yana yakıla bir ömür aradığını kendinden başkasına anlatamasan ne olur ki?!. ama işte, insan nâtık; konuşan bir varlık..
nezirinbiri
uslanmak uzlaşmaktır..
Pazartesi
anladığın bir şeyi diyemesen ne olur ki!.
aşksız ölüdür bir kalp…
…aşksız ölüyor kalp!.
yarım asır..
Çarşamba
‘yalnızlık’tı mevzû…
(şu yalnızlık… hep gizli saklı bi bilinmez bi kimlik kalmalar, bi kendine konuşmalar, kendine bi yazmalar.?!.
yarım asır olmuş nerdeyse?!!.
Cumartesi
12 eylül.. meş’um günün anasının anısına..
darbe…
işkence, darağacı, tâkîbat, hapis sürgün;
ölüm…
…
sevgili yüksek generalim!. siz ne renk işerdiniz?!.
biz kırmızı ve kanlı!.
Pazartesi
nerde kalmıştık?!!
şurda kalmıştık; ‘aşk’ta!. hani ‘usanılıp bıkılmayan değil, içinden çıkılmayan’da!. ve demiştik ki, ‘türküler, şarkılar da olmasa!’…
Cuma
rikkat...
selâm olsun;
bilene, anlatana, öğretene, öğrenene!.
rikkat…
ne mânidâr kelime/kavram..
çok az kişiden duydum, duyuyorum.. az olması kelimenin çok derinlerde elmas gibi ve nâdirattan oluşundan olsa gerek.. çok görülse ışıltısı bütün hassas kalplerin gözlerini alır..
Çarşamba
‘çatlak’ şiir!.
“kayıp kutsal kâse”
(ilkokul, ortaokul, lise, ünv. arkadaşları… prof, vekil, bakan, iş adamı, bürokrat, asker, medyatör, berduş, serseri, en tepe mafyasına kadar vs.. sen serseriliği seçtin!.)
…
aşk kırgını…
aşk kırgını, fenâ yaralı biri ağır bedduâ ediyordu;
"kıyamadım, aldatmadım, kandırmadım, güzelim aşkımı zevklerin, eğlencen için hebâ ettim.. beni kimsenin yüzüne bakamayacak duruma getirdin.. allah seni sevildiğini sandığın yerden başın eğik döndürsün, çünkü ben hâlâ uyuyamıyorum!."
cidden çok can yakıcıydı..
bu durumdaki hiç tanımadığı biri için bile çok üzülüyor insan.. bide senle aynı yerlerden hançerlenmişse, acı katmerleniyor..
içim ezildi ya, bi tavsiye vereyim dedim!.
‘cehennemin dibine kadar yolun var’ demeyi dene!. bunu başarana kadar da uykuyu unut dedim ona!.
beni yalnızlığa mahkûm etmeye kalkmayın lo!.
beni yalnızlığa mahkûm etmeye kalkmayın lo!.
doğduğumdan beri koyun koyunayız.. beraber yiyo içiyo gezlyo uyuyoz.. bikez bile kırmadık birbirimizi!.
ne zor geride kalmak!.
erken gelip çok geç kalmış, büyük bedel ödemiş en talihsiz kuşak için artık çok geç..
geceydi…
… dedim ‘nen var, ne oldu?!.’
…
içimde öldü, zâten ölü doğmuş her şey.. ölü doğmuşum.. yaşıyormuş gibi, benden başkalarına yaşama dâir müspet telkinlerle güç veriyormuşum!?!.
en acı şeydi insanları severken, kollarken, sakınırken kendini yok saymak, aralarında kalp ve ruh ve his olarak kaybolmak, bunlarla var olduğunu unutmak..
hayat… büyük ihânetini gördüm kaçıncı kez.. ne çok yanılmak ve aldanmaktan mürekkepti geçmişim.. ihâneti affetmek yeni ihânetlere kapı aralamaktı..
hep gülümsedim.. cesâretle bakıp gözlerinin içine, dikine ve inadına.. ve ne dediyse tersine inandım, yaptım; olduğun yerden söküp alan, süpüren, sürükleyip götüren akıntısına karşı kürek çekerek hayatın.. meydanına çıkıp açık meydan okudum, onu alt etmeye, imkânsıza soyundum..
sevmediklerinle, hiç sevmeyeceklerinle yol yürümeyi yazmışsa yazan kimse ve ne ise sevmediğin şeylerle, sevmediğinle yola çıkma, yol yürüme mecbûriyeti, müddetince, ik adımlık hücrede ağır mahkûmiyetten farksız.. henüz yolun başında başlayan çıldırtıcılığına tahammül yürek ister; berâberinde, yol bitene dek uzadıkça uzayan iğrenç bir pişmanlık duygusuyla... sonuna dek sessiz şikâyetsiz yürümek büyük zarâfet..
insanlara hâlinden şikâyet, kem kaderinden söz etmek kör bir kuyuya seslenmek, hissiz ve sağır ve dilsiz bir duvardan medet ummak gibi…
insanların kahır ekseriyeti derdini hiç umursamaz.. derdinin varlığından açık ve gizli, mutlu olanları bile görürsün..
kötülerin, kötülüğün bütün saldırıları ve yaptıkları her şey ve hayatın kendisi dahî insanın mâsûmiyetini içinde öldürmek, onu tamamen yok etmek içindir..
yapılanlara aldırmazlık, saldırının daha büyükleri için etrafındakilere fırsat vermekti...
iyi niyet, insanı saldırılara açık hâle getirir.. en basit bir böcek karakterliyi bile havalandırır, heveslendirir; şımartıp, küstahça tepene tırmandırmaya yol verir.. az iyi niyet gösterdiğinde en ummadıklarının bile tanınamayacak kadar kötü olduğunu görürsün.. ve sonunda derin ağır pişmanlık girer işin içine.. gerçekten fazlasıyla kötü olan, ağır bir durum bu, insan için..
bile bile lâdes hayat bâzısına.. ve kıpırdamak karşı koyuş değil..
yaşadıkları bâzen büyük mükâfattır insana.. bâzen ilerde sırf yazabilmeni gerçekleştirmek içindir hayat içine ağır yolculuğun.. ondan kurtulmanın yollarını arayacak olmak, sonunda sunacağı muhteşem armağanı daha yolun başında kaybetmek demek..
yolun başı ortası sonuna yakın isyân itiraz etmek, sonunda sunulacak muhteşem bir armağandan vazgeçmek demek..
geçmişi, hayatı sütredir yazarın..
yol boyunca bir adım sonrasını görmesini istemez yaratan.. sonunu görürse oyun bozanlık eder, büyüsünü bozar diye sıkı sıkıya kaçırır gözlerinin önünden, saklar kulun.. başına gelenler, yaşadıkları yaratanın o benzersiz güzellik ‘yazmak’ armağanını ardına gizlemek için insanın önüne koyduğu bir sütredir.. hayatın içinde, yaşarken göremezsin o armağanı, görmeni istemez, yazmanı murat etmiştir çünkü..
yaşadıktan sonrası ‘yazmak’; şâyet tahammül edemeyip ölmezsen?!. insan, yaşarken ona neyin acı verdiğini kaleme döktüğünde ve bunun onun nasıl rahatlattığını gördüğünde yazar olma yoluna da çıkmıştır.. ve zâten hayata dâir yazabilmenin yolundan geçerek de gelmiştir; büyük bedeller karşılığı ve karşısında eğilip bükülmeden, yıkılmadan, altında kalmadan yaşamakla, yaşayarak.. ve adil zafer bu!. ve yazmak için yaşamak gerek..
ve sen yazmamalıydın piyasa yapıp!. bunu araları sûnî yağ-u bal birilerine, birbirlerini bigüzel ağırlayan, yollarına karşılıklı naylon ve ama müthiş göz alıcı çiçekler seren, allahım, ne iltifatlar ne iltifatlar döken, üç adımlık kötürüm kelâm dağarcığından deniz deryâ(!) şiir, hikâye, acun(!) çapında eser(!) derceden tel maşa, kıytırık kalemlere bırakmalıydın!..
büyük tehlikeydi; yıllardır kaçıp sığındığın ininden, kendinden çıkmak, gördün!. yaşamak, geçmişte yaşadıklarından, ideolojik kavga, çatışmalar, işkence, hastane, hapishâne, ölümlerden çok daha zor, ağır, tehlikeli hâle gelmişti.. görmek sonsuz acı vericiydi..
insanın sevmediği bir şey, birilleri ile mecbûri yol yürüyecek, sevmediği aslâ sevemeyeceği bir hayatı yaşayacak olması?!. ve korku, bir şeyi sevememekten kaynaklanan şeydi..
ölümden korkmayanlar… ölümden hiç korkmamak onu seviyor olmak demek.. birinin ölümü seviyor oluşuna anlam veremeyenlere karşı müthiş savunma sözü ve her tür îtirâzı oracıkta bertaraf edecek müthiş gerekçe..
alışmaktan öte, anlaması çok zor.. hâlâ geçmişte kalanlar, orada yaşayanlar için imkânsız hâttâ.. bir anlamı yoktu hayatın ve bir açıklaması da.. ve artık bütün korkuların hücum zamanıydı..
korkuyu çoktan öldürenlerin, yalnızca korkmaktan korkanların düşebileceği en kötü durum, görebilecekleri en acı sondu.. azar azar sonları olacaktı, her saniyesi azap, böyle bir dünyada yaşamak..
karşılıksız, sınırsız seveni, ölümüne fedâkârlığı sevmez bu dünya, bu hayat.. bu hayat, eşsiz güzellikler sanki alelâde bir metâmış gibi, gözlerinin önünde glder glder bir kıymet bilmez nâdana, nobrana, soysuza, zorbaya sırnaşır.. en acısı, en ağırı, o eşsiz güzelliğin göğünden bir yıldız gibi değil, kendini iyi pazarlayan, heybetli dağ gibi gösteren ve fakat piyasanın hâkimi cüce ruhların hoyrat avuçlarının acımasız, hırpânî, kirli parmakları arasından bir toz zerresi misâli akıp gidişi gibi!.
‘kimse vazgeçilemez değildir’… bâzen işte sırf bunu göstermek için kaçar birileri, çekilir aralarından, birilerinin içinden, hayatından; zahmet vermemek için.. kendinden vazgeçerek, kıymetli zahmetli, rahmetsiz, sevdâsız, sahte yaldız huzurlarından kendini çekerek.. kimi de zerre hak etmedikleri halde yine de zarar vermemek için ayakları altından, üstüne basıp kayıp düşmesinler diye çeker kendini, karpuz, muz kabuğu, ıslak sabun gibi hissedip!.
sert ruhlara fazlasıyla yakışan şey; içinden hiç alâmet vermeden insanların hayatlarından sessizce çekiliş., gerçekte bir ricat, bir kaçış değil, muhatabını derin acılarla kıvrandıracak müebbed cezâ, iç cehennemine ağır hapis.. ve bunu yaşatacak olanın bir kadın oluşundan daha ağırı yoktur.. ve yeryüzünde kaybedecek de tek şeyi ise birinin o!. ondan sonrası olmayanlar için ölüm, ölümün iftitâhı..
hayranlık uyandıran, hâttâ kendine âşık ettiren kedi fıtratı… komut almayan, müthiş esrâr dolu yaradılışıyla; hareketlerinde hiç yanıltmaz biçimde açık da?!. insanların duygularını saklayışına, yanıltışlarına, yaralayışlarına baktığında dile gelen cümle, ‘yazık, kedi kadar bile olamıyorlar’ olmalı?!.
bir ihânet, bir aldatış değil bu!. en güzel, en anlamlı yerinde, hiç nedensiz, yüzüstü bırakış değil bu, fıtrat!. fıtrat yanıltmaz ve içinde aranacak bir kusur taşımaz..
bu saatte?!!.
gece sıfır üç iç depremleri uyutmaz!.
aman yarabbî?!. bu ne uykusuzluk, uyumsuzluktur?!!.
kaçıncı yıl, kaçıncı kısım?!.
finali hakikaten de yakışır bir ‘son’lu; yarım da kalmayacak hikâyemden…
“dünya size, ahret bize!.”
kimsenin umrunda olmayacak, olsa bir dişin kovuğunu doldurmayacak, çünkü şöyle bi üstten üstten baktığın zaman bu dünyadan değil, hiç değil..
daha ilkokul dörttü.. ‘bu oğlan böyle giderse ya anarşist, ya da oblomov gibi elâlemin maskarası olur’ demişlerdi; her bi şeyi bilirlik kibrinin gözlüklerinin kalın tozlu camları ardından bakıp gaybı taşlamayı pek seven öğretmenlerim peşin hüküm bağıyla gözlerini kör eylemiş, inatla her şeye bir yakıştırma bulma, kesip eğreti yapıştırma eyleminde bazı kıymetli büyüklerim…
lâkin bu kez haklılardı.. çaresi zor bulunur bi hayâlperestlikle, zaman zaman, kendi kendini yok ediş noktasına geldiğini fark etmeyecek kadar karış karış havada bi aklın ürünüydü şu serseri yaşama, yazma heyecanı..
öyle her önüne gelen heyecan karşısında büyülenip yenilmemesi için bidayeten üzerindeki şu komedik çocuksuluğu atması ve nihâyeten mütehassıs nezaretçiler gözetiminde, şu hassas dönemi sıfır travmasız atlatması ve üçüncü ve son aşamada, şu şekilsiz yazma eylemine bi usûl, edeb, adâb, edebiyat kazandırmak için usta öğretmenler eliyle usulüne uygun terbiye edilmesi gerekti ihtimâl?!.
belki de önce bi ön hazırlık yapılmalı, evvelâ dizginlerini, bilâhare kulağını çekmeli, şu saflığı, miskinliği ve insana inançlılığından bi an evvel kurtarmak için masaya oturtmalı, başında durup, gözlerini üzerinden bir an bile ayırmadan, öyle hemen her şeye hoplayıp zıplamamanın, nötr olmanın, nötr kalmanın yollarını öğretmek için çok çalıştırmalı, gördüğü dokunulmamış bir güzellik, ufacık bir anlam, minicik bir şefkat, zerre-i miskal bir heyecan karşısında ayağının yerden kesilişini, kesilecek oluşunu önlemeli, dur durak, ağır oturak bilen bi adamca artık bi olgunlaşmasını sağlamalıydı..
çivisi çıkmış, uçuk dünya, herkese, her keseye sunacak bir şeyi olan büyük panayır yeri.. karşımda görücüye çıkan yaldızlı hayat iç gıcıklıyor şuh yanlarıyla, nice çağrışımlar oynaştırıyor yalnızlığımın dibinin önünde ve ne cilvelerle.. çekimine kapılıp gidiyor gözlerim bazı, gönlümün bi yanı artlarından sürüklenme hazırlığında; boş bulunup, bomboş bir ânında..
sonra…
sonra kapatıveriyorum penceresini sığınağımın hayata bakan minik mazgalının, yok oluyor gördüklerim, yok oluyor önümde.. aklımda kalan, geçici uçucu, uçuk ve kısa bir yanılsama yalnızca.. ve anlıyorum ki ağır, vıcık vıcık bir pişmanlığın fenâ üzgüsünden korunmuşum bir kez daha, ilâhi elce..
dünya yerinde sayanı ezer geçermiş?!. buyursun, yoluna dikildim, yerimde duruyorum, uyumsuz aykırı; birlikte, senkronize dönmeyeceğim, çekilmeyeceğim de yolundan!.
film gibi!.
‘esas kız’ın ardından…
birden dondu yüzü, ifâdeleri, düşünceleri, duyguları; buz bir cümle buz gibi düştü, kızılkor ateşe, paramparça;