz Elhamra’yı yakmadıydım ama
zaten, eşsiz kütüphanesinin duvarından düşen
tarih atlasının arasından çıkıp şu tanrı belâsı,
tanrı kırbacı Attila,
çoktan çekmişti kılıcını!.

şunlar, toplanıp kıymık kıymık gezinerek
‘kayıp’ diye kakalayıp “kutsal kâse”yi
“kudüs’de, içimizde arıyorlarmış hikâyeden..

hani tarihte, yanılmıyorsam, on üç kez tekrarladıkları seferlerinde şu doğu’lu hâfızamın
o kutsal üçgeninin kızoğlankız kıvrımları arasına
diz çöküp, leş gibi sarhoş,
lekelemeseydi nâmusunu haçlılar
kesmeseydi kökünden şarklı dilimi
ve hintli ve usta ellerimi bileklerimden
dünyanın o en kevâşe, en orospu ‘ana kraliçesi’nin oğlu, o soylu-soğuk ingiliz şu onun nesebi gayr-ı sahih buşth oğlu buşth’u
şu son numarası sio-nazi damadı
ve şu gönüllü kumaları; abdüldolar fahişeleri,
böylece ilkel tezgâhımda dokuduğum
beyaz aziyelerimin etekleri kanlanmaz,
topraklarım kanla sulanmaz,
böylece zehir zemberek su katmazdım pişmiş aşlarına
dikenli gerdanlıklar örüp kelimelerden
şu ‘ölüm amca’larımın boyunlarına asmaz
geçirmezdim taç yerine, o metalik başlarına!.

aşk kırgını…

aşk kırgını, fenâ yaralı biri ağır bedduâ ediyordu;

"kıyamadım, aldatmadım, kandırmadım, güzelim aşkımı zevklerin, eğlencen için hebâ ettim.. beni kimsenin yüzüne bakamayacak duruma getirdin.. allah seni sevildiğini sandığın yerden başın eğik döndürsün, çünkü ben hâlâ uyuyamıyorum!."

cidden çok can yakıcıydı..

bu durumdaki hiç tanımadığı biri için bile çok üzülüyor insan.. bide senle aynı yerlerden hançerlenmişse, acı katmerleniyor..

içim ezildi ya, bi tavsiye vereyim dedim!.

‘cehennemin dibine kadar yolun var’ demeyi dene!. bunu başarana kadar da uykuyu unut dedim ona!.


beni yalnızlığa mahkûm etmeye kalkmayın lo!.

beni yalnızlığa mahkûm etmeye kalkmayın lo!.

doğduğumdan beri koyun koyunayız.. beraber yiyo içiyo gezlyo uyuyoz.. bikez bile kırmadık birbirimizi!.

beni yalnızlıkla tehdit etmeye kalkmayın!. tek yumurta ikizim olur kendisi..
tıpkıyız aynıyız; o ‘ben’im, ben ‘o’!.
doğduğumuzdan beri koyun koyunayız.. yediğimiz içtiğimiz ayrı gltmiyo; beraber yiyoz içiyoz geziyoz uyuyoz..
gül gibi geçiniyoz, bi kez bile kırmadık birbirimizi..

sözümüz var; beraber ölcez!.


ne zor geride kalmak!.

erken gelip çok geç kalmış, büyük bedel ödemiş en talihsiz kuşak için artık çok geç..

inanmış, savaşmış, sonunda aldandığını görmüş, hayata sırtını sonsuza dek dönmüş kayıp kuşağın hasbelkader hayatta kalabilmişleri için çok zor artık inanmak!.

o kadar çok hırpalandılar, yaralandılar, kan ve zaman kaybettiler ki, bu hakikatleri hayatlarına düstur edecek ömürleri kalmadı..

henüz yolun başında, çok şey yitirmeden, dönüp başladığı yere yeniden başlamak?!.
imkânı var mı bunun?!. öte’ye mi bırakılmıştır sevmek, hayatında bir kez olsun ve ilk ve son ve bu sevdâyla sonlansın hayatı, son nefesi bu sevdâ olsun?!.

ne çok bekledi içimizden birileri, sesslzce besleyip içinde o umudu, son nefesine dek!.

ve onlara nasib olan bana olmadı; yapışmadı alnıma kan revân çatışmalarda, asil bir kurşun!.
nasib(!) olan; kucağımda can verneleri oldu!. kulaklarına eğildim, son tenbihatları için;
‘en güzel’e gidiyorsunuz, orda firak yok!. firak burada, geride bıraktıkkarınızda, alıp yanınızda götüremediklerinizde, bende!.


geceydi…

… dedim ‘nen var, ne oldu?!.’

içimde öldü, zâten ölü doğmuş her şey.. ölü doğmuşum.. yaşıyormuş gibi, benden başkalarına yaşama dâir müspet telkinlerle güç veriyormuşum!?!.

en acı şeydi insanları severken, kollarken, sakınırken kendini yok saymak, aralarında kalp ve ruh ve his olarak kaybolmak, bunlarla var olduğunu unutmak..

hayat… büyük ihânetini gördüm kaçıncı kez.. ne çok yanılmak ve aldanmaktan mürekkepti geçmişim.. ihâneti affetmek yeni ihânetlere kapı aralamaktı..

hep gülümsedim.. cesâretle bakıp gözlerinin içine, dikine ve inadına.. ve ne dediyse tersine inandım, yaptım; olduğun yerden söküp alan, süpüren, sürükleyip götüren akıntısına karşı kürek çekerek hayatın.. meydanına çıkıp açık meydan okudum, onu alt etmeye, imkânsıza soyundum..

sevmediklerinle, hiç sevmeyeceklerinle yol yürümeyi yazmışsa yazan kimse ve ne ise sevmediğin şeylerle, sevmediğinle yola çıkma, yol yürüme mecbûriyeti, müddetince, ik adımlık hücrede ağır mahkûmiyetten farksız.. henüz yolun başında başlayan çıldırtıcılığına tahammül yürek ister; berâberinde, yol bitene dek uzadıkça uzayan iğrenç bir pişmanlık duygusuyla... sonuna dek sessiz şikâyetsiz yürümek büyük zarâfet..

insanlara hâlinden şikâyet, kem kaderinden söz etmek kör bir kuyuya seslenmek, hissiz ve sağır ve dilsiz bir duvardan medet ummak gibi…

insanların kahır ekseriyeti derdini hiç umursamaz.. derdinin varlığından açık ve gizli, mutlu olanları bile görürsün..

kötülerin, kötülüğün bütün saldırıları ve yaptıkları her şey ve hayatın kendisi dahî insanın mâsûmiyetini içinde öldürmek, onu tamamen yok etmek içindir..

yapılanlara aldırmazlık, saldırının daha büyükleri için etrafındakilere fırsat vermekti...

iyi niyet, insanı saldırılara açık hâle getirir.. en basit bir böcek karakterliyi bile havalandırır, heveslendirir; şımartıp, küstahça tepene tırmandırmaya yol verir.. az iyi niyet gösterdiğinde en ummadıklarının bile tanınamayacak kadar kötü olduğunu görürsün.. ve sonunda derin ağır pişmanlık girer işin içine.. gerçekten fazlasıyla kötü olan, ağır bir durum bu, insan için..

bile bile lâdes hayat bâzısına.. ve kıpırdamak karşı koyuş değil..

yaşadıkları bâzen büyük mükâfattır insana.. bâzen ilerde sırf yazabilmeni gerçekleştirmek içindir hayat içine ağır yolculuğun.. ondan kurtulmanın yollarını arayacak olmak, sonunda sunacağı muhteşem armağanı daha yolun başında kaybetmek demek..

yolun başı ortası sonuna yakın isyân itiraz etmek, sonunda sunulacak muhteşem bir armağandan vazgeçmek demek..

geçmişi, hayatı sütredir yazarın..

yol boyunca bir adım sonrasını görmesini istemez yaratan.. sonunu görürse oyun bozanlık eder, büyüsünü bozar diye sıkı sıkıya kaçırır gözlerinin önünden, saklar kulun.. başına gelenler, yaşadıkları yaratanın o benzersiz güzellik ‘yazmak’ armağanını ardına gizlemek için insanın önüne koyduğu bir sütredir.. hayatın içinde, yaşarken göremezsin o armağanı, görmeni istemez, yazmanı murat etmiştir çünkü..

yaşadıktan sonrası ‘yazmak’; şâyet tahammül edemeyip ölmezsen?!. insan, yaşarken ona neyin acı verdiğini kaleme döktüğünde ve bunun onun nasıl rahatlattığını gördüğünde yazar olma yoluna da çıkmıştır.. ve zâten hayata dâir yazabilmenin yolundan geçerek de gelmiştir; büyük bedeller karşılığı ve karşısında eğilip bükülmeden, yıkılmadan, altında kalmadan yaşamakla, yaşayarak.. ve adil zafer bu!. ve yazmak için yaşamak gerek..

ve sen yazmamalıydın piyasa yapıp!. bunu araları sûnî yağ-u bal birilerine, birbirlerini bigüzel ağırlayan, yollarına karşılıklı naylon ve ama müthiş göz alıcı çiçekler seren, allahım, ne iltifatlar ne iltifatlar döken, üç adımlık kötürüm kelâm dağarcığından deniz deryâ(!) şiir, hikâye, acun(!) çapında eser(!) derceden tel maşa, kıytırık kalemlere bırakmalıydın!..

büyük tehlikeydi; yıllardır kaçıp sığındığın ininden, kendinden çıkmak, gördün!. yaşamak, geçmişte yaşadıklarından, ideolojik kavga, çatışmalar, işkence, hastane, hapishâne, ölümlerden çok daha zor, ağır, tehlikeli hâle gelmişti.. görmek sonsuz acı vericiydi..

insanın sevmediği bir şey, birilleri ile mecbûri yol yürüyecek, sevmediği aslâ sevemeyeceği bir hayatı yaşayacak olması?!. ve korku, bir şeyi sevememekten kaynaklanan şeydi..

ölümden korkmayanlar… ölümden hiç korkmamak onu seviyor olmak demek.. birinin ölümü seviyor oluşuna anlam veremeyenlere karşı müthiş savunma sözü ve her tür îtirâzı oracıkta bertaraf edecek müthiş gerekçe..

alışmaktan öte, anlaması çok zor.. hâlâ geçmişte kalanlar, orada yaşayanlar için imkânsız hâttâ.. bir anlamı yoktu hayatın ve bir açıklaması da.. ve artık bütün korkuların hücum zamanıydı..

korkuyu çoktan öldürenlerin, yalnızca korkmaktan korkanların düşebileceği en kötü durum, görebilecekleri en acı sondu.. azar azar sonları olacaktı, her saniyesi azap, böyle bir dünyada yaşamak..

karşılıksız, sınırsız seveni, ölümüne fedâkârlığı sevmez bu dünya, bu hayat.. bu hayat, eşsiz güzellikler sanki alelâde bir metâmış gibi, gözlerinin önünde glder glder bir kıymet bilmez nâdana, nobrana, soysuza, zorbaya sırnaşır.. en acısı, en ağırı, o eşsiz güzelliğin göğünden bir yıldız gibi değil, kendini iyi pazarlayan, heybetli dağ gibi gösteren ve fakat piyasanın hâkimi cüce ruhların hoyrat avuçlarının acımasız, hırpânî, kirli parmakları arasından bir toz zerresi misâli akıp gidişi gibi!.

‘kimse vazgeçilemez değildir’… bâzen işte sırf bunu göstermek için kaçar birileri, çekilir aralarından, birilerinin içinden, hayatından; zahmet vermemek için.. kendinden vazgeçerek, kıymetli zahmetli, rahmetsiz, sevdâsız, sahte yaldız huzurlarından kendini çekerek.. kimi de zerre hak etmedikleri halde yine de zarar vermemek için ayakları altından, üstüne basıp kayıp düşmesinler diye çeker kendini, karpuz, muz kabuğu, ıslak sabun gibi hissedip!.

sert ruhlara fazlasıyla yakışan şey; içinden hiç alâmet vermeden insanların hayatlarından sessizce çekiliş., gerçekte bir ricat, bir kaçış değil, muhatabını derin acılarla kıvrandıracak müebbed cezâ, iç cehennemine ağır hapis.. ve bunu yaşatacak olanın bir kadın oluşundan daha ağırı yoktur.. ve yeryüzünde kaybedecek de tek şeyi ise birinin o!. ondan sonrası olmayanlar için ölüm, ölümün iftitâhı..

hayranlık uyandıran, hâttâ kendine âşık ettiren kedi fıtratı… komut almayan, müthiş esrâr dolu yaradılışıyla; hareketlerinde hiç yanıltmaz biçimde açık da?!. insanların duygularını saklayışına, yanıltışlarına, yaralayışlarına baktığında dile gelen cümle, ‘yazık, kedi kadar bile olamıyorlar’ olmalı?!.

bir ihânet, bir aldatış değil bu!. en güzel, en anlamlı yerinde, hiç nedensiz, yüzüstü bırakış değil bu, fıtrat!. fıtrat yanıltmaz ve içinde aranacak bir kusur taşımaz..

bu saatte?!!.

gece sıfır üç iç depremleri uyutmaz!.

aman yarabbî?!. bu ne uykusuzluk, uyumsuzluktur?!!.

ama allah var ve şurda peşin itiraf ediim, son derece insânî hâllerden de neş’et ediyorsa çok hoş ve çok özel bi efekt yaratıyo ruhta, kalpte, bedende, benlikte.. hele ki varlığının, kendinde dâhil, kimsenin umrunda olmayışının getirdiği o mütiş özgürlük duygusunun sularında mütemadî yüzdürüyorsan gemilerini, emniyetli, sâkin kıyılar, sığınacak liman aramayıp?!.

bu çok özel bi his ve mütiş güzel.. acaip bi kirlenmemiş, kirletilmemiş hava, saf oksijenden mürekkep!.

birinin kimselerin umrunda olmayışı, hadi dümdüz ve yerli ve millî bi söylemle de söyleyim, kimsenin hiç de biyerinde olmayışı olgusundan daha güzeli, bunun için yek bi çaba sarfetmeyişinin erişilmez emsâlsiz zenginliğinin hazzını yaşamak..

şu bigânelik?!. müstağnîlik değil, hâşâ, töbe ve billah!.
tam tersi, O’ndan başkasından medet beklememe?!!.
tam bi teslimiyet, tam bi kedi tabiat!.

Kâbe’yi, Gazze'yi, daha da dünyanın sonsuz sayısız meselesini Sâhibi'ne bırakıyom meselâ!. ben O kurbanı olduğumun verdiği, hayatın dünyanın derdini tasasını yasasını masasını kasasını hiç de ipine takıp sallamamak gibi bi eşsiz nîmete, bakılması hep an itibârilik olması gereken sıhhat ve selâmete sonsuz şükrederek, iç huzurumun huzurunun peşine düşüyor, çok sevmekten ziyade çoğu zaman acaip ihtiyacım olan şeyi yapmaya, yalnızlığın o eşsiz kollarına bırakıp ruhumu, lezzetlerinden en mühimi olan o eşsiz hüzn hissini anasının nikaana kadar yaşamaya bakıyorum..

bu saatte keman çalıyom meselâ?!. balıklara!.
düşünüyorum, yeryüzünde hangi mal malak bunca kuşatılmışlık içinde, şu su katılmamış ateş çemberinde, sanki her şeyden hiç habersizmiş gibi, yahut gâvur gibi de bilip, tam göğsünde, bağrında acısını ağrısını, sızısını böğründe zehirli bıçak gibi hissedip de aşağının da aşağısına, dibin dibine yol alan berbat hâl ve gidişini hiç takmadan orasına, çıkıp kendi içinin meydanının tam ortasına, delidumrul, delimemed; harmandalı oynar?!.
kafa acaip kıyak yahut kafayı kırmış yahut ‘aşk ile’ yemiş biri ancak?!.

işte, rutin günlük gündelik, mutad eşikten daha ilk adımını attığında, basit olağan sıradan bi bişey için niyet ve teşebbüsünde o sonsuz çölde kutup ayusuna rastlama fevkâ’l beşer mârifetini gösteren bahtsız bedevî hikâyesinin en öpöz, hakîkî kahramanı gibi sanki, yahut tıpkısı, yahut bizzat olup, dâimî bi kaderin ürünü cehennem içre bi hayatın içinde baskı balata tamamen sıyrık, o ne âlâ, cennet konforu yaşamak diye buna deniyomuş.. çünkü ‘delilik’ ‘aşk’ın ta kendiymiş, hamdolsun!.
başka türlü tahammül edilemez ‘aşk’a!. delirmeden!. daf îman, ölümüne inanmak zaten delilik ya!.

hamdolsun, ‘aşk’tan daha büyük şeyle sınanmak çok daha güzelmiş!.

‘aşk’tan daha büyük şey ne mi?!. yemesi içmesi uykusu, gecesi gündüzü olmayan o ‘deli aşk’ın hiç de biyerinde olmaması, ‘mâşuk’unun!.

kaçıncı yıl, kaçıncı kısım?!.

finali hakikaten de yakışır bir ‘son’lu; yarım da kalmayacak hikâyemden…

“dünya size, ahret bize!.”

kimsenin umrunda olmayacak, olsa bir dişin kovuğunu doldurmayacak, çünkü şöyle bi üstten üstten baktığın zaman bu dünyadan değil, hiç değil..

daha ilkokul dörttü.. ‘bu oğlan böyle giderse ya anarşist, ya da oblomov gibi elâlemin maskarası olur’ demişlerdi; her bi şeyi bilirlik kibrinin gözlüklerinin kalın tozlu camları ardından bakıp gaybı taşlamayı pek seven öğretmenlerim peşin hüküm bağıyla gözlerini kör eylemiş, inatla her şeye bir yakıştırma bulma, kesip eğreti yapıştırma eyleminde bazı kıymetli büyüklerim…

lâkin bu kez haklılardı.. çaresi zor bulunur bi hayâlperestlikle, zaman zaman, kendi kendini yok ediş noktasına geldiğini fark etmeyecek kadar karış karış havada bi aklın ürünüydü şu serseri yaşama, yazma heyecanı..


öyle her önüne gelen heyecan karşısında büyülenip yenilmemesi için bidayeten üzerindeki şu komedik çocuksuluğu atması ve nihâyeten mütehassıs nezaretçiler gözetiminde, şu hassas dönemi sıfır travmasız atlatması ve üçüncü ve son aşamada, şu şekilsiz yazma eylemine bi usûl, edeb, adâb, edebiyat kazandırmak için usta öğretmenler eliyle usulüne uygun terbiye edilmesi gerekti ihtimâl?!.


belki de önce bi ön hazırlık yapılmalı, evvelâ dizginlerini, bilâhare kulağını çekmeli, şu saflığı, miskinliği ve insana inançlılığından bi an evvel kurtarmak için masaya oturtmalı, başında durup, gözlerini üzerinden bir an bile ayırmadan, öyle hemen her şeye hoplayıp zıplamamanın, nötr olmanın, nötr kalmanın yollarını öğretmek için çok çalıştırmalı, gördüğü dokunulmamış bir güzellik, ufacık bir anlam, minicik bir şefkat, zerre-i miskal bir heyecan karşısında ayağının yerden kesilişini, kesilecek oluşunu önlemeli, dur durak, ağır oturak bilen bi adamca artık bi olgunlaşmasını sağlamalıydı..


çivisi çıkmış, uçuk dünya, herkese, her keseye sunacak bir şeyi olan büyük panayır yeri.. karşımda görücüye çıkan yaldızlı hayat iç gıcıklıyor şuh yanlarıyla, nice çağrışımlar oynaştırıyor yalnızlığımın dibinin önünde ve ne cilvelerle.. çekimine kapılıp gidiyor gözlerim bazı, gönlümün bi yanı artlarından sürüklenme hazırlığında; boş bulunup, bomboş bir ânında..


sonra…

sonra kapatıveriyorum penceresini sığınağımın hayata bakan minik mazgalının, yok oluyor gördüklerim, yok oluyor önümde.. aklımda kalan, geçici uçucu, uçuk ve kısa bir yanılsama yalnızca.. ve anlıyorum ki ağır, vıcık vıcık bir pişmanlığın fenâ üzgüsünden korunmuşum bir kez daha, ilâhi elce..


dünya yerinde sayanı ezer geçermiş?!. buyursun, yoluna dikildim, yerimde duruyorum, uyumsuz aykırı; birlikte, senkronize dönmeyeceğim, çekilmeyeceğim de yolundan!.


film gibi!.

esas kız’ın ardından…

delikanlı çok üzgündü… elinde bi fotoğraf, konuşuyordu..
sordum;
‘gönül yarası mı?!.’
o an orda sanki yalnızca o varmış gibi, bakışlarını baktığı şeyden koparmadan konuşmasını sürdürdü:
“bugünlerde günahını çok alıyorum… birçok sebepten!.” dedi, ekledi;
“… sen yanma diye!.”

birden dondu yüzü, ifâdeleri, düşünceleri, duyguları; buz bir cümle buz gibi düştü, kızılkor ateşe, paramparça;

“… sen?!!. şu an başkalarıyla?!!!.”

zehir soluyan düşünceydi…

son nefesine dek sönmeyecek o devâsâ yangının başlamasına an vardı; dipsiz, çıkışsız, karanlık, belirsiz bir uçurum, hemen önünde, içine çekmek için hazır, bekliyordu..

kıyısına geldi, bir adım kala durdu, tutuşmak için şüphenin ilk kıvılcımını bekleyen kalbini son bir gayret tuttu, gerçeğin o acı doğumunun ilk işâretine dek erteleyerek..

başını kaldırdı, bakışlarını ufkun ötesine göçürdü; ardı 
kopkoyu bir sessizlik; sancıdan sancı, işkenceden işkence, azabdan azab bekleyişleri çağıracak cümleyi zor duyulur bir sesle döktü, dudakları arasından;
“günahın?!.. umarım alıyorumdur!.”

dişleri arasından söktüm; hâlâ bir umudu vardı.. oysa çoktan okumuştum gerçeğini.. artık ‘esas oğlan’ı hiç olmayacağı ‘esas kız’ın hayatında bir kenar süsü, tablosunda basit bir eskiz, üç saniyelik hâtırasızlıkta yardımcı figüran, kalbinde kanı durmayacak kahredici kan çıbanı olduğunu..

öte’ye ötelenmişti her şey, her şey susmuştu,
söylenecek söz yoktu,
‘âh be çocuk!.’ bile diyemedim..



Cumartesi

aff..

her şeyi anladığınızda geride affedecek bir şeyin kalmadığını görürsünüz!. çünkü dün olmazsa olmaz bildiğiniz, hayatınız pahasına kıymet verdiğiniz, hayatınızın her ânını derinden etkileyenler müsâmahanızı istismârı tavana çıkarıp, yaptıklarıyla öylesine ikrâh ettirmiş, kendilerini öyle gönülden düşürmüştür ki, toz zerresi bile değillerdir artık!.

ve aslında insan kendini affetmeli önce.. ancak böylece eritebilir içinde kistleşmiş acıyı.. bunu başardığında ikinci iş, o katman katman kistleşmiş acıyı eritip, oluşmasına neden olan acımasız insansıların üzerine lav gibi püskürtmek!.



darbeler artığı…


12 eylül sonrası…

doksanlı yıllardı.. subay eşi yeğeninin düğününde yetmişlik anamı örtüsü yüzünden orduevine almadılardı.. ben, ‘cumhuriyeti yıkacaksın ana!. bak, komutanlar pis pis bakıyolar!. hadi dönelim!.’ dedim, koluna girdim geri götürdüm..

çok içerlemişti anam.. yol boyunca "oğul!. ben ne yaptım askere?!" deyip ağladıydı..
yine de askere gönderdi anam, küçük oğlu özgür'ü.. altı ay kadar haber alamadıydık, güneydoğu’da.. duyduk, yaşıyomuş; çok arkadaşı çatışmalarda sırlanmış…

kafayı sıyırmış geldi.. iki sene uğraştıydık, tek kelime konuşsun, insan içine çıksın diye, nâfile.. kahretti ana-baba..

kimseyle ne görüştü, ne konuştu, ilk yılında.. odaya kapanıp, yerde, küçük metal arabalarla oynuyordu; kibrit çöplerinden yollar, caddeler, kavşaklar, park yerleri yapmış, motor fren, manevra, korba seslerini taklit ederek trafiğe çıkarıyordu..

içeri gireni görmüyodu.. ben hariç.. ağzından donuk ifadelerle, anlamsız da olsa, kelime düşürdüğü tek kişi ben..

eğer bide orduevinde çok sevdiği teyzeoğlunun düğününe anamızı almadıklarını duysa, bilse, anlasa, tam sıyırmak değil, kapısında kendini yakar..

sonra işte, sonra, aradan çeyrek asır bi cumuriyet yılı geçmiş, abd ab israil faşizmi kamusal alan filan zırvalığı kalmamış, bi yaşlı teyze orduevinde torununun düğününe örtüsüyle katılmış, ama yıkılmamış cumhuriyet, şirpençe de çıkmamış, dünyada bi eşi menendi olmayan, zihniyetlerini öptüğümünün o “yassah!” mülâhazacıların mabadlarında; hayret?!!.

ben o eski meş’um günlerin anısına…! arvadına….!

susku…

sonra sustuk... insan kaygısı, yaşamak sancısı, ihânetin öfkesi, isyan ateşi; ne varsa biriktirdiğimiz içimizde, içimize kusar gibi sustuk..

Perşembe

tanıyor, biliyor değilim!. hep olduğu gibi yine bir hayâl ile konuşuyorum.. ve hayâl benim gerçeğim artık..

o kadar uzak ki benden gerçek insanlar.. herkese bir el, bir göz mesafesi olanlar, bana ‘öte’ kadar uzaklar ve bu benim büyük imtihanım..

öyle alıştım, âşinâ oldum ‘hayâl’e, ki bâzen ayırdedemiyorum; hayâl ile gerçeği.. bâzen kendimin bile bir hayâl olduğunu düşünüyorum..

yakın olsun istediklerim en uzak, uzak olsun istediklerim yanıbaşımda?!. ve o kadar uzağım ki gerçeklerden, yıllar yılı en yakınımda olanı bile tanımıyorum.. andolsun tanıyamıyorum!.

bir yabancı gibiyim, bir yolcu; yolunun düştüğü, uğradığı yerlerden bir gölge gibi geçen, tek şeyine dokunmadan dünyanın; kim, ne, nedir, kimdir bilmeden, sormadan anlamadan hayatı, geçip gidiyorum sessizce, hiçbir durağına uğramadan..
bana ait bir şeyi olmayan bu dünyadan öyle de gideceğim; yanıma yalnızca kalbimde yer etmiş hayâlleri, hâyal isimlerimi ve yalnızlığımı alarak…

bide...
sürekli parmak ucunda, popüler, imrenilen, erk sahibi, varsıl, hep üstte ve buyurgan, müthiş ilgi iltifat tezâhürat gören, burnundan kıl aldırmayan, müthiş kibirli, sonuna kadar “viaypi" muamelesi görme isteğiyle yanıp tutuşan, bunun için yaşayan biri var içinde modern insanın..

kalabalıklar içinde sayılamayacak kadar sıradan biri olmayı, kalmayı hayatta kabullenemeyenlere allah yardım etsin!. zavallılar.. kendi içini emen yarasalar, kanlı kurtçuklar onlar..

firavunların tanrılığını tescil için inşa yaptırdığı piramitlerin inşâsı sırasında israiloğlu bi işçi-ücretli köle, dinlenme vakti oturmuş, on binlerce kardeşine mezar keops'u hayran hayran izlerken, "bigün benim de adıma böyle bişe inşâ edilir mi acaba?!. diye sormuş kendine..

velhasıl;
bu zamanda 'insan olmak' zor!. ve bu zamanda 'insan' olup 'insan' kalabilmek ondan da 

Cuma

zûl…

iyiliğin kötülükten özür dilediği bir dünyada yaşamak…

“yerin altının üstünden hayrlı olduğu” zamanın geliş haberini almadan;
öyle olduğu hissine yeminler edecek kadar kuvvetle kapıldığım zamanlardan geçiyoruz..

dünya boğuyor yâ rabb!. meded!.


‘acı’ her dilde aynı!.

ve ‘acı’nın rengi yok. ve bir coğrafyası, belirli biir kalıbı, kalbi de!. ‘acı’ her kalpte aynı!.

ve
‘her şey’in ilk satırında hayatın,
her şeyini fedâ edecek kadar kıymet verdiğin ‘biri’nin kaybının acısı ateşte olmamalı ihtimâl?!.

konuşmak isterdim bunu; büyük kaybını yaşamış biriyle, anlamak isterdim hissiyâtını!. ne çâre ve ne acı ki, artık o yaşamayan biridir!.

yekpâre kişilikler…

… klasik arketip târiflerine uymayan, klişe kalıplara sığmayan ufuksuz, sığ, sınırlı listelerde olmayan…

varlıkları varla yok arası; görünmez, bilinmezler.. ve böyleyken yine hiçbir yere sığamaz, kendilerini hiçbir yere âit hissedemezler…

haymatloslar gibi;
isimsiz, adressiz, kimliksiz, kimsesiz…
bir vatanları olduğu halde vatansız, dünya vatandaşı, ölseler blr mezar taşları olmayacak?!!

ve onlar artık hiçbir şeyin acı vermediği, korkulardan âzade mevkîsizlik, statüsüzlük, düz, desensiz, sâde ve yekpâre kişiliktirler;

ve asil,

ve derin,

ve yalnız!.

kutsal yalnızlık…

bildiğim, bundan büyük varsıllık olsa, onu yazardım buraya!.

ve ‘anlayan’ affeder…

… hayatı, kaderi, insanları… affedemediği tek varlık kendi..

yolunu anlayarak ve kendini böyle afsız ve sessiz yürüyenler, yol boyu daha beter kanarlar..

sonra, acı galip gelip bir yerde, yaralarından söz ederler; kendiyle sözleştiği susku yasasına ihânetinin utancı içinde… ve fakat, bilmezler ki bir yerlerde aynı yarlardan düşüp, aynı yaraların acısıyla yanan birilerinin yangınına su taşırlar..