Cuma

bu saatte?!!

aman yarabbî?!. bu ne uykusuzluk, uyumsuzluktur?!!.

ama allah var ve şurda peşin itiraf ediim, son derece insânî hâllerden de neş’et ediyorsa, çok hoş ve çok özel bi efekt yaratıyo ruhta, kalpte, bedende benlikte.. hele ki varlığının, kendinde dâhil, kimsenin umrunda olmayışının getirdiği o mütiş özgürlük duygusunun sularında mütemadî yüzdürüyorsan gemilerini, emniyetli, sâkin kıyılar, sığınacak liman aramayıp?!.
bu çok özel bi his ve mütiş güzel.. acaip bi kirlenmemiş, kirletilmemiş hava sunuyo, saf oksijenden mürekkep..

birinin kimselerin umrunda olmayışı, hadi dümdüz ve yerli ve millî bi söylemle de söyleyim, kimsenin hiç de biyerinde olmayışı olgusundan daha güzeli, bunun için yek bi çaba sarfetmeyişinin erişilmez emsâlsiz zenginliğinin hazzını yaşamak..
şu bigânelik?!. müstağnîlik değil, hâşâ, töbe!. tam tersi, O’ndan başkasından medet beklememe?!!. tam bi kedi tabiat!.

Kâbe’yi, Gazze'yi, daha da dünyanın sonsuz sayısız meselesini Sâhibi'ne bırakıyom meselâ!. ben O kurbanı olduğumun verdiği, hayatın dünyanın derdini tasasını yasasını masasını kasasını hiç de ipine takıp sallamamak gibi bi eşsiz nimete, bakılması hep an itibârilik olması gereken sıhhat ve selâmete sonsuz şükrederek, iç huzurumun huzurunun peşine düşüyor, çok sevmekten ziyade çoğu zaman acaip ihtiyacım olan şeyi yapmaya, yalnızlığın o eşsiz kollarına bırakıp ruhumu, lezzetlerinden en mühimi olan o eşsiz hüzn hissini anasının nikaana kadar yaşamaya bakıyorum..

bu saatte keman çalıyom meselâ?!.
düşünüyorum, yeryüzünde hangi mal malak bunca kuşatılmışlık içinde, şu su katılmamış ateş çemberinde, sanki her şeyden hiç habersizmiş gibi, yahut gâvur gibi de bilip, tam göğsünde, bağrında acısını ağrısını, sızısını böğründe zehirli bıçak gibi hissedip de aşağının da aşağısına, dibin dibine yol alan berbat hâl ve gidişini hiç takmadan orasına, çıkıp kendi içinin meydanının tam ortasına, delidumrul, delimemed; harmandalı oynar?!. kafa acaip kıyak yahut kafayı kırmış yahut yemiş biri ancak?!.

işte, rutin günlük gündelik, mutad eşikten daha ilk adımını attığında, basit olağan sıradan bi bişey için niyet ve teşebbüsünde o sonsuz çölde kutup ayusuna rastlama fevkâ’l beşer mârifetini gösteren bahtsız bedevî hikâyesinin en öpöz, hakîkî kahramanı gibi sanki, yahut tıpkısı, yahut bizzat olup, dâimî bi kaderin ürünü cehennem içre bi hayatın içinde baskı balata tamamen sıyrık, o ne âlâ, cennet konforu yaşamak diye buna deniyomuş..

Pazartesi

kayboldum zelâl!.

 … seni bulmama izin ver!.

Cumartesi

kalbe…

bi yerde okumuştum..

diyordu ki;

"kalbe kan pompalamaktan başka görev verince saçmalıyor..”


Perşembe

gazze… yeniden…

yıl dokuzyüzonyedi

Haydarpaşa’dan kalkan Hicaz treni

Ankara’dan geçerken

dedem Hüseyin’i alırken

dedem artık Gazze toprağıyken

şehidken

bugün ben, Filistin’de çocukken..

acil seferleri tehirsiz, rotası intiharlı

bir gemiydim bu kan denizinde

vurulmaktan hiç pirelenmeden, dalıp düş üstü

hayatına fidyeler vermeden yüzen

acemi ördeği, katillerimin

arka bahçelerinin..

işte ben

hiç lekelenmeden

Filistinli bir çocukla

öyle de ölüyordum bir güzel..


en çok bir masum kuzuydum ölüm ağıllarında

bir değil çok post çıkardıkları

önce şu soysuz İngiliz, sonra şunlar

ya çok bereketliydim, ya şu kasaplar(ım) çok hünerli

hiç tükenmedim..


(yağı, doğuya da, batıya da ait olmayan

daha ateş dokunmadan yanan

fanus içinde çerağdım)

batmayan bir yıldız, semâda

Selimiye kandilleri gibi

ışıl ışıl, koca bir Zeytindağı

şehir güzellerinden Granada..

 

kutlu zeytin ağacıydım demek

kurşunlandıkça kanı akan

çarkları arasından geçerken feleğin

ve mekrinden, O her şeyi bilenin(c.c)


yüksek mühendis değildim yani

üstelik alanı elektronik olan

hani, ölümün şu büyük yan sanayi

niye olmadım, bilmiyorum

nobelli bir nükleer fizikçi meselâ..


belki olurdum

isteseydim hesaplamayı bir bombanın düşeceği yeri

kaç binayı birden yerin dibine gömeceğini

kaç ananın ciğerini delip

kaç çocuğun kanını dökeceğini..


kapatıyorum bütün açık hesaplarımı işte, ölerek

tanrının yardımıyla, masumca..

ölmeseydim fosfor bombalarıyla

maazallah, zalimlerden biri olup, belki

“ilâ cehennemî zümerâ”

yakalanıp ensemden

defterim dürülüp

sürtülecektim nâsiyemden..


güzel metafordu hani hayatım

insanlık uykularına..

almalı bir örneğini ve yapıştırmalı

yalnızlığın, yalnız bırakılmışlığın tam ortasına

ölüm sessizliğinin sözlüğüne

ıssızlıkla aynı satıra

yine kanla..


belki ağır/kanlı bir film gibi yaşıyorum Gazze’de hayatı

hani eğlence olsun diye

ölümü renkli camlarından, film gibi izleyenlere..


oysa ben, katillerimin hiç bilmediği bir şey biliyordum

adres sormazdı ölüm, gittiği yerde

ayırmazdı zalim, mazlum

şükür ki herkese bir ölüm vardı

ve ‘ölüm’ herkese..


lili, şu Telawşington’un

dünyaya işaret buyurup

forslu forslu; “işte, fosforlu bombalarımızın nedeni?!” dediği

şu tanklara taş atan çocuk ve gençlere

şu yiğit erlere ben ‘kötüler!’ demedim hiç

ne kötüydüm katillerin nazarında bu yüzden?!


dahası;

Gazze’de ekmek yokken

su yerine ateş içerken

çağdaş Ebrehe ellerinden

şehirleri işgâl edilmiş esmer çocukların

ceplerindeki sapan taşlarına

anneleri ve sofraları yerin dibine geçirilmiş

kanlı bebek başlarına

bir de şu ‘sion talmut’larına bakıp

“evet!. insan değiller bunlar; ölmeliler!” de demedim..


yemedim yani

yerseniz siz, buyrun

Kitap açık..

..

lili! hazır, konu tanrılık taslama üzerineyken

sana şu mekanik tanrı taslaklarından söz edeyim

dünyanın kalbine saldıkları

o taktik ‘yahovatik’ korkulardan..

bakma, o zırhlara bürünmüşlüğüne

o, sürü lügatinde yüzünü gösteremeyen

şalom/şavalak korkak bir sanrıdır..


çıkamazken gökdelen yüksekliğinde

dev sütre gerilerinden, duvar arkalarından

burnunu bile gösteremezken

biraz sıkarken

tek bildiği, çelik kuşlarını salıp

tepeden ateş yağdırmakken

yerde tankları ölüm kusarken

dünya susarken

ve o büyük, sefil lobi katliamı seyrederken

fildişi kulelerinden

bebeler ölür

kadınlar

genç adamlar

elbet günü gelir mahşerin

niye diye sorulur..


soran soracak diye

şu cüretkâr soruyu sormuyorum bugün ben

yalnızca şu kanlı çöle bakıyor

dehşet anlamlar arıyorum

bir bedeli olmalı bu âhın

ve şunları yanıltan yed’ullah’ın

ve bir nedeni

şu kippalı canavarları

o muhkem kalelerinden çıkartışının..


şu ‘ölüm amca’ların kanlı yuvalarından

şu ölüm kuşlarını uçuruşuna

ve derin kuma sürüşlerine bakıp

şu ölümcül ‘konserve kutuları’nı

bir anlam arıyor

ve buluyorum da..


şu tanklar lili

üfürülmüş medyatik nefeslerin şişirdiği

“dünyaya meydan okuyan

titanyum alaşım, yedi kat zırh

ağır çelik aksam, safi çelik merkava”lar;

bir an kapılıp göz boyayan reklâmlarına

gözüm öyle görürken

aklım ‘çelik tabut’ diyor şunlara; ve hiç yanılmıyor

yani ki sapan taşına gelen ‘saf kek

safî keklik’..


bir ‘son sürüş’ gibi geliyor bu

bir ‘ölüm sürüş’ü

cehenneme tırmık çekişi hatırlatıyor

ateşe sürtünüşü..

bu

hani, o yarılıp da Kızıldeniz

atalarını Mısır’dan merhamet çıkarışları

gibi de değil hiç şüphesiz, Tanrının..


ıv

içi yanmasın mazlumların

her zalimin yumuşak bir karnı

atılan her taşın, her ‘taş kalp’in zırhını delecek

Muntakîm bir yanı var..


şu katiller?!

işkembesi en sağlam tiranların bile eritemeyeceği

içlerine oturacak, bir avuç demir leblebiyi

elmas iradeli, şu bir avuç tanrı eri elinden

fena yiyecekler..


dünyanın katliâm karşısında şu ‘sorunsuzluğu’nun

sorumsuzluğunun

şu ‘sorgusuzluğu’nun

şu ‘sorusuzluğu’nun

nedeni buydu demek

şu fena yiyecekler?!


fena yiyecektir taş, lili

fena yiyecektir demir

fena yiyecektir kum

ne fena yiyecektir zakkum..

v

ne büyüksün tanrım

ölmez artık Gazze’li çocuk

ben de..

çıkardın ya şunları Ben-î Kureyzâ kalelerinden

sürdün ya çöle

ve çölün ne batak

ağır tank paletlerine..


fena yiyecektir taş

fena yiyecektir ateş

fena yiyecektir kızgın demir

fena yiyecektir kum

ne fena içecektir zakkum?!


şunlar çok fena yiyecekler 

çok fena yenilecekler

bir bilseler?!

..


1999-2008

Salı

varâk-ı mihr-ü vefâ” üzerine…

yazmak…

'yazmak', seslenmek de kendinden öte, başkalarına; sesini duyurmak..

"yaz!" dedi hep, bizamanların o ihtişamlı günlük günlerinin okuyan yazan herkesleri geçip, göçüp gitmiş, o günlerin eşsiz güzelliğini hâlâ yaşatan, okumaktan hiç vazgeçmeyen biri’leri bana!.
yazmaya yazarım, yazardım da, bugüne dek hep kendi 'iç duvar'larıma ve bâzı da 'dış boş duvarlara', geçmişte o güzelim bloglara, hayat dolu günlük sayfalarına isimsiz adressiz, kimliksiz; yazmaktan yoruldum ve yazarken ıssız kelimelerimin çıkardığı ölümüne sessiz gürültüden kendi sesimi duyamaz oldum..

‘ben de bi vefâ mağduruyum!.’ diycem de, yalanın kuyruklu daniskası olcak şurda; o ısrarla okuyan, okumaktan aslâ vazgeçmeyen, vefânın kralını kraliçesini gösteren, kalbi taa yaradılışında rikkatin o elmas tasında yıkanmış, o biri’leri karşısında eğer de inkâra kalkışırsam, "varâk-ı mihr-ü vefâ" üzerine kalem üşürmüş, Lebîb, Nabî, Mehmet Efendi, Ahmet Efendi ve başka bitakım bâzı ciddî kalem erbâbı amcamların yazdıkları, sözleri kurşun gibi çöker göğsüme abdolsun, maazallah!.
işte, işi bilen şu amcamlar bu fakir adına da toplayıvermiş yakasını mihr-ü vefânın (dileyen de eğer şunların topunu toptan da okur, İ.Pala abimizden; ki “dîvan” da şu anda yaşayan, sayılı bi numaralardan biridir dünyada, divânı da, edebiyatını da iyi tahlil eder kendisi);
“varâk-ı mihr-ü vefâyı kim okur deyû heman/bulsa mecmûa-i âlemden ol âfet koparur”,
“güle gûş ettiremez yok yere bülbül inler/varâk-ı mihr-ü vefâyı kim okur, kim dinler”,
“arz-ı mihr eylemeğe başladı ammâ devrân/varâk-ı mihr-ü vefâyı kim okur, kim dinler”,
“varak-ı mihr ü vefayı kim okur, kim dinler/yırtılub kâğıdımız etse eğer istimdâd”…
yani üç aşşaa beş yukarı, diyolar ki güzel söyleyen adamlar, toptan;
“sevgili, eğer kâinat kitabının biyerinde de mihr-ü vefâya rastlasa, okuyanı kaldı mı ki lan diyerek koparıp atar”,
“bülbül derdini güle duyurabilmek için çırpınıyor, ama çok bekler garibim, çünkü artık vefâyı ne okuyan var, ne takan!. çünkü vefâ’nın, şehr-ıstanbul’da artık bi semt adı olduğunu diyenler çok biliyorlar?!!. vefâ, dünyaca meşhur, tarihi osmanlı’ya dayanan bi boza markası çulluklar, n’aber?!”,
“zamane zıpçıkları bol bol güzellikten sevgiden vefadan aşktan filan söz ediyolar ama, gel gör ki bi tanesi bile dediğinin ne dediğinden haberi yok!. boşboğaz lakırdısı bunlar!.
kitap yüklü merkepler n’olcak!.”,
“bizim kâğıdımız mâbâdı yırtarcasına feryâd idüp etraftan imdâd istimdâd ister durur, ‘O Yüceler Yücesi bi Allah’mızın kulu yok mu lan içinizde, duyup dinleyecek, kulak asıp mihr-ü vefâmızı okuyacak, nekesler?!.’ diye, milletin “taş duvar sağır” dediği o sekîne ehlinden başkasından ses gelmez..”

en son ııı. Selîm dedemiz diyesi olmuş mihr-ü vefâyı ki;
“kıyas etme ki ol şûh-ı cefâ-cû merhamet eyler/ki evrâk-ı vefâ vü mihri kim okur, ya kim dinler?!.” demiş ve şöyle buyurmak istemiş, bugünkü tertemiz Türkiye Türkçemiz ilen;
“sakın o cefâsı çok şuhlar merhamet gösterir sanma; şu dünyada mihr-ü vefâ sayfasını okuyan veya dinleyen mi kaldı ki olum, yazar söylersin?!.”
gördün işte, mâdemkine de “varak-ı mihr-ü vefâ”dan söz ettik, mâdemkine de bi duyanımız dinleyenimiz yok bizim, mihr-ü vefayı bilen anlayan, vefâ gösterenler zafer işâretine kalkmış bi elin parmakları sayısınca bi iki gönül ehli, candosttan başkası değil.. o hâlde bi Gazi Giray gazeli kat’i bi teselli için gelsin, mihr-ü vefâ mağdurlarına;
“gönlümüz şâhîd-i zibâ-yı cihâda verdük/dilber-i mâh-rûy-u yâr-ı peri-rû yerine/seferin çevri çok ümmîd-i vefâ ile velî/olduk aşüftesi bir şûh-u cefa-cû yerine..”
(gönlümüzü cihadın gösterişli güzeline verdik vefâ ümîdi ile.. seferin zahmeti çoktur ammaa, biz cefâ veren şuh bi güzel yerine ona vurulduk, anasını satiim!.)
yani, “divan” yüksek, malûm; çıkmak ayrı bi mesele, çıkınca da inmek yahut düşmek.. ööle yüksek yerler bana göre değil.. hani düşer ne ederim sonra, maazallah kafa, göz?!. zaten dağılmış dağılacağı kadar, yerden göğe kadar haklı ve anasının ak südü kadar da helâl, ağır zehir sitemiyle?!.

iyisi ben ‘hayat’a döneyim yine; ve yine mihr-ü vefânın kuşlarını yeryüzünün o vefâ numûne-i imtisâli biri’lerine vefâsızlığı ayyûka çıkmış bi nezirinbiri’nin gözünün içine içine uçurayım da utansın yaotığından, unutmasın!.
ezcümle; benden iyi bilir ki meseleyi ve vefâyı iyi bilen biri’leri, “hayat” dediğine hiç itimâd etmemek gerek!. "hayat" dediğimiz, herkesle düşüp kalkan ve ammâ ve velâkin, kimseye, kimselere yâr olmayan, vefâsız alüfte, aşüfte!.

affedilmeyecek suç yokmuş, öyle derler!. velâkin nezirinbiri dediğimiz ‘adem’in yaptığı hâriç!. bunu kendi der!. öyle ki,
hayat denen o femme fatâlin kışkırtıcı cazibesine kapılıp vefâdan yana fenâ sınanmışlığının ardından, biri’lerinin huzurunda kendini yerden yerin dibine vurur, pişmanlığı ayyûka çıkmış, hesap günü de ne halt edeceğinin derdine düşerek;
miyavlar da durur böyle, af istimdâd eylerek, kalbini kıyamete dek kanatacak vefâsızlığına!.

yazmak… seslenmek kendinden öte, başkalarına, sesini duyurmak da demek midir?!.

yazmaya yazarım da, ‘duvar’a, ‘duvarlara’, fakir, ben de bi mihr-ü vefâ mâlûlüyüm be aabi, ben de vefâ hazinesinden üç beş kelimecik sadaka isteyup, bi pul bile bulamayanlardanum; tıpkı Lebîb, Nabî, Mehmet Efendi, Ahmet Efendi amcamlar gibi.. bak işi bilen şu amcamlar bu fakir adına da toplayıvermiş yakasını mihr-ü vefânın (dilersen de eğer şunların topunu toptan da okursun İ.Pala abimizden; ki “dîvan” da şu anda yaşayan bir numaradır dünyada, iyi tahlil eder kendisi);

“varâk-ı mihr-ü vefâyı kim okur deyû heman/bulsa mecmûa-i âlemden ol âfet koparur”,

“güle gûş ettiremez yok yere bülbül inler/varâk-ı mihr-ü vefâyı kim okur, kim dinler”,

“arz-ı mihr eylemeğe başladı ammâ devrân/varâk-ı mihr-ü vefâyı kim okur, kim dinler”,

“varak-ı mihr ü vefayı kim okur, kim dinler/yırtılub kâğıdımız etse eğer istimdâd”…


yani güzel abim, üç aşşaa beş yukarı, diyolar ki güzel söyleyen adamlar, toptan;

“sevgili, eğer kâinat kitabının biyerinde de mihr-ü vefâya rastlasa, okuyanı kaldı mı ki lan diyerek koparıp atar”,

“bülbül derdini güle duyurabilmek için çırpınıyor, ama çok bekler garibim, çünkü artık vefâyı ne okuyan var, ne takan!. çünkü vefâ’nın, şehr-ıstanbul’da artık bi semt adı olduğunu diyenler çok biliyorlar?!!. vefâ, dünyaca meşhur, tarihi osmanlı’ya dayanan bi boza markası çulluklar, n’aber?!”,

“zamane zıpçıkları bol bol güzellikten sevgiden vefadan aşktan filan söz ediyolar ama, gel gör ki bi tanesi bile dediğinin ne dediğinden haberi yok!. boşboğaz lakırdısı bunlar!.

kitap yüklü merkepler n’olcak!.”,

“bizim kâğıdımız mâbâdı yırtarcasına feryâd idüp etraftan imdâd sitimdâd ister durur, ‘O Yüceler Yücesi bi Allah’mızın kulu yok mu lan içinizde, duyup dinleyecek, kulak asıp mihr-ü vefâmızı okuyacak, nekesler?!.’ diye, milletin “taş duvar sağır” dediği o sekîne ehlinden başkasından ses gelmez..”

 

en son ııı. Selîm dedemiz diyesi olmuş mihr-ü vefâyı ki;

“kıyas etme ki ol şûh-ı cefâ-cû merhamet eyler/ki evrâk-ı vefâ vü mihri kim okur, ya kim dinler?!.” demiş ve şöyle buyurmak istemiş, bugünkü tertemiz Türkiye Türkçemiz ilen:

“sakın o cefâsı çok şuhlar merhamet gösterir sanma; şu dünyada mihr-ü vefâ sayfasını okuyan veya dinleyen mi kaldı ki olum, yazar söylersin?!.”

 

mademkine de “varak-ı mihr-ü vefâ”dan söz ettik, mademkine de bi duyanımız dinleyenimiz yok bizim, mihr-ü vefayı bilen anlayan, vefâ ehli bi elin zafer işâretine kalkmış bi elin parmakları sayısınca bi iki gönül ehli, candosttan başka, o hâlde bi Gazi Giray gazeli kat’i bi teselli için gelsin, mihr-ü vefâ mağdurlarına;

“gönlümüz şâhîd-i zibâ-yı cihâda verdük/dilber-i mâh-rûy-u yâr-ı peri-rû yerine/seferin çevri çok ümmîd-i vefâ ile velî/olduk aşüftesi bir şûh-u cefa-cû yerine..”

(gönlümüzü cihadın gösterişli güzeline verdik vefâ ümîdi ile.. seferin zahmeti çoktur ammaa, biz cefâ veren şuh bi güzel yerine ona vurulduk, anasını satiim!.)

 

“divan” yüksek, malûm; çıkmak ayrı bi mesele, çıkınca da inmek yahut düşmek.. ööle yüksek yerler bize göre değil.. hani düşer ne ederiz sonra, maazallah?!. iyisi mi ‘hayat’a dönelim biz yine!. “hayat” dediğin, herkesle düşüp kalkan ve ammâ ve velâkin, kimseye yâr olmayan, vefâsız alüfte, aşüfte!.

 

Pazar

yazmak…

bi zamanlar, kendime sıkı yazdığım zamanlar ‘öne ben geçersem kalakalırım.. elimden gelenin en iyisi anlayıp acı çeken bir kalbin izini sürmek’ der, yolunu kanayarak yürüyen yüreklerin artlarında bıraktıkları acının izlerine bakar, peşlerine düşer arardım, habersiz..  geceleri yazardım.. kelimelerim, fırtına vadisinin sona erdiği yerde, yüksek, sık ormanlık dağlarının arasındaki o “güngörmez”suyu gibi, hep geceleri akar, gün ışımasına yakın kesilirdi..  bazen, hiç bilmediklerimin tanımadıklarımın satırlarının altına, bir adı bile olmayan, kalabalıklar içinde öylesine bir ‘adem’ olup, isimsiz adressiz satırlar düşerdim; tek yapabildiğimi yapıp..  sabah olunca sayfalarına bakanlar belirli belirsiz bir iz görür ve fısıldardı; ‘gece biri geçmiş olmalı buradan?!’. bir isim yok, cisim yok; yalnızca bir kalemi tutan bir el.. merak edip bakan bir el görürdü; yalnızca bir el ve parmakları arasında bir kalem.. kelimelerse, bir kalbi, o kalbin sahibine dair bir anlamı işaret ederdi.. işte, yazmak böyle güzeldi..  bir kalp ki zaten, kelimelerine bakılarak bilinir en iyi.. bir kalbi tanımak için kelimelerine bakmak gerek ve kelimeler turnusol kâğıdı gibi açığa çıkarırdı, ölü ya da diri bir kalbi..  yazarak böyle sesleniyorsan ne önemi var ki isimlerin cisimlerin suretlerin, ne önemi var bilmenin; okumak da bir nevi bakıp görmek değil mi?!. .. gün olup, ayrılık vakti gelirdi, kelimelerden, kelimeler kadar kendinden, kalbinden, seslendiklerinden.. insan, sesini duyurmak için çığlık atar.. oysa asıl maksadı, kendi gibi bir çığlığı aramaktır; bir karşı kıyı, yankı bulup dönecek.. insan, bir kalbe bunun için dayar kalbinin kulağını.. bir kalbin derin kırılışı kadardır, aynı yerlerden kırılmış bir başka kalbi arayışı.. duyduğun her sahipsiz çığlık, hayatın sert fırtınalarında, sağanak yağmurlarında kanat çırparak, bir saçakaltı bulup sığınmaya çalışan, göç yolunda yolunu kaybetmiş kuş.. çığlık, annesiz bir kuş; yuvası anlayanın kucağı..  her ses kaynağına nispet edilirmiş, her çığlık bir kalbe işaret.. kim göçe kaldırıp gökyüzüne uçuruyorsa kelimelerini, konacak bir dal, yalnızlığa bakan bir pencere pervazında iki müşfik kelimeyle oracıkta çatılmış, ‘anlam’dan bir yuva arıyordur kelimelerine, kelimelerine gizlediği kalbine..  yazmak hayâl değil.. görünürde kendinden bir alâmet vermese de bir yazıcı hayâl değil.. gerçektir yazmak; acılarımız kadar, katrana bulanmış uykularımız, sıçrayarak uyanışlarımız kadar gerçek, kendi çığlıklarımız kadar..  işte, kelimelerinden anlaşılır bir kalp, gizleyemez kendini, konuşan ve kelimelerin böyle bir sihri var.. 

Perşembe

‘söz’…

‘söz’ dediysem, hafife almamalı; bi fincan kaavenin hatrına biçilen ömür kırk yıllıksa, sözün hatrı bi ömür..

göç yolunda yolunu kaybetmiş kuşların, aynı zamanlarda aynı sevdâlara, aynı acılara tutulmuşluğun, aynı umutlara tutunmuşluğun, aynı anlam ağacına yaslanmışlığın, aynı şehrin aynı akşamlarında aynı ıssız sahillerinde bibaşına denize bakmışlığın, ağlamışlığın hâtırası..

iki satırlık bi hoşbeşin, bi iki şiirin, üç beş şarkının, bir merabanın, yürekten iki kelâmın, uzaktan da olsa salınmış bi selâmın, hatırdan hiç çıkarmamanın, gıyaben de olsa edilmiş bi duânın büyük hatrı var; ve hani de baktın ne bi gelen var, ne giden, ne arayan ne soran, kapını çalan, bir mektup olsun, uzaklardan bi haber eden, yok, artlarından verilmiş bi salânın, geçmişin hiç pörsümeyen hâtıralarına dön yüzünü..

her ne kadar “nisyân ile mâlûl” bir yaradılışın “insan”ı olsak, unutmanın diyarından gelsek de biz, yani ki âdemoğulları, havvakızları, insanevlatları; hatır güzel şey.. hatır saymak, hatırlamak, hâtıra, baş tâcı hâtıraya saygı, unutmamak güzel şey..

benim yerimde olsanız...

... 'benim yerimde olsanız, benim yerimde olmak istemezdiniz!.'

gönül diyo!.

uyuz!.

itimad

itimad... hiçbir çekince olmadan, iç huzuruyla itimad etmek ‘biri’ne?!. hayâti derecede elzem.. ‘biri’ne itimad etmeden nasıl yaşar ki insan?!.

korunaklı bireysel alanının sınırlarını en ufak bir şefkat merhamet gösterisinde kaldırabilen, kalbini hiç çekincesiz açan birinin nasıl çiğnenip tepelendiğini, kendi içinde yaşadığı depremleri travmaları bâzı ruhlar iyi bilir.. belkide sürekli yalnız kalma, olma kararını hayatına geçirmeme, etrafında sanki duyarsız, bişeyden habersiz bi kişilik yansıtır gibi görünmesine sebep de bu, kişinin..


hayatın çok şeyinden uzak durmak, bi tür savunma kalkanı, bir zırh.. lâkin kendi mâcerâ, mecrâsında el yordamıyla ilerleyen biri için etrafını insandan yalıtıp, kendini kimsesiz bırakmak tahammülü zor, çok daha ağır da bir şey..

her yeni engel, çukur ya da tümsekte daha da keskinleşen, zorlaşan, ağırlaşan bir yaşamı çağırmak bu.. münzevilik bile değil.. inzivâ; insanın geçici bir süre kalbini tamir, toparlanma için zaman zaman ciddî ihtiyaç duyduğu bişey.. oysa kapısı dünyaya nerdeyse, kendi dairesinde, yarıçapında tek irtibatsız, tamamen kapalı olmak, kendini diri diri mezara gömmekle de aynı şey..


isimsiz adressiz ve bi kimliksiz olup, kimseyle, en yakınındakilerle bile kelime konuşmadan, ne hayatından ne de yazdıklarından tek kelâm etmeden, kimseye bir şeyi ispat, istek ve gayretinden de hep uzak, dışa açık tek penceresi, tek nefes bacası mektuplarla soluk alıp vermek olan birinin, hem insan sosyal de bir varlıkken sakındığı şey bu kadar önemli ne olabilir ki?!. eşsiz bi hazine desen değil?!.


kendini kendi yalnızlığından imâl etmeye kalkanlar, yeryüzünde rastlanılması zor, tip marka prototiplerdir.. piyasadan aranıp bulunup, toplanıp, kalplerinin dağılmış yakalarının düzeltilmesi cidden de imkânsız derecede zor, imâlat hâtâsı modeller… tamam, insan en çok zararı insan içinde olmaktan görür, doğru bu; ve fakat ve sanırım bazı kalpler bu zararı görmekten çok bu bedbin, karamsar, yüzü de, içi de gülmeyen hâl ile, başkalarına zarar vereceği endişesiyle kaçıyor yalnızlığına.. oysa ki baksın kişi etrafına, ona göre belki harc-ı âlem de olsa bir hayat sürgit devam ediyor, eksikliğini bi-iki can dostun hariç, kimseler hissetmiyor..


kalabalıklar… yalıtmasan kendini, aralarına dalsan, varlığını da kimse hissetmeyecek belki; onlar gibi de kâh gülerek, kâh günlük gündelik şeylerden şikâyet ederek yaşayıp gideceksin aralarında..


çoğu zaman iyi bişey olmasa da, bazen sürüye katılmak, aralarında sıradan, özel olarak sayılamaz biri olmak iyidir.. yalnızlık, eğer kendine yetmeyi başaramıyorsan, emniyetsizdir çoğu zaman; kalabalıksa, emniyetli..


yalnızlık dediğin ne vakit güzel bişeydir?!. biri’nin seni, yalnızlığını anladığı zaman, öyle ‘biri’ hayatında var olduğu zaman..

o, kalbinle kendi kalbi arasında bir köprü kurabilmeyi başarabilmiş biri’dir.. işte o zaman çoğu insana kalbî bi ihtiyaç duymazsın..

onunla kendi kalbin arasında bir sütre bir perde koymaya da ihtiyaç duymazsın.. ve bu, bir kalbin o kutsal dokunulmazlığını ihlâle açmak da değil!.

Pazartesi

garson!. 'iki acı' çek!. demli olsun!.

... sen de bi kâğıt çek şu desteden hicrân abi, bana göstermeden de mendil cebine yerleştir, aynı anda aklından da bi 'dert' tut, onu 'sonsuz'la çarp, 'sayısız'a katla, şimdi tamamını çıkar, göğsüne koy; ölüme dek hiç çıkarmamacasına!.

ne çekmiştin, 'şifâsı ancak ahrete kalmış yara' mı?!.
...
(bu ne şimdi?!. durduk yerde?!.
o kadar da dedik şurda "zırva tevil götürmez!." diye?!.
götürmez de, bu herzeler neyin nesi; a kefalim, sazanım, a çulsuz çulluğum?!.)

hesaplaşma...

(“en azından günün sonunda verdiğim zarardan çok iyilik yapıyorum!.” diyordu; o gün iyi işler yaptığına kendini inandıran, vicdan parlatma yarışında, gece yastığına başını koyduğunda kendini iyi uyutan, kurgusuz, mizansensiz, mîzansız, hesapsız, plansız, ömrünün takvimden düşen her gününü kazanç bilen, sitkom usulü anlık yaşayan, yaşamaya da fenâ kötürüm, hayattan prematüre, dünyaya bigane, kendiyle kavgalı kalbiyle;

naylon bir adam...

ona hiçbir sorumluluk yüklemeyecek şu marka kıytırık hesaplaşmaya yol açan, üzerine kazara konmuş bir zerre haysiyet tozu dışında kendini yargılayabileceği başka bir değeri de yoktu..)

gönül bugün böyle diyo!.

bâzen bir muhayyelin adına "lavinia", "lili", "lelia", bâzen "simlâ", bâzen "matilda", bâzen "biri" der ve sanki karşımızdaymış gibi konuşur, iç dökeriz..

muhayyel ya da değil, isimlerin bir önemi var mı ki?!.

herkesin bir "lili"si, "leylâ"sı, "miâ"sı, "kâmuran"ı, "pirâye"si, "neslihan"ı, "vera"sı, "ziyâde"si, "milena"sı, "lavinia"sı, "zeldâ"sı vardı; ve onların da bi "nâzım"ı, "bi kafka"sı, bi "von mek"i, bi "rimbaud"u, bi "meriç"i, bir "necib"i, bi "mansur"u, bir "nezir"i, bir "özdemir"i, bi "süleymân"ı…

hepsinin kendileri gibi hayat, hayâl, bi dâvâ arkadaşı vardı; mapusundan gurbetinden mektuplar yazdığı..

yani;

la âdemoğulları, havvakızları, insanevlatları!. hepimiz âdem'in çocuklarıyız ve hepimiz birer 'kelime'’!.

âdem'e ilk öğretilen şey de 'kelime'ydi..

kelimeler olmadan konuşamaz insan; ve cehenneme de cennete de 'kelime'lerle gidilir..

ömür dediğimiz bi yol; ve yol çok uzun değil.. lâkin zorlu ve yola yalnız ve kelimesiz çıkılmayacak kadar da ıssız.. kelimem yok ki de demeyin!. yoklayın bi, gerçekte gerçek gözle bakmadığınız kalplerinizi, görün neler çıkacak?!.

bulduğunuzda da bencillik edip esirgemeyin; dökün şuraya!. korkmayın, yemeyiz!. çünkü kelimeler, paylaştıkça çoğalan, şu sanal yol boyunca bi yoldaşlık için ortak yitiğimizdir..

...

gönül böyle diyo!.

gönül yine ne çok konuşuyo!!.

Perşembe

yine mi "aşk"?!. yeter daa!!.

(sen yazma artık!. zırva zerre tevil götürmüyor!.

hem nerede görülmüş ki zırvanın teville bi cinâyet filan işlemeden

yan yana iki adım yürümüşlüğü?!.)

"aşk";

modern zamanlarda parmakla gösterilemeyecek kadar silik olsa da o ‘iyi bildiğimiz, çok yakın tanıdığımız tek yabancı’..

...

 

ey itlâfımın işbirlikçileri
damdan tepeden oluyor biraz ama
size zaman ayıramıyorum, kusura bakmayın
vaktim olmuyor, başımdaki bin derdin başını kaşımaktan
yetişemiyorum, dişlerimi doyurmaktan tırnaklarımı uzatmaya
ve bu yüzden uzanamıyorum, fenâ kaşınan sırtınıza

bitürlü rahatlatamıyorum, affedin

ve şimdilik şu üç beş sayfa satır, sıra dışı ve berbat
bedbaht cümlemi alın
elbette ve kuşkusuz sivriliğini dilimin
batsa da sıkın dişinizi biraz
ve maçanızı;
katlanıverin azcık canım?!!.

bugün binbir gece masallarına benzemeyen
ama uçuk bi masalı da olan hayatıma
şiirsel bir kelime aramayın;

cuk oturan bir hece, bir vezin, bi kafiye
çünkü ben baba ocağı, ana kucağı, sıla sıcağı, yâr sarışı
ve devlet terbiyesi hiç görmeden sokağa düşmüş
yaralı bir kuşağın duyarlı lâkin 'yararsız
serseri bir it'i dediğiniz bir 'hiç'
ağır uykularından hep geç uyanan
bir kimliksiz kimlik, 'ayak takımı'ndan bir 'piç'im;
hani bi sığdırmayıp gittiğiniz kuş kadar adamı
koca dünyanızın koskoca mâbâdına..

ben hayatımın kıvrık uçlarını geceleri açarım
gündüzleri inmek için alçak benliğinizin ahlaksız kıvrımlarına
uluslararası kirli sularınızda yüzen
kiralık düşüncelerinizin apış arasına
ve alçak alçak kaymak için yüksek libidonuza..

 

... niçin?!.

çünkü gece çıkar dolunay
kuşlar seher vakti şakır yalnızlığı
gece çıkar, olmadık bir saatte ve törensiz
aranızda yaşamayı bırak
içimdeki kırmızı başlıklı kızdan bile korkan
korkak kurdun köpek dişleri;
kendini dişlemek için..

inanın ben de biraz insanım

hâliyle tepeden tırnağa zaaf

hani her hüzn-ü kalp sahibi insan gibi

aşk’a da fenâ abazan

ve ama biraz da tuhaf?!.


… tuhaf?!!.
insansız medeniyetinizin yoksuluyum
ve ilkesiz izânsız (m)edeniyetsiz 'insan'ınızın
ruhsuz harmanında yok(sun)luk istifliyorum;
ki
uygun bir zamanda, istifinizin istifine edebileyim?!.

işte
beynimin pelteliği bundan
ve peltekliği dilimin
şu uçuk gülümsemelerim;
anasütü emmemişlikten..


zâfiyetten; etrafıma saçtığım şu bol çelişki
aldatan sahteliğinize, sinsi bakışlarınıza

sînelerinizin künhünde gizlediklerinize

ve ayan beyan yolda bırakışlarınıza karşı
ihtiyat olsun, yolsuz yolculuğumda harcayayım diye
bir kenara ayırdığım, gençlikten kalma şu kaybedişlerim
şu uyumsuzluğum
huzurlarınızda, kaçırmaktan keçilerini huzurumun..

şu bitmeyen kavgam?!!.

‘aşk’ı bilmeyişimden
lâkin dosto’dan kalma suç ve cezâm
düşünce suçlusuyum, cüzamlıyım, cezâlıyım
hayata hep geç kalmaktan bıktım
ve hâliyle dünyanızdan..

çok gerinizde kaldım, gericiyim; geriniz önümde
ve biliyorum, fenâ geri(li)yorum gerinizde
oysa çağınıza yetişmek için heybemde
vardı benim de bi çağdaş masalım;
hani, kötü günler için sakladığım..

masal bu ya
safça, çocukça, mâsumca!.

ben, benim işte o aykırı masalımda
gün gelecek, zeytin yahut elâ yahut yakut

yahut mavi(ş), farketmez;
en güzel bakan, esmer/pembe/beyaz/kumral prensesimi
getirecek kapıma diyordum;

gelecek

ve erken geldiğim, erken kutuplandığım
yarı köylü, varoş kalıntısı külden kültürden alıp
utangaç, gecekondu delikanlılığımı omuzlayıp
atıp son model siyah mersedesinin terkisine
kaçıracaktı tam gaz
gökdelenlerin ardında, korunaklı yaşam adasına
mutluluk ülkesine;
eğer son sayfasını gece geçtiğim bir şehrinizin garında unutmasaydım?!.

...
toydum o zamanlar;
ben gibi ergen/erken serserilere külliyen kapalı

müstahkem şehrinizin kapısından henüz girmiştim
parlak ışıklarına, neon spotlarına takıldı gözlerim
ayaklarım cilâlı bulvarlarınızın cam yüzeyi tretuvar taşlarına;
tökezledim..
heybem sırtımdan böyle uçtu

içinden uçuk masalım

masalımdan ben;
böyle düştük yolun daha başında
yaban ve bana yavan yollarınızın tam ortasına..
..

(miskinin vatanı çöküp kaldığı yerdir
saçaklar evsiz kuşların, sokaklar serserilerin
damlar sahipsiz kedilerin
ve sığınağı;
apartmanların bittiği yerde başlayan teneke mahallesinden de öte
şehrin en uzak ucudur;
yaşamaya yabani, ilkel, ormantik adamların..)

işte, ben sadece bir ‘düş’'tüm
böyle düştüm içinize
yoksa inmezdim kendiliğimden, gerçekliğimden
ve birbirine katmaz trafiğinizi
ortalığı dağıtmaz
düzeninizin içine de etmezdim..
bu yüzden düpedüz yürüyüp üstüme
ortalamadan geçin
alın altınıza, ezin!.
..

sormuyorsunuz, ama

hikâyemde hikâye(m) şu:

‘insan’ delisi bir ‘deli’

düz yolda tökezleyen;

her ‘salak’ gibi…


‘salak’; ki gerçekte ‘insan’ âşığı

saf iyilik havârisi
kötülükten kötülerden kasılır
ve her salak gibi

kendi saflığından asılırdı..

ben de işte,
bi bardak çay, bir paket cigaraya
ciğer tokluğuna çalışıp
asılıp gidiyordum hayatın ipine bi güzel ve ne güzel

hiç de iplemeden..


sonra...
sonra ne olduysa birden
protesto çekerken düzenime
mesâi bitimine beş kala, memur tahliyelerinde
yakalanıp yaka paça
tıkıldım kendi içime..

duâsı makbul kadındı rahmetli bilge nenem
anam onun mükerrer nüshası;
ellerini öpüp, hayr duâsını aldıydım oysa
dönmemek üzere çıkmadan ömürlük gurbetime
ölmeden…
..
(çoğu toprakta dostlarım; ellerimle verdiğim
idamlarda kaybettiğim nicesi, çatışmalarda yitirdiğim kimi
kimi mapus, kimi kaçak
ve çoğunun kayıp izi;
benimle aynı ipin bezi..)
..

hani 'insan delisi' dediysem bi yerde
'insan' delisi

bi yerde 'insan'ın delisi;
bildiğiniz ‘deli’ işte!.


böyle bir deli hayatın tuzukurular için sunduğu olağanüstü menülere
son damlasına kadar minnetsiz bevleden
hayattan düşmüş, berduş biridir
ve en az dünyanın sayılı tımarhânelerinden
bakırköy'ün girişinde, ortada piç gibi bırakılmış
“düşünen adam” heykeli kadar diri
lâkin son milenyumun en absürt en matrak filmi seçilen
“dünyayı kurtaran adam”ın adamı kadar da sevimli..

yani;
toplum ve ‘dr’lar nazarında hasta
ve siktir-i boktan bir adam
devletin ve insanların ve yardım kurumlarının
tüm yardım ve destek vaadlerine
‘sektörel’ açıdan bakar
kavgada(n) tabanları yağlayan, bir zamanlar 'dava arkadaşı' dediği ' eski'lerinin
bugünün parmak ucunda, ışıl ışıl parıldayan parlak 'yeni'leri
eski arkadaşlarının arkalarına bakmadan köşeyi dönüşlerine
ve yıllar sonra rastladığında bi yerde

bi çay tekliflerine..

yoksa bunda ne var; alt tarafı bir bardak çay
daha bi yudum almadan boğazında kalan
şato yavrusu, yüksek plazalarının kapılarına içinden bi tekme
nâmağlup ve mağrur terk etmek ne?!.
görünce öyle “dik duramamışsın yaşama?!.” diye

içinden seslenen
geçmişin asil hatrına kendini azcık örseleyen
alt tarafı bir vicdan?!.

hayatın boyu verdiğin şu ‘kaçık’ profilini
uçukluğun zirvesi, direklere destursuz asmak
kimseleri takmamak?!.

bazılarına ve özellikle de en hakikatli dostum 'deli şevki'ye göre
hani şu, taksim’in orta yerinde
güpegündüz, kimseyi ve kimseye de takmadan
açıp ayıplı yerlerini
sallayıp tek varlığı ‘kutsal âlet’ini
uluorta mal beyanında bulunarak, açık açık
meydana ve maliyeye ve kalabalıklara meydan okuyan
modernizmin şiddetli karşıtı adam
ve eylemine göre onun ki kadar onurluydu belki..

iç, piç, bevliye, intânî, zührevî

çocuk hastalıkları uzmanı dr.lar

‘kafa’ mütehassısı psikiyatrlar, piskologlar ve toplum
ve yargısız yargıçlar böyle demiyor ama?!.
...
şu deli şevki…
niye bu duruma düşmüş; bilmiyor kimse
saf, duygulu, cesur, hoşgörülü, sâkin
bazen ilk kez tren görmüş sığır kadar bön bakan etrafına
bazen olmadığı kadar da kıvrak zekâlı
ve o sürekli kırkbirbuçuk derece ateşle
ilm-i tıbb’ı çileden çıkaracak kadar da soğukkanlı lâkin..

şevki…
hâline bakmadan hasan dağı’na oduna çıkan
kurt inine, sırtlan sürüsüne, it arasına düşünmeden dalan
aldanmaya dâimâ müsait, adanmış ve çokça aldanmış
çabuk kültür edinmiş, ayağı yerden kesik
mustarip, yarı deli
daha el kadar yaşta
aşırı doz başkaldırı yüklenmekten asâbi
inanmış, iyi niyetli, lakin biraz da çelişkili cesur havârî...

dogmatik yani!.
o kadar ki
ölümü alaya alıp, kimsenin korkudan yanaşamadığı güzelim 'tehlike'ye
gözü kapalı nikâhı basan
erken kutuplanıp vaktinden önce olgunlaşmış
mistik, faal, dürüst, fedâi; sadık ve çalışkan kahraman
âcil nizam savaşçısı
ve altmışına iki kalmış kuşağına kötü örnek, oyunbozan;
her devrim hayaline bir kadeh kaldıran
içip sıçıp, herkesin jalesinin kucağına sızan
nostalji puştlarına..

...


bağışla nenem, küçüklükten söz verdiydim de o kadar
ve büyüdüm okudum;

bi oturuşta iki küçük, bir büyük

okulu da yarıda devirip
bi ‘büyük adam’ olamadım lâkin

ve bir sigara içimi olsun huzurlu yaşayıp da
öyle de çekip gidemedim, şu dibi delik dünyadan..

o kadar uğraştım, paklayamadım içimi

içimde şu kendime nefretimi

kurtaramadım
hiçten bir kavga uğruna meze ettiğim gençliğimi
boş yere, yere vurduğum geleceğimi..

işte nenem

sen gittikten sonra başladı uykusuzluk derdim
kendimle problemim..
sen gittin, ben suya düşürdüm doğmamış hayâllerimi
sen gittin, gözü kapalı kaçırdım romantik gemilerimi..

sen gibi, güneşin doğuşunu hiç sektirmedim ama
sen gibi, anam gibi benim de gecemle sabahım hep birdi
‘gece’ dediğim;
bal gibi ‘kabir’di..

sonra…
sonra yıllar yıllar geçti, mecbûren geçtim kavgadan
ben geçtim de hasımlarım geçmedi;
geçmişimin kıvrımlarına saldırdı her fırsatta
aralarına saklı anı parçalarını buldular

daha da küçük parçalarına ayırdılar

yapmayın dedim, ama dinleyen kim?!
zaten bir ömür öğünü olduğum aç kurtlarının

dişleri arasında öğütüldüğüm halde

ve doymayan kursaklarının;
yetmedi, dönüp diş kirâsı ödedim?!.

kendi karasularımın bile yabancısıydım
bandırasız, kuru hayâl gemisi
boş vermiş havâî, özgür, kılıksız serseri
havadar kafa, dar kafadar
volta vuran maltada
belâya tırmık çekip, kralına kafa göz dalan
‘en dayı’sına dayılanan ‘dengesiz dayı’
yakışıksız gösterişsiz, 'romantik kek'
hayatı ipine takmayan
gerçekte kırılgan kelebek
kapanın elinde kalan
korktuklarında ve yalnızlıklarında sarıldıkları
bıktıklarında kenara attıkları ‘oyuncak ayı’..
..
dünyayı tanımak, hayatı anlamak…
ilk gençliğimde çıkmıştım ‘anlama’ya
‘anlam’ için günden bir avuç güneş çalmıştım ilk seferimde
ve geceden bir parça ay
ilerde yol azığım olsun diye
çıkınıma saklamıştım..

yola çıktım…

önceleri yol açıktı
üstümde babamın seferberlikten kalma kaputu
kıvrıldım her gurbette bir duvar dibine
anamın kucağına kıvrılır gibi..

toydum dediydim ya;

daha ilk dişini çıkarmadan dil çıkaran ‘çıkar’a
allah’ı var, güzel de konuşan

ve hep hayret makamında
ama kimsenin duymadığı, dinlemediği, o başka
O’ndan başka!.
..
yalnızken hep açık büfe yürek
kerevetinde sünepe uykularının
kalabalıkta münzevî, kuma gömüp başını
yataklık yapan yürek yangınlarına, acı kundaklayan
günahla arası iyi, kirli tövbekâr
kendi gibilerle paylaşan gecelediği şehrin
talana açıp mor sümbüllü parklarını..
ve yüzünde saklamaya çalıştığı hicrânını

ve hüznünü ehline habersiz umarsız dağıtan
sonbaharının..

artık gassal elinde meyyit değilim
ve derviş gibi sükutta
ortaya karışık geldim, artık aşkın olmadığı yere âidim
yazarak yaşıyorum, duyarsızım çaresizlikten
miskinliğini tekmeliyorum içimin
dışımdaki uğultuya inat..

basit buluyorlar ama;

çizgi film izleyip
ve sağlam karakterli belgeseller
modern zamanlarda iyi gelir diyerek masallar anlatışımı

yaşamaktan yana
canı yanana..

nenem rahmetli derdi;
“idama gidene sakız ısmarlanmaz oğul!.”
ben ısmarlamadım, ama bana ısmarladılar
bu yüzden bi ‘allahaısmarladık!.’ bile diyemedim
varsa ben gibi ve kim de kaldıysa ardımda..

yani beni beklemiyor hiç gündelik telaş
ve bir gelecek, bir kıyak imkân
bu yüzden fenâ sataşıyorum en güçlüsüne
yazılar yazıyorum kan kızılı, çıkmaz boyayla
keyflerini kaçıran böcekler çiziyorum,

iğrenç
havuzbaşı partilerinde midelerini kaldıran;
girişinde fena tehdit içeren

köpekli

özel mülk tabelalı

yüksek korunaklı
özgür kuşlara ötmeye yasaklı duvarlarına
hariçten gazeller de atarak..

dedim ya;
ben de bi insanım, benim de canım var biraz
bu yüzden benim de canım yanar

bu yüzden çoğu zaman yanlış anlarım
e, bu benim âciz

her insan gibi zaaf sahibi insan tarafım
peki ya yanılmayan yanlarım?!!
yoruma kapalı, cinayete kurban…

sırf sokağın adamının aristokrat bi filozoftan
daha derin bir felsefeye sahip olduğunu ispat içindi
hayattan şu düşüşüm;
düşüklüğüm…

anlamaz bunu, soylu kelimelere soysuz anlamlar yüklemekle meşgûl
bilgeliğin peşinde meydan larousse, tdk, anabritanika
bi dünya lûgatte adı geçmeyen acemi ördeği
hayata hep kıçüstü dalan..

bak,

seni kutsuyorum acı!.
başıma başaktan taçsın!.
kaderim adıma örmüş seni
öpüp başıma koymadan önce
kutsal tasında geceden ateşe bastırdığım derin sancıyı
seriyorum alnımın yangınına;
serinliyorum!.
..
işte,
birikmişiz, ırmağa soyunuyoruz; sonsuza akmaya
isyan çocuğuyuz, yakışanı yapıyoruz, kusura bakmayın
açız, ama asfaltta geziyoruz ve kuyruk hep dik
anneciklerimiz bize hangi ihtilâlden gebe kalmışsa?!.

biz böyle iyiyiz; yaşamaktan yana nasipsiz

bedevî bahtsızlığımızla

siz geceye akın
en müstesnâ saatlerinde, en münâsip, mûtenâ yerlerine
alt alta, üst üste akın

üst üste akınlar yapın
bana, bize şehrin en karanlık

en kanayan yerlerini bırakın..

yakışmasa da, işte, pek sünepeyim bugün
şu bi bişeye benzemeyen şiirimsi şeyler benim
vıcık vıcık, şırıl şırıl şıra
en ağdalısından, sulusepken salya

sınıfsız sınıfımda, sınıfta kaldığım hayat bilgisi dersinin
ve yaşamak pazarının talebine dengesiz arzım bir nev’î
kusurudur piyasa bilmezliğimin, çünkü
çobanım, dağlıyım, sürüyüm, halkım

siz ‘koyun’ dediniz, altınızdakini üste çıkarıp

üstünüzdekini alta; koydum..

böyle yapmakla oyunlarınızı mı bozdum?!.
acıttıysa(m) kusura bakmayın!.

şu ‘koyun’ ve şu aykırılığım meselesi?!.

bunu şu şiirimsinin ilerisine bırakıyorum şimdilik

hüznün agorasında yıllandırdığım gurur
ütopya ustaları arasında kaybettiğim şu kalfalığıma dönüyorum..

bunları, ihtimâl siz şiir sevmediğiniz için sevmiş olmalıyım?!.
dilerseniz kafa kafaya verip kafa yapın?!.

uzatmayayım

sevgili hayatım bana
en düş, düşük zamanımda

“ne nekrofilik şeysin böyle sevgilim
yaşa(yama)ma sanatını paveza’dan mı öğrendin?!.

diye sorduydu, yutkunduydum..

yani diyorum ki kestirmeden;
grî bir intihar asıp gitmeselerdi kapıma
daha ilk okuduğumda yaşamamışlığımdan geçer
sonlarıyla beni günde milyon kez vuran
âşık olur “n.zeldâ marmara”ya
şu “özlü tezer”e, “sylvia plath”a

ve daha nice müntehîreye
peşlerinden giderdim;

paveza'yla..

..

zelâl, ey içimde kelimelerine yetişemediğim!.
bilirim;
aşkın
acının
âh’ın
dîl ve ve dil yarasının
öpülünce geçmediğini!.
..
bak, söyletme işte beni, delirtme beni zelâl

senaryoya yazma böyle şeyler;
mahallenin göz bebeği, herkesin sevgilisi, iyilik meleği kız;
ne vardı üniversitede okuyan, mahallede manavlık yapan
ve hem de başka kıza âşık, yakışıklı oğlana
âşık olacak ve aşkını hep gizleyecek ve sonra da?!.

sonra da...
...

“filmin” ve hikâyemin sonunu da sorma, yakışık almaz
yok, yok; yakışık alır da, senin için iyi olmaz
zâten sorsan da söylemem;
ben, anamda benden önce durmayan

dört çocuktan sonra hayata durmuşum

ve hiç iyi etmemişim, biliyorum

kul tasmalı ve ama kendince taslayan

görünce kuduracağımı bile bile

o hâşâ yarıtanrı, tuzukuruları..

“uyuz olacağına kuduz olsun” derdi, o bilge büyükanam
sözünü daha bebelikten dinleyip, hep uçurum kenarlarında gezip
son anda eğreti dallara tutunmamdan belli, sözünü tutuşum..

hadi, benim hikâyem böyle ve saçma
ve bana kimseler “derdin neydi, a çulsuzum?!” da demezler

peki de ama sen nerden nasıl düştün bu dünyaya
ve kalite yaşama layık sen gibi birini
neden getirdi leylekler, benim düş(ük) dünyama?!.

gerçi dünya kadar bi dünya yer var dünyada
sıradan ve herkese olmasa da
fil dişi kuleler, atlas yataklar, kuş tüyü yastıklar?!.

...
işte, hayâlden düşürüp hayata dönüyorum;

içinde olmaktan hiç hazzetmediğim

müsveddelerin, insan taslaklarının arasına

günümüz dünyasına,

kendimi ele veriyorum;

‘garson!. burda acıdan ağlayan biri var

sen ben kesmeyiz, şefi çağır;
teselli etsin, biber acısı gibi bi kaçmış gözüne, aşka hürmeten!.’

böyle diyorum, ama biliyorum;
âşığa istediğin lafı et, iflah olmaz
kızgın tencereye yapışan el misali
dili yapışmış aşka?!.
...

hepimiz bir serâbın peşindeyiz şevki,
sen hayatını kurtarmak için hayatını verdiğin orospu serap’ın,
ben ucuz şarabın!.
insandan kaçmak bir istidat bizde, endişemiz korkak
ve en iyi biz biliriz hüznü
lâkin örtmeye yetmez yüzsüz olmak
ve içimizdeki derin utancın yüzünü..

bak, tevazu benim de kanatlarımı kırdı

yan çizemedim sen gibi ben de
geçenden bir, geçmeyenden bin ömür alan delidumrul hayata
sen gibi elimde ne varsa verdim;
nerdeyse yüzyıldır raylardan kalkmayan inek

ve bugün yavrusu

hani bana da kırk yıl tuz yedirip, su başına götürüp
bi damla içirmeden geri getiren
yetmeyip işkenceden geçiren
ne tehdit okursa okusun
hayzdan nifastan erkten erkeklikten kesilince burnundan soluyan
en istibdat erkeç, en kutsal tosunuma
koyunlar kosun diyerek..

 

yapmayın, yeniden hatırlatmayın

"koyun" demek beni ve içinden kusulduğum şu halkı da

kusturuyor artık

"koyun" dedikçe siz, halk fenâ bozulup 

her içim sıçım seçim saçım gecenizde

iyi iliyorsunuz, fenâ koyuyor da!.
..


işte
uzun zaman olduydu görüşmeyeli şevki
anlatacaklarım çok birikti;
dökecek derdim, aşka dâir itiraflar..
nimet çarpsın, bak sırf o'nu anlatıyor diye
şiir kokladım üstüne;
ve sırf o'na benzedikleri için
gülümsedim güllere
ve;
sırf onun için yazıyorum şuraya
ve
ilk gençliğimde 'yokluk'tan ağaçlara çizemediğim kalbi
yıllar yıllar sonra çizip
içine de hayâlî adını yazdığım

sonra sıkı sıkı kapattığım

muhayyelimi kalbimin üstüne..

muhayyeldi ve ama işte, yaşatışım gerçek gibiydi;

böylece kimselerin keşfedemeyeceği tek kelimesinden vurulduydum

tek kelimesine

ne buram buram zekâ kokan sözleri, ne başka bakışlara benzemeyen bakışı

ki adamın kalbini deşen gözleri
iki ayaklı köpekleri çıldırtan boydan resmi;
hiçbiri ama hiçbiri o tek kelimesine yetişemezdi..

lisânı- hâl ile ‘aşk’ dediydi..

aşk bu, ‘işler ayna, hayat kebap,
keyfler kekâ fotoğrafları’nda durduğu gibi durur mu
kalabalıklarda gezindiği neşeli fasıllar

oyun havası formunda keyfi

yalan yok, akşamları kalbine fenâ düşen gölgeyi
ve yüzünün geceleri hüzzam makamlarına yürüyen yanını görecek
yanında bi tane adam?!!

...


işte, şevki

akıttım içimin cerahatini, sebebi ‘tek taraflı aşk’
ve onun haberi bile yok benden ve bundan
eğer de sen buna yaşamak diyorsan, yaşayayım;
üzerine kan irin kir ve dert sıçratmadan mümkünse yaşamak
bu kahpelikler diyârı dünyada
varsa bir kuytu, bilinmez görünmez bir yer
bir yer de bana ayarla
yoksa,
yaz, kaybetmişler defterine

âcizane!.

sözün özü;
bir çift kömür göz için olmalıydı bütün bunlar; sürmeli
ardından sürünüp, göze alan diyâr diyâr sürülmeyi
ağır söze tahammülü olanlar için..

işte bak, gördün sen de; işe yaramazım
sen gibi beni de hayata içi boş balonlar gibi
salıvermiş işte ilk öğretmenlerim

unutmuşum
sen gibi beleş atılıp

boş tutulmuşum..

bu yüzden her seferinde gemiler batırıyorum içimde
tersim, hayatın tersine kürek çeken, sakar, tersâne işçisiyim
boş zamanlarımda boş durmaz, patronuma içerler

içerim
kıyak kafayla kaynak yaparken devrelerim yanar
çelik tabutumda sıkışan gazım fenâ patlar..


ama
önyargılı değilim ‘son vargı’ya
sıkıldığım zaman yaşamımla oynarım;
kuş kadar canımla, payına düşeni fazlasıyla almış
ağır metal işçisi, kendi ölümünün işbirlikçisi..

yoktu böyle şeyler oysa
bizim zamanımızda, hatırla
harpten yeni çıkmış eski mâlûllüğe

yakışmıyor yeni madalya
yakışmıyor, geçmişin o şânına

bütün acılarıyla bile dimdik;

ihtişâmına!.

işte

kendi kuyusunu kazan kör köstebekleriz
çarparak birbirimize çapraşık yollarımızda
bir ileri bir geri giden
bıraksak yağdanlıkları ellerimizden
daha mı kolay ilerleriz?!.

ölüm o kadar da kötü değil şevki, benden iyi bilirsin;
ölüm sıkı dezenfektan, ona saygı duymayanlara
leş saklayan, necis paklayan, kepâze aklayan dünyaya
ve kokuşmasına..

şevki!. bunca yıl nasıl da saklamışız kendimizi gölgelerimize
tutulmuşken tüm geçitler
burası suskunun elimizden tutup gizlice götürdüğü yer
ve yol açılana kadar
servisten tüm geçişler…

...

1975-78/1980-88/1998...

ankara, b.kesir, eskişehir, samsun, ıstanbul split, zenitsa, mostar, rijeka, trieste, alplerin zirvesi;

ıstanbul...