Perşembe

yine mi "aşk"?!. yeter daa!!.

(sen yazma artık!. zırva zerre tevil götürmüyor!.

hem nerede görülmüş ki zırvanın teville bi cinâyet filan işlemeden

yan yana iki adım yürümüşlüğü?!.)

"aşk";

modern zamanlarda parmakla gösterilemeyecek kadar silik olsa da o ‘iyi bildiğimiz, çok yakın tanıdığımız tek yabancı’..

...

 

ey itlâfımın işbirlikçileri
damdan tepeden oluyor biraz ama
size zaman ayıramıyorum, kusura bakmayın
vaktim olmuyor, başımdaki bin derdin başını kaşımaktan
yetişemiyorum, dişlerimi doyurmaktan tırnaklarımı uzatmaya
ve bu yüzden uzanamıyorum, fenâ kaşınan sırtınıza

bitürlü rahatlatamıyorum, affedin

ve şimdilik şu üç beş sayfa satır, sıra dışı ve berbat
bedbaht cümlemi alın
elbette ve kuşkusuz sivriliğini dilimin
batsa da sıkın dişinizi biraz
ve maçanızı;
katlanıverin azcık canım?!!.

bugün binbir gece masallarına benzemeyen
ama uçuk bi masalı da olan hayatıma
şiirsel bir kelime aramayın;

cuk oturan bir hece, bir vezin, bi kafiye
çünkü ben baba ocağı, ana kucağı, sıla sıcağı, yâr sarışı
ve devlet terbiyesi hiç görmeden sokağa düşmüş
yaralı bir kuşağın duyarlı lâkin 'yararsız
serseri bir it'i dediğiniz bir 'hiç'
ağır uykularından hep geç uyanan
bir kimliksiz kimlik, 'ayak takımı'ndan bir 'piç'im;
hani bi sığdırmayıp gittiğiniz kuş kadar adamı
koca dünyanızın koskoca mâbâdına..

ben hayatımın kıvrık uçlarını geceleri açarım
gündüzleri inmek için alçak benliğinizin ahlaksız kıvrımlarına
uluslararası kirli sularınızda yüzen
kiralık düşüncelerinizin apış arasına
ve alçak alçak kaymak için yüksek libidonuza..

 

... niçin?!.

çünkü gece çıkar dolunay
kuşlar seher vakti şakır yalnızlığı
gece çıkar, olmadık bir saatte ve törensiz
aranızda yaşamayı bırak
içimdeki kırmızı başlıklı kızdan bile korkan
korkak kurdun köpek dişleri;
kendini dişlemek için..

inanın ben de biraz insanım

hâliyle tepeden tırnağa zaaf

hani her hüzn-ü kalp sahibi insan gibi

aşk’a da fenâ abazan

ve ama biraz da tuhaf?!.


… tuhaf?!!.
insansız medeniyetinizin yoksuluyum
ve ilkesiz izânsız (m)edeniyetsiz 'insan'ınızın
ruhsuz harmanında yok(sun)luk istifliyorum;
ki
uygun bir zamanda, istifinizin istifine edebileyim?!.

işte
beynimin pelteliği bundan
ve peltekliği dilimin
şu uçuk gülümsemelerim;
anasütü emmemişlikten..


zâfiyetten; etrafıma saçtığım şu bol çelişki
aldatan sahteliğinize, sinsi bakışlarınıza

sînelerinizin künhünde gizlediklerinize

ve ayan beyan yolda bırakışlarınıza karşı
ihtiyat olsun, yolsuz yolculuğumda harcayayım diye
bir kenara ayırdığım, gençlikten kalma şu kaybedişlerim
şu uyumsuzluğum
huzurlarınızda, kaçırmaktan keçilerini huzurumun..

şu bitmeyen kavgam?!!.

‘aşk’ı bilmeyişimden
lâkin dosto’dan kalma suç ve cezâm
düşünce suçlusuyum, cüzamlıyım, cezâlıyım
hayata hep geç kalmaktan bıktım
ve hâliyle dünyanızdan..

çok gerinizde kaldım, gericiyim; geriniz önümde
ve biliyorum, fenâ geri(li)yorum gerinizde
oysa çağınıza yetişmek için heybemde
vardı benim de bi çağdaş masalım;
hani, kötü günler için sakladığım..

masal bu ya
safça, çocukça, mâsumca!.

ben, benim işte o aykırı masalımda
gün gelecek, zeytin yahut elâ yahut yakut

yahut mavi(ş), farketmez;
en güzel bakan, esmer/pembe/beyaz/kumral prensesimi
getirecek kapıma diyordum;

gelecek

ve erken geldiğim, erken kutuplandığım
yarı köylü, varoş kalıntısı külden kültürden alıp
utangaç, gecekondu delikanlılığımı omuzlayıp
atıp son model siyah mersedesinin terkisine
kaçıracaktı tam gaz
gökdelenlerin ardında, korunaklı yaşam adasına
mutluluk ülkesine;
eğer son sayfasını gece geçtiğim bir şehrinizin garında unutmasaydım?!.

...
toydum o zamanlar;
ben gibi ergen/erken serserilere külliyen kapalı

müstahkem şehrinizin kapısından henüz girmiştim
parlak ışıklarına, neon spotlarına takıldı gözlerim
ayaklarım cilâlı bulvarlarınızın cam yüzeyi tretuvar taşlarına;
tökezledim..
heybem sırtımdan böyle uçtu

içinden uçuk masalım

masalımdan ben;
böyle düştük yolun daha başında
yaban ve bana yavan yollarınızın tam ortasına..
..

(miskinin vatanı çöküp kaldığı yerdir
saçaklar evsiz kuşların, sokaklar serserilerin
damlar sahipsiz kedilerin
ve sığınağı;
apartmanların bittiği yerde başlayan teneke mahallesinden de öte
şehrin en uzak ucudur;
yaşamaya yabani, ilkel, ormantik adamların..)

işte, ben sadece bir ‘düş’'tüm
böyle düştüm içinize
yoksa inmezdim kendiliğimden, gerçekliğimden
ve birbirine katmaz trafiğinizi
ortalığı dağıtmaz
düzeninizin içine de etmezdim..
bu yüzden düpedüz yürüyüp üstüme
ortalamadan geçin
alın altınıza, ezin!.
..

sormuyorsunuz, ama

hikâyemde hikâye(m) şu:

‘insan’ delisi bir ‘deli’

düz yolda tökezleyen;

her ‘salak’ gibi…


‘salak’; ki gerçekte ‘insan’ âşığı

saf iyilik havârisi
kötülükten kötülerden kasılır
ve her salak gibi

kendi saflığından asılırdı..

ben de işte,
bi bardak çay, bir paket cigaraya
ciğer tokluğuna çalışıp
asılıp gidiyordum hayatın ipine bi güzel ve ne güzel

hiç de iplemeden..


sonra...
sonra ne olduysa birden
protesto çekerken düzenime
mesâi bitimine beş kala, memur tahliyelerinde
yakalanıp yaka paça
tıkıldım kendi içime..

duâsı makbul kadındı rahmetli bilge nenem
anam onun mükerrer nüshası;
ellerini öpüp, hayr duâsını aldıydım oysa
dönmemek üzere çıkmadan ömürlük gurbetime
ölmeden…
..
(çoğu toprakta dostlarım; ellerimle verdiğim
idamlarda kaybettiğim nicesi, çatışmalarda yitirdiğim kimi
kimi mapus, kimi kaçak
ve çoğunun kayıp izi;
benimle aynı ipin bezi..)
..

hani 'insan delisi' dediysem bi yerde
'insan' delisi

bi yerde 'insan'ın delisi;
bildiğiniz ‘deli’ işte!.


böyle bir deli hayatın tuzukurular için sunduğu olağanüstü menülere
son damlasına kadar minnetsiz bevleden
hayattan düşmüş, berduş biridir
ve en az dünyanın sayılı tımarhânelerinden
bakırköy'ün girişinde, ortada piç gibi bırakılmış
“düşünen adam” heykeli kadar diri
lâkin son milenyumun en absürt en matrak filmi seçilen
“dünyayı kurtaran adam”ın adamı kadar da sevimli..

yani;
toplum ve ‘dr’lar nazarında hasta
ve siktir-i boktan bir adam
devletin ve insanların ve yardım kurumlarının
tüm yardım ve destek vaadlerine
‘sektörel’ açıdan bakar
kavgada(n) tabanları yağlayan, bir zamanlar 'dava arkadaşı' dediği ' eski'lerinin
bugünün parmak ucunda, ışıl ışıl parıldayan parlak 'yeni'leri
eski arkadaşlarının arkalarına bakmadan köşeyi dönüşlerine
ve yıllar sonra rastladığında bi yerde

bi çay tekliflerine..

yoksa bunda ne var; alt tarafı bir bardak çay
daha bi yudum almadan boğazında kalan
şato yavrusu, yüksek plazalarının kapılarına içinden bi tekme
nâmağlup ve mağrur terk etmek ne?!.
görünce öyle “dik duramamışsın yaşama?!.” diye

içinden seslenen
geçmişin asil hatrına kendini azcık örseleyen
alt tarafı bir vicdan?!.

hayatın boyu verdiğin şu ‘kaçık’ profilini
uçukluğun zirvesi, direklere destursuz asmak
kimseleri takmamak?!.

bazılarına ve özellikle de en hakikatli dostum 'deli şevki'ye göre
hani şu, taksim’in orta yerinde
güpegündüz, kimseyi ve kimseye de takmadan
açıp ayıplı yerlerini
sallayıp tek varlığı ‘kutsal âlet’ini
uluorta mal beyanında bulunarak, açık açık
meydana ve maliyeye ve kalabalıklara meydan okuyan
modernizmin şiddetli karşıtı adam
ve eylemine göre onun ki kadar onurluydu belki..

iç, piç, bevliye, intânî, zührevî

çocuk hastalıkları uzmanı dr.lar

‘kafa’ mütehassısı psikiyatrlar, piskologlar ve toplum
ve yargısız yargıçlar böyle demiyor ama?!.
...
şu deli şevki…
niye bu duruma düşmüş; bilmiyor kimse
saf, duygulu, cesur, hoşgörülü, sâkin
bazen ilk kez tren görmüş sığır kadar bön bakan etrafına
bazen olmadığı kadar da kıvrak zekâlı
ve o sürekli kırkbirbuçuk derece ateşle
ilm-i tıbb’ı çileden çıkaracak kadar da soğukkanlı lâkin..

şevki…
hâline bakmadan hasan dağı’na oduna çıkan
kurt inine, sırtlan sürüsüne, it arasına düşünmeden dalan
aldanmaya dâimâ müsait, adanmış ve çokça aldanmış
çabuk kültür edinmiş, ayağı yerden kesik
mustarip, yarı deli
daha el kadar yaşta
aşırı doz başkaldırı yüklenmekten asâbi
inanmış, iyi niyetli, lakin biraz da çelişkili cesur havârî...

dogmatik yani!.
o kadar ki
ölümü alaya alıp, kimsenin korkudan yanaşamadığı güzelim 'tehlike'ye
gözü kapalı nikâhı basan
erken kutuplanıp vaktinden önce olgunlaşmış
mistik, faal, dürüst, fedâi; sadık ve çalışkan kahraman
âcil nizam savaşçısı
ve altmışına iki kalmış kuşağına kötü örnek, oyunbozan;
her devrim hayaline bir kadeh kaldıran
içip sıçıp, herkesin jalesinin kucağına sızan
nostalji puştlarına..

...


bağışla nenem, küçüklükten söz verdiydim de o kadar
ve büyüdüm okudum;

bi oturuşta iki küçük, bir büyük

okulu da yarıda devirip
bi ‘büyük adam’ olamadım lâkin

ve bir sigara içimi olsun huzurlu yaşayıp da
öyle de çekip gidemedim, şu dibi delik dünyadan..

o kadar uğraştım, paklayamadım içimi

içimde şu kendime nefretimi

kurtaramadım
hiçten bir kavga uğruna meze ettiğim gençliğimi
boş yere, yere vurduğum geleceğimi..

işte nenem

sen gittikten sonra başladı uykusuzluk derdim
kendimle problemim..
sen gittin, ben suya düşürdüm doğmamış hayâllerimi
sen gittin, gözü kapalı kaçırdım romantik gemilerimi..

sen gibi, güneşin doğuşunu hiç sektirmedim ama
sen gibi, anam gibi benim de gecemle sabahım hep birdi
‘gece’ dediğim;
bal gibi ‘kabir’di..

sonra…
sonra yıllar yıllar geçti, mecbûren geçtim kavgadan
ben geçtim de hasımlarım geçmedi;
geçmişimin kıvrımlarına saldırdı her fırsatta
aralarına saklı anı parçalarını buldular

daha da küçük parçalarına ayırdılar

yapmayın dedim, ama dinleyen kim?!
zaten bir ömür öğünü olduğum aç kurtlarının

dişleri arasında öğütüldüğüm halde

ve doymayan kursaklarının;
yetmedi, dönüp diş kirâsı ödedim?!.

kendi karasularımın bile yabancısıydım
bandırasız, kuru hayâl gemisi
boş vermiş havâî, özgür, kılıksız serseri
havadar kafa, dar kafadar
volta vuran maltada
belâya tırmık çekip, kralına kafa göz dalan
‘en dayı’sına dayılanan ‘dengesiz dayı’
yakışıksız gösterişsiz, 'romantik kek'
hayatı ipine takmayan
gerçekte kırılgan kelebek
kapanın elinde kalan
korktuklarında ve yalnızlıklarında sarıldıkları
bıktıklarında kenara attıkları ‘oyuncak ayı’..
..
dünyayı tanımak, hayatı anlamak…
ilk gençliğimde çıkmıştım ‘anlama’ya
‘anlam’ için günden bir avuç güneş çalmıştım ilk seferimde
ve geceden bir parça ay
ilerde yol azığım olsun diye
çıkınıma saklamıştım..

yola çıktım…

önceleri yol açıktı
üstümde babamın seferberlikten kalma kaputu
kıvrıldım her gurbette bir duvar dibine
anamın kucağına kıvrılır gibi..

toydum dediydim ya;

daha ilk dişini çıkarmadan dil çıkaran ‘çıkar’a
allah’ı var, güzel de konuşan

ve hep hayret makamında
ama kimsenin duymadığı, dinlemediği, o başka
O’ndan başka!.
..
yalnızken hep açık büfe yürek
kerevetinde sünepe uykularının
kalabalıkta münzevî, kuma gömüp başını
yataklık yapan yürek yangınlarına, acı kundaklayan
günahla arası iyi, kirli tövbekâr
kendi gibilerle paylaşan gecelediği şehrin
talana açıp mor sümbüllü parklarını..
ve yüzünde saklamaya çalıştığı hicrânını

ve hüznünü ehline habersiz umarsız dağıtan
sonbaharının..

artık gassal elinde meyyit değilim
ve derviş gibi sükutta
ortaya karışık geldim, artık aşkın olmadığı yere âidim
yazarak yaşıyorum, duyarsızım çaresizlikten
miskinliğini tekmeliyorum içimin
dışımdaki uğultuya inat..

basit buluyorlar ama;

çizgi film izleyip
ve sağlam karakterli belgeseller
modern zamanlarda iyi gelir diyerek masallar anlatışımı

yaşamaktan yana
canı yanana..

nenem rahmetli derdi;
“idama gidene sakız ısmarlanmaz oğul!.”
ben ısmarlamadım, ama bana ısmarladılar
bu yüzden bi ‘allahaısmarladık!.’ bile diyemedim
varsa ben gibi ve kim de kaldıysa ardımda..

yani beni beklemiyor hiç gündelik telaş
ve bir gelecek, bir kıyak imkân
bu yüzden fenâ sataşıyorum en güçlüsüne
yazılar yazıyorum kan kızılı, çıkmaz boyayla
keyflerini kaçıran böcekler çiziyorum,

iğrenç
havuzbaşı partilerinde midelerini kaldıran;
girişinde fena tehdit içeren

köpekli

özel mülk tabelalı

yüksek korunaklı
özgür kuşlara ötmeye yasaklı duvarlarına
hariçten gazeller de atarak..

dedim ya;
ben de bi insanım, benim de canım var biraz
bu yüzden benim de canım yanar

bu yüzden çoğu zaman yanlış anlarım
e, bu benim âciz

her insan gibi zaaf sahibi insan tarafım
peki ya yanılmayan yanlarım?!!
yoruma kapalı, cinayete kurban…

sırf sokağın adamının aristokrat bi filozoftan
daha derin bir felsefeye sahip olduğunu ispat içindi
hayattan şu düşüşüm;
düşüklüğüm…

anlamaz bunu, soylu kelimelere soysuz anlamlar yüklemekle meşgûl
bilgeliğin peşinde meydan larousse, tdk, anabritanika
bi dünya lûgatte adı geçmeyen acemi ördeği
hayata hep kıçüstü dalan..

bak,

seni kutsuyorum acı!.
başıma başaktan taçsın!.
kaderim adıma örmüş seni
öpüp başıma koymadan önce
kutsal tasında geceden ateşe bastırdığım derin sancıyı
seriyorum alnımın yangınına;
serinliyorum!.
..
işte,
birikmişiz, ırmağa soyunuyoruz; sonsuza akmaya
isyan çocuğuyuz, yakışanı yapıyoruz, kusura bakmayın
açız, ama asfaltta geziyoruz ve kuyruk hep dik
anneciklerimiz bize hangi ihtilâlden gebe kalmışsa?!.

biz böyle iyiyiz; yaşamaktan yana nasipsiz

bedevî bahtsızlığımızla

siz geceye akın
en müstesnâ saatlerinde, en münâsip, mûtenâ yerlerine
alt alta, üst üste akın

üst üste akınlar yapın
bana, bize şehrin en karanlık

en kanayan yerlerini bırakın..

yakışmasa da, işte, pek sünepeyim bugün
şu bi bişeye benzemeyen şiirimsi şeyler benim
vıcık vıcık, şırıl şırıl şıra
en ağdalısından, sulusepken salya

sınıfsız sınıfımda, sınıfta kaldığım hayat bilgisi dersinin
ve yaşamak pazarının talebine dengesiz arzım bir nev’î
kusurudur piyasa bilmezliğimin, çünkü
çobanım, dağlıyım, sürüyüm, halkım

siz ‘koyun’ dediniz, altınızdakini üste çıkarıp

üstünüzdekini alta; koydum..

böyle yapmakla oyunlarınızı mı bozdum?!.
acıttıysa(m) kusura bakmayın!.

şu ‘koyun’ ve şu aykırılığım meselesi?!.

bunu şu şiirimsinin ilerisine bırakıyorum şimdilik

hüznün agorasında yıllandırdığım gurur
ütopya ustaları arasında kaybettiğim şu kalfalığıma dönüyorum..

bunları, ihtimâl siz şiir sevmediğiniz için sevmiş olmalıyım?!.
dilerseniz kafa kafaya verip kafa yapın?!.

uzatmayayım

sevgili hayatım bana
en düş, düşük zamanımda

“ne nekrofilik şeysin böyle sevgilim
yaşa(yama)ma sanatını paveza’dan mı öğrendin?!.

diye sorduydu, yutkunduydum..

yani diyorum ki kestirmeden;
grî bir intihar asıp gitmeselerdi kapıma
daha ilk okuduğumda yaşamamışlığımdan geçer
sonlarıyla beni günde milyon kez vuran
âşık olur “n.zeldâ marmara”ya
şu “özlü tezer”e, “sylvia plath”a

ve daha nice müntehîreye
peşlerinden giderdim;

paveza'yla..

..

zelâl, ey içimde kelimelerine yetişemediğim!.
bilirim;
aşkın
acının
âh’ın
dîl ve ve dil yarasının
öpülünce geçmediğini!.
..
bak, söyletme işte beni, delirtme beni zelâl

senaryoya yazma böyle şeyler;
mahallenin göz bebeği, herkesin sevgilisi, iyilik meleği kız;
ne vardı üniversitede okuyan, mahallede manavlık yapan
ve hem de başka kıza âşık, yakışıklı oğlana
âşık olacak ve aşkını hep gizleyecek ve sonra da?!.

sonra da...
...

“filmin” ve hikâyemin sonunu da sorma, yakışık almaz
yok, yok; yakışık alır da, senin için iyi olmaz
zâten sorsan da söylemem;
ben, anamda benden önce durmayan

dört çocuktan sonra hayata durmuşum

ve hiç iyi etmemişim, biliyorum

kul tasmalı ve ama kendince taslayan

görünce kuduracağımı bile bile

o hâşâ yarıtanrı, tuzukuruları..

“uyuz olacağına kuduz olsun” derdi, o bilge büyükanam
sözünü daha bebelikten dinleyip, hep uçurum kenarlarında gezip
son anda eğreti dallara tutunmamdan belli, sözünü tutuşum..

hadi, benim hikâyem böyle ve saçma
ve bana kimseler “derdin neydi, a çulsuzum?!” da demezler

peki de ama sen nerden nasıl düştün bu dünyaya
ve kalite yaşama layık sen gibi birini
neden getirdi leylekler, benim düş(ük) dünyama?!.

gerçi dünya kadar bi dünya yer var dünyada
sıradan ve herkese olmasa da
fil dişi kuleler, atlas yataklar, kuş tüyü yastıklar?!.

...
işte, hayâlden düşürüp hayata dönüyorum;

içinde olmaktan hiç hazzetmediğim

müsveddelerin, insan taslaklarının arasına

günümüz dünyasına,

kendimi ele veriyorum;

‘garson!. burda acıdan ağlayan biri var

sen ben kesmeyiz, şefi çağır;
teselli etsin, biber acısı gibi bi kaçmış gözüne, aşka hürmeten!.’

böyle diyorum, ama biliyorum;
âşığa istediğin lafı et, iflah olmaz
kızgın tencereye yapışan el misali
dili yapışmış aşka?!.
...

hepimiz bir serâbın peşindeyiz şevki,
sen hayatını kurtarmak için hayatını verdiğin orospu serap’ın,
ben ucuz şarabın!.
insandan kaçmak bir istidat bizde, endişemiz korkak
ve en iyi biz biliriz hüznü
lâkin örtmeye yetmez yüzsüz olmak
ve içimizdeki derin utancın yüzünü..

bak, tevazu benim de kanatlarımı kırdı

yan çizemedim sen gibi ben de
geçenden bir, geçmeyenden bin ömür alan delidumrul hayata
sen gibi elimde ne varsa verdim;
nerdeyse yüzyıldır raylardan kalkmayan inek

ve bugün yavrusu

hani bana da kırk yıl tuz yedirip, su başına götürüp
bi damla içirmeden geri getiren
yetmeyip işkenceden geçiren
ne tehdit okursa okusun
hayzdan nifastan erkten erkeklikten kesilince burnundan soluyan
en istibdat erkeç, en kutsal tosunuma
koyunlar kosun diyerek..

 

yapmayın, yeniden hatırlatmayın

"koyun" demek beni ve içinden kusulduğum şu halkı da

kusturuyor artık

"koyun" dedikçe siz, halk fenâ bozulup 

her içim sıçım seçim saçım gecenizde

iyi iliyorsunuz, fenâ koyuyor da!.
..


işte
uzun zaman olduydu görüşmeyeli şevki
anlatacaklarım çok birikti;
dökecek derdim, aşka dâir itiraflar..
nimet çarpsın, bak sırf o'nu anlatıyor diye
şiir kokladım üstüne;
ve sırf o'na benzedikleri için
gülümsedim güllere
ve;
sırf onun için yazıyorum şuraya
ve
ilk gençliğimde 'yokluk'tan ağaçlara çizemediğim kalbi
yıllar yıllar sonra çizip
içine de hayâlî adını yazdığım

sonra sıkı sıkı kapattığım

muhayyelimi kalbimin üstüne..

muhayyeldi ve ama işte, yaşatışım gerçek gibiydi;

böylece kimselerin keşfedemeyeceği tek kelimesinden vurulduydum

tek kelimesine

ne buram buram zekâ kokan sözleri, ne başka bakışlara benzemeyen bakışı

ki adamın kalbini deşen gözleri
iki ayaklı köpekleri çıldırtan boydan resmi;
hiçbiri ama hiçbiri o tek kelimesine yetişemezdi..

lisânı- hâl ile ‘aşk’ dediydi..

aşk bu, ‘işler ayna, hayat kebap,
keyfler kekâ fotoğrafları’nda durduğu gibi durur mu
kalabalıklarda gezindiği neşeli fasıllar

oyun havası formunda keyfi

yalan yok, akşamları kalbine fenâ düşen gölgeyi
ve yüzünün geceleri hüzzam makamlarına yürüyen yanını görecek
yanında bi tane adam?!!

...


işte, şevki

akıttım içimin cerahatini, sebebi ‘tek taraflı aşk’
ve onun haberi bile yok benden ve bundan
eğer de sen buna yaşamak diyorsan, yaşayayım;
üzerine kan irin kir ve dert sıçratmadan mümkünse yaşamak
bu kahpelikler diyârı dünyada
varsa bir kuytu, bilinmez görünmez bir yer
bir yer de bana ayarla
yoksa,
yaz, kaybetmişler defterine

âcizane!.

sözün özü;
bir çift kömür göz için olmalıydı bütün bunlar; sürmeli
ardından sürünüp, göze alan diyâr diyâr sürülmeyi
ağır söze tahammülü olanlar için..

işte bak, gördün sen de; işe yaramazım
sen gibi beni de hayata içi boş balonlar gibi
salıvermiş işte ilk öğretmenlerim

unutmuşum
sen gibi beleş atılıp

boş tutulmuşum..

bu yüzden her seferinde gemiler batırıyorum içimde
tersim, hayatın tersine kürek çeken, sakar, tersâne işçisiyim
boş zamanlarımda boş durmaz, patronuma içerler

içerim
kıyak kafayla kaynak yaparken devrelerim yanar
çelik tabutumda sıkışan gazım fenâ patlar..


ama
önyargılı değilim ‘son vargı’ya
sıkıldığım zaman yaşamımla oynarım;
kuş kadar canımla, payına düşeni fazlasıyla almış
ağır metal işçisi, kendi ölümünün işbirlikçisi..

yoktu böyle şeyler oysa
bizim zamanımızda, hatırla
harpten yeni çıkmış eski mâlûllüğe

yakışmıyor yeni madalya
yakışmıyor, geçmişin o şânına

bütün acılarıyla bile dimdik;

ihtişâmına!.

işte

kendi kuyusunu kazan kör köstebekleriz
çarparak birbirimize çapraşık yollarımızda
bir ileri bir geri giden
bıraksak yağdanlıkları ellerimizden
daha mı kolay ilerleriz?!.

ölüm o kadar da kötü değil şevki, benden iyi bilirsin;
ölüm sıkı dezenfektan, ona saygı duymayanlara
leş saklayan, necis paklayan, kepâze aklayan dünyaya
ve kokuşmasına..

şevki!. bunca yıl nasıl da saklamışız kendimizi gölgelerimize
tutulmuşken tüm geçitler
burası suskunun elimizden tutup gizlice götürdüğü yer
ve yol açılana kadar
servisten tüm geçişler…

...

1975-78/1980-88/1998...

ankara, b.kesir, eskişehir, samsun, ıstanbul split, zenitsa, mostar, rijeka, trieste, alplerin zirvesi;

ıstanbul...

Hiç yorum yok: