kelle kelle, kalıp kalıp, çok satan az okunan, raf metrajlarına ayarlı, para yönetimi, kapital analizi,
hiç de kutsal olmayan ussal konularda saat gibi çalışan kafa kadranlarına uygun kitapları;
siyasi, mali, ekopolitik, hâki renk gündemler belirleyen koca koca paşa paşa beyanatları, kerli ferli açık oturumları, büyük lafları, koca göbekleri, forslu makamları, dolara endeksli bol maaşları, lüks sam amca arabaları, sık dünya seyahatleri, saygın kredi kartları, eşsiz doğanın tam ortasında, orman içi göl kenarı kütük evleri, okyanus kıyısı muhteşem devremülk sayfiyeleri, dağ turizminin uluslararası merkezinde kışlıkları, muhkem bankalarda sırdaş hesapları, büyük birikimleri vardı..
ve;
"bütün mimarlar yüksek, mühendisler de bir sen kaldın alçak mimar, ey Sinan usta!" diyordu cemal süreyya- “teknokratlar” şiirinde..
diyordum ki ben de
nerde o ‘kayıp kutsal kâse’?!!.
ve işte, gerçekten ne çok kitapları vardı;
kelle kelle, kalıp kalıp, az okunan, çok satılıp
duvarlara uyumlu metrajlı raf
ayarlı kafa kadranlarına
ne de çok okumazlardı onları?!.
oysa tek kelimesini bile anlamadığım şu hayat ezberimdeydi çocukluktan..
kurdu olduğum kitaplar arasında
yoktu ne yazık ki battal boy ve kapkara surat bir “nutuk”…
bilmiyorum, olsaydı ne yazardı
insan prematüresi, Tagore hayranı
ecevit mavisi sidikli bir şâirin kafasına dank eden
ince ayar, bi anayasa kitapçığı..
hani olsaydı,
retorik-hitabet-uz sözlülük-dipsiz belagat nlp teknikleri, ‘hitâb-ıı fenâ etkileme sanatı’ kitabı
çok sözlü yarı aydın, edepsiz edebiyat
tahrip gücü çok yüksek tahrikkâr felsefe
iktisadî kriz, buhrandan çıkış yolları, das kapital
dinamiğin ana stratejisi
ve bir takım bâzı şeyleri diyalektiğin
yine bir şey değişmeyecekti..
oysa en acımasız olanıymış
fakülte kapısında sözsüz ‘ikna odaları’na
itirazsız kabul turları düzenleyen
latince aslından bozma intihalle
‘laik(çi)liğimizin sırları’ kitabının sahibi
kendine ‘ülkenin en sosyal demokratı’ diyen
kudretli komutanların emir eri
yılların hümanisti dekan
memleketin içine eden,
kirli emelleri kutsala değen
amca-yeğen…
şunların eseriymiş, şu en koyu faşizmden kopye
ve antik kırıntılardan mülhem,
şu anakronik manifesto
enformasyon çağı güzellemeleri,
ezilmiş top(lul)uklar için ağır pranga,
zincir bileklik, pembe incili nostaljik gerdan,
aşil sendromu,
dünyanın bol çeşni ordövr tabağına konan
freudsu psikanalist zıpırlıklar
“tarihin sonu”na hunnigton ve fukuyama ikilisi eliyle yapıştırılan
şu fırlamalıklar,
şu puştluk…
zaten bireysel aydınlanma çağıma girişim fecîydi
analitiğin o yırtık düşüncesi
ben daha doğmadan kesmiş yollarımı
Diderot’un şu romantik (s)ayıklamaları sırası
Filozofça Düşünceler’i yakılmadan öncesi
ve sonrasında da yine zenginken kiliseler endüstrisi..
işte, şu leş gibi insanlık cinâyetinin
kaldıracağı kadar da kara latife koyup içine
bal gibi de sulandırmış oldum belki de biraz ben de..
hani “aykırı” demeseler adıma,
ve fişlemeselerdi adımı daha çocuk denecek yaşta, ezberden meselâ, hiç uzatmadan;
‘arzda gezinen tufeyl bir böcek’ unvanı verselerdi bana
taa başta
böyle fena yaramazlıklar yapmaz
ordan burdan, büyük küçük demeden ‘kavram’ yer
böylece beyin çöplüğümde boş bıraktığım
o en müstesna yeri
kuru malumatıyla doldururdum düzenlerinin..
sorduklarında ülkem ve dünya gündemini
‘medeni dünya’nın muhteşem atık dönüşüm projesine
katkıda bulunduğumu hiç inkâr etmez
hem böylece, doğmadan daha fikirlerimin başı da kesilmez
o izbe ideolojik kuytuların ve ağlarından kurtarıp çok anarşist böceği ‘düşünce adamları’nı,
haklı gururunu yaşatırdım kendime, karanlıklarından aydınlığa çıkarmanın hani
hani ‘erken’ bir horoz gibi, şöyle vakitsiz ötmesem?!!.
işte, gözlerim henüz açılmamışken dünyaya
ve her şey bittikten sonra başlattığım iç ihtilâllerimle
şu kapı gibi, yüksek yüksek imtiyazlarla ambalajlı
kapkara adamların
sıkı korunaklı o meskûn mahâl adacıklarının
yangınlar çıkaran kundakçısıydım..
yerleşik düzene alışık değildim, doğru
adım dünya dillerinde ‘yağmacı’
soyum, göçebe mongol Moğol’un soyuyla aynıyken üstelik hani şu Bağdat Kütüphânesini önce yapan,
sonra yıkan
göç topraklarından geldiydi ya atalarım?!.
henüz Elhamra’yı yakmadıydım ama
zaten, eşsiz kütüphanesinin duvarından düşen
tarih atlasının arasından çıkıp şu tanrı belâsı,
tanrı kırbacı Attila,
çoktan çekmişti kılıcını!.
şunlar, toplanıp kıymık kıymık gezinerek
‘kayıp’ diye kakalayıp “kutsal kâse”yi
“kudüs’de, içimizde arıyorlarmış hikâyeden..
hani tarihte, yanılmıyorsam, on üç kez tekrarladıkları seferlerinde şu doğu’lu hâfızamın
o kutsal üçgeninin kızoğlankız kıvrımları arasına
diz çöküp, leş gibi sarhoş,
lekelemeseydi nâmusunu haçlılar
kesmeseydi kökünden şarklı dilimi
ve hintli ve usta ellerimi bileklerimden
dünyanın o en kevâşe, en orospu ‘ana kraliçesi’nin oğlu, o soylu-soğuk ingiliz şu onun nesebi gayr-ı sahih buşth oğlu buşth’u
şu son numarası sio-nazi damadı
ve şu gönüllü kumaları; abdüldolar fahişeleri,
böylece ilkel tezgâhımda dokuduğum
beyaz aziyelerimin etekleri kanlanmaz,
topraklarım kanla sulanmaz,
böylece zehir zemberek su katmazdım pişmiş aşlarına
dikenli gerdanlıklar örüp kelimelerden
şu ‘ölüm amca’larımın boyunlarına asmaz
geçirmezdim taç yerine, o metalik başlarına!.