Pazartesi

anladığın bir şeyi diyemesen ne olur ki!.

yana yakıla bir ömür aradığını kendinden başkasına anlatamasan ne olur ki?!. ama işte, insan nâtık; konuşan bir varlık..

anlatamamak konuşamamak insanı sonsuz bir boşluğa savuruyor; yükselti yok, çukur yok, uçsuz bucaksız bir sahrâ..
‘saf boşluk’…

hareket zaten yok; “devinim” dedikleri..

ortada olmak, ortada kalmak… saf ve dümdüz ve uçsuz bucaksız bir meydanda tek bir ağaç, gölgesiz bir sırık, bir sütun gibi yapayalnız dikileyazmak, her şey kutuplanmışken kendince, bir şeye, bir yöne, nötr kalmak… kutupsuzluk.. boşluk duygusu, bir yere, bir şeye karşı âidiyetsizlik duygusunun insanı sarışı..

yalnızlığın fiyakası..

kutupsuzluk güzel duygu.. bu dünyaya âit olmamak, hiçbir şeye âit hissetmemek gibi bişey..

yalnızlık… insanoğlunun kahır ekserîsinin ciddi şikâyet kalemlerinden.. oysa onun büyük bir sihri var..

yalnızlık… her hissettirdiğinde kendini, içimde beliren tuhaf bir gülümsemenin adı oluyor.. dünyanın anlamsız görüntülerine, anlamsız seslerine onunla baktığımda daha bir net görüyorum ıssızlığını.. daha bir ayrı duyuyor ve dinliyorum sessizliğini ve çoğu var ve hayat sürüyormuş gibi görünen şeylerin aslında tek bir devinime sahip olmayan, tek bir hayat belirtisi vermeyen şeyler olduğunun farkına varıyorum.. dışarıda bir şey yok, bütün hareket insanın içinde, kalbinde..
yalnızlıkta kalp sırra, ilhama, keşfe en yakın zamanını yaşar..

insanın kalbini müntehâyı kavrayacak ilme sahip  yaratmış allah.. akla vermediği sınırsızlığı kalbe vermiş..
dilediğince söz et, sırrının bir ânını, bir zerresini izah edemez..
kalp sonsuz kelime bu yüzden..

../.

aşksız ölüdür bir kalp…

aşksız ölüyor kalp!.

mektuplar yazmışım, geçmişten hiç bilinmeyen, bilmediğim, hiç gelmeyecek dediğim, sandığım, öyle inandığım geleceğe, meçhûle… o yüzden bir sâhibi yoktu hiçbiririn..
hiçbirinde isim yoktu, cisim yoktu, çizim yok, sûret yok, zaman mekân yok, dünya yok, ülke yok, adres yok, bir sâhibi yoktu!.
bir sâhibi yoktu; hiçkimseye, hiçkimselere yazılmış…

bir sâhibi olmayınca bir şeyin, onu ortaya bırakanın, saçıp savuranın da sayılmaz.. artık ondan çıkmıştır..
hiçkimsenin olan herkesin, herkesin olan hiçkimsenin…

yalnızca husûsî yaratılmış kalplere yazılanlar kıymettardır..
‘herkesler’in arasında seni anlayacak, kelimelerine, kalbine sahip çıkacak olan yok.. olsaydı mektuplarını meçhûl geleceğe değil, ona yazardın..

mektup.. sahibinden başka kimsenin anlamayacağı bir şey, mektup sır..

kendini gizlemeyi başardın bugüne dek.. aşka sevgiye dâir hiçbir teşebbüsün kalbinde yeşermesine izin vermedin, kavgaya kaptırıp bütün bütün kendini.. kavga dışında bilmedin, anlamadın bişeyinden hayatın, şu sevme-sevilme meselelerinin hiç fevkinde farkında olmadın.. şimdi sana aşktan sevdâdan konuş deseler geveler durursun.. ağzında da değil, kafanda, içinde, gönlünde.. ve tek kimse de tek şey bilmez, kimse anlamaz derdini.. başkaları gibi, öyle hemen ufacık bi ilgi sözcüğüne bile uzaktan hoplayıp kafasını uzatan, ufacık blr sıcakda eriyen mum gibi biri de hiç olmadın..

güzel şey yabanlık, yabânilik, utangaçlık, mahçupluk..
aradan kaç milenyum, ‘modernyum’ geçmiş, hâlâ aynı dinozor zamanlarında kalmışın, hâlâ bunları konuşuyorsun?!.

o mektuplar tattığım yaşadığım bişeylerin sonucu yazılan şeyler değildi.. öyle, karşılıklı konuşur gibi yazılışlarına bakınca, sanki yaşanmış, karşında birileri varmış, konuştuğun şeyler gibi duruyor..

sürekli kaçan bi kaçak anka isen, konacak bi yerin yurdun ağacın dalın, bi gölgeliğin, serin bi su kıyın olmaz.. konar-göçerlerin bile çadırlarını çattıkları, çimenlerinde kuzularını otardıkları, serin suyunu içtikleri, güzellerinin yiğitlerinin sevdâlılarının at binip yan yana, el ele yol yürüdükleri, türküler söyledikleri yaylaları, görülesi, konaklayası diyarları var,
senin?!.
sığınağım dediğin yer yalnızca!. bütün iç trajedilerimi yaşadığım yer, yerin yedi kat altı… rahat huzurlu hissettiğim başka bir mekân yoktu bu şehirde, bi eşsiz sohbete yâran olacak bir sırdaş da.. ne zaman bi yâran umudu doğsa, çocuksu sevinçle başlayıp, çok geçmeden esef ve hüzünle geliyordu ardı, sonu ise hüsrân..

işte, bir sevdân olmayınca başlamadan bitiyor söz..
kabullendin de bunu.. işte, bazı yürekleri yalnız yaratmış Yaradan; neye, kime baksa, aynı kendi gibilerle karşılaşıyor; aynı ıssızlık, aynı yalnızlık?!. onlar da sen gibi; kayıveriyor ufuklarından hayata yaşamaya nefese dâir her şey; bir gölge, bir siluet gibi.. ‘işte o!’ dedikleri, o ilâhî armağanları gelmedikçe, öte’den nasipsizsiz kalacaklar nefesten..

işte,
bir yârin yoksa nefesin de yoktur ve kalbin çarpmaz, dilin zikirde, kalbin yakarıştadır;
‘yâ rabb!. meded!.’

../.

yarım asır..

 


“… ve asr’a yemîn olsun!.”

(baştan beri bütün yaptığım deli gibi yazmak, yazarak kalbimi tercüme etmek.. belki çılgınca da.. gizil bir iştiyakla da;
‘biri gelsin bulsun okusun anlasın’?!!.

ama sonra, ‘gelsin alsın beni, götürsün uzaklara; bu dünyadan öte’ye’ isteğine dönüştü… şiddetli..)

bunun git gide daha da derinleşen bişey olduğunu gördüm zamanla; gitmek, hep bilinmedik en uzak yere gitmek..
kaçmak asıl adı bunun.. şiddetle kaçma isteği buralardan.. ‘işte ora!.’ dediğim yer nereyse..

gitmek… uzun zamanlardır hayâlimken şimdi şiddetli bir kaçma isteğine dönüşmesi
sağlıklı değil, kötü, çok kötü bir şey var demek; yaşamayı gözlerinde un ufak eden, gönüllü vazgeçiren..

hayatın sırlarını büyük bedel ödeme karşılığında çözmüş biri telaşsız olurmuş yaşamak konusunda; eceline kâh aheste, kâh acele, bile isteye, sevinerek, büyük arzuyla giderken, kalabalıkların bakıp anlayamayacağı mutmain ve imkânsız gülümseyişler bırakırmış etrafına..
…


bir zamanlar, çoğu insanın korktuğu ölüme düğüne gider gibi, güle oynaya giderdik; saf, aldanmaya hep müsait, çabuk kutuplanmış, vaktinden evvel olgunlaşmış, fütursuz âşık, yarı deli, korkusuz havarî, ilk gençlikte sayısı bugün zafer işâretine kalkmış bir elin parmakları kadar..

herkeslerin okuyup, hem herkeslerin bildiği, müthiş beğenilerini dile getirdiği ve fakat bir toz mesabesinde olsun içselleştirmediği “şeb-i arus” gibi bir anlamayı da, câhillikten dolayı o zamanlar yanımıza alamayacak, o yolda böylesi huzurla yürünebildiğini bilmeden, yalnızca kör bir câhili ideolojiye anlamsız ama delicesine tanrısız bir imanla gözü kapalı ahdedecektik kavga adına..

demek önce îmânı tanısak ve sonra mevlana’yı bilsek, şu deli deli yaptığımız şeyin bir adı, bir anlamı, onun ölüm için o müthiş teşbihle dediği “düğün gecesi” olacaktı.. ama heyhat; beyhûde bir kavgaydı, ölümcül ve acı..

yıllar yıllar sonra, hayat artık yerine oturduğunda ve o kavga günlerinden de ağır, bi başka işkence başlamıştı; o pis yalnızlık duygusu.. kavga varken hissetmiyorduk..
yazmak var artık, kavga yok.. cehennem sıcağı o ölümcül kavgalar gerilerde kaldı; kırılan kırıldı, ölen öldü, düşen düştü..
ve işte, sözü deyip geçiyorum şimdi, sanki hiçbişey olmamış da, içinde uzaktan kavuşmasız fenâ bi aşk da olan bi fenâ aksiyon filmi seyretmiş gibi..

işte, artık söz onca uzun zor zahmetli yolun ve acıklı bir yolculuğun alâmeti, üstünün tozu başı, pasağı ve kiriyle, hiç çıkmadığı günışığında, bir kıymet bedesteninde, dış görünüşüne aldırmayacak, mazrufuna bakıp kimselerin vermediği en yüksek pahayı verecek, müşfik, bilinmez ve gizemli bir alıcısının önüne dökülmeyecek kadar değersiz; çünkü sözüm kimseye değil, çünkü sözüm kendime.. lâkin gariptir, değerini biçecek olan ben değilim.. hani, biri hiç bilmiyorsa kelâm pazarının yolunu, kelimelere edip eylediğinin, kendi dilinden kalbini yazmanın, dediğinin kaç kuruş ettiğini nasıl söyleyebilir ki; söz bedesteninin yerini, piyasasını, ederini, neye yaradığını bilmeyen?!.

hayatın içinde bilinmez bir yolcuysan işte, hayatınsa o yol, yolculuk, bilmeden yürütüldüğün, ne mâzisi ne âtîsi bilinmeyen bir yolda sevincini hüznünü acılarını kelimelerle, yazarak yaşarsın; kendi mâcerânı kendi sığınağında; kimse okumasa, böylece kelimelerine kimse dokunacak olmasa, vaktâ ki, hani bir okuyanı olacak olsa kazara, sözüne tek bi kıymet vermese de yazarsın.. oysa böyle yazmak hiçbir şeydir, bir okuyup anlayanı olmadıkça..

hep anlamak anlaşılmamaktan zor der dururdum.. anlamak dediğin, içimize çöken hüzünle, göç yolunu kaybetmişken, karanlığın en ıssız, en yalnız yerinde kalakalmışken, etrafta belli belirsiz titrek bir ışık ararken, avizelerinde ışıklar oynaşan, umut saçan bir pencere gibi çıkıyor önüne..

hayatı anlayınca anlaşılma gibi bir endişeye yer kalmıyor.. o zaman konuşmaya da gerek kalmıyor.. yani ki şu koca deryâda kırık dökük sandalınla bibaşına, oraya buraya sürüklenip durmak, göç yolunda kafileyi, göç yolunu kaybetmek, etrafta ışığı yanan, sıcak bir pencere bulamamak gibi bir şey, bu dünyaya kelime doğurmak..

…

susarak da konuşur insan.. susarak konuşmak bir keşif değil elbet, dünyanın yaşamak denilen şu karanlık denizinde..

çaresiz, köşe bucak bir kıyı ve bir ışık arayışı da değil; biz baksak ufka şu fersiz gözlerle, yine tek bir şey göremeyecektik; ışığın da karanlığın da içimizde olduğunu fark edene dek…

gördük ki kendine, şu ‘anlama’ların ağır cezasını verip, kendi zindanına kendini hapsedip, cezasını bibaşına çekenler var; o koca yürekli evren yürekli zatlar gibi.. onlar bilirler, asıl aydınlığın, insanların zindan bildiği yerlerde olduğunu.. aydınlık yahut karanlık yürektedir çünkü..

büyük zatlar dediklerimiz bunun için ‘büyük’türler, işte.. hayatın sırrını çoktan çözdükleri için büyüktür onlar.. bir anlayabilsek yalnız olmadığımıza sevineceğiz.. bir duyabilsek yürek seslerini, biz de seslenebiliriz birbirimize.. hani gecenin içinden davetsiz misafirler gibi gelip, demek ses varmış sesimize, ıssız değilmiş dünya diyerek..

gördüğüm her güzel şey yaralayıp geçerdi.. her seferinde kendime acıyla bunu fısıldayarak… sokakta, fıtratına yazılmış o anne merhametiyle yavrularıyla oynaşan kediye, bulduğu iki lokma yiyeceğin ardından güneşli bir duvar dibine kıvrılıp, insanoğlunun hiç anlayamayacağı dilde huzur soluyan bir sokak köpeğinin sükûnetine, ellerini kenetleyip, bakışlarını birbirlerinin gözlerine mıhlayan, birbirini çok sevenlerin hâllerine, ömürlerini birbirlerine fedâya söz vermiş, sonlarına birlikte yürüyüşlerini âleme tescil ettirmek istercesine el ele tutuşarak parkta yürüyen ihtiyarların dinginliğine, döktüğü alın teri kadar pak mendilini öğle arası önüne sofra edip nevâlesini iştahla yiyen işçiye, evde baba yolu gözleyen, gözlerindeki umudun ışığı hiç sönmeyen beş çocuk, bir annenin heyecanına, daha da ne çok şeye imrenerek baktığım zamanlarım ne çoktu..

ne de çok yaralanmışım meğer ve zaman ne çok iz bırakmış, bunca yıl olmuş, hâlâ yerli yerine oturabilmeyi becerememiş yüreğimde..

gerçeğin soğuk lâkin uyarıcı yüzüyle karşılaşmamak için onca kuma gömdüğüm başım, kaçtığım gerçekle burun buruna gelmiş, kurtuldum sandığım her dönemeçte karşıma çıkmış..

şu, hayatın gündelik, sıradan engelleriyle bile başa çıkamayıp, sırtımı dönüp gidemeyişlerim acıyla?!!.

demek, hayatı sevmem için hayattan da büyük bir şeyi sevmeliydim; can yaksa da, yanığa merhem olacak eczayı mündemiç bulunan bir şeyi.. ben diyeyim yağmur, biri desin rahmet, ben diyeyim isyan, bi başkası desin, benim bile unuttuğum adıma bakıp ‘adanış’; değil mi ki, ne o biri ne de ben yakmışken roma’yı, yangına tutulmuş bir târihin, ayazda kalmış bir hayatın ıstırâbı, vur emri almış askerler gibi peşimizde; nerede görseler, hangi dağda değse gözlerine sırmalı cepkenimizin parıltısı, orada düşürüyorlar tetiği.. ışıkla gölge oynaşıyor oysa göğsümde, lâkin bilmiyorlar, ışığa kıyıp, gölgeye mahkûm ediyorlar göğüs kafesimi..


işte, bir tek gam telimi paslandıramadı dünya.. ona ilk dokunduğum yerdeyim hâlâ, öyle de duruyorum; ne tınısı değişiyor, ne seslerde en küçük bir azalma var.. hayatı sevmek için, hayattan da büyük bir şeyi sevmeliyim dediğim o; rüzgâr hep olmalı, çünkü bu kaderle fırtınasız yaşayamam ben..
../.

Çarşamba

‘yalnızlık’tı mevzû…

(şu yalnızlık… hep gizli saklı bi bilinmez bi kimlik kalmalar, bi kendine konuşmalar, kendine bi yazmalar.?!.

yarım asır olmuş nerdeyse?!!.

böyle diyodum, muhayyellerimle konuşup, yazıp!. çok da yazıp, çok yazıyom diye, kendime bi havalara girip, acayip fiyaka yapıp!.
taa ki o bi meçhûl, önce aklıma, sonra o cayır cayır yakacağı kalbime düşene kadar!.
işte o an dedim, kendime yine;
hele o beklediğim meçhûl bi gelsin, yazmayı gör sen!. eğer de bi duyanı göreni olacak olursa da dünyada(n), görsünler nasıl yazılırmış!.
böyle diyordum, yazanlara gizli gizli meydan okuyup içten içe, kendime, en çok da en babalarına, “ben yazarım!.. çok!.. hayatta bıkmam!.” diyenlere!.

en çok da onlara dikilip, alayınızın alnını karışlar, altını bezler, “başındaki yazmayı sarıya” değil, arzular şelâle, isteğinize bağlı, dilediğimiz renge boyarım diyordum içimden..

bunla kalsa, iyi;
en yakın rakibime bin tut bindirir, iklim iklim, diyar diyar, gurbet gurbet gezdirir, nal toplatırım da diyordum, megaloman megaloman!.
bi zamanlar, o zamanlar, eski zamanlar bazen bi sohbetin acaip açlığını çekerdim, bi çay bahçesinde hep bibaşıma oturmuş, etraftaki sohbet eden insanları görüp..
ve ama, hiç birileri, bi kimse kimesne olmazdı yanımda yöremde etrafımda; oturduğum tek kişilik masada..

alıştımdıydı da buna.. öğrettiydim kendime, ‘lan sana yaamurlu havada gıdım su yok!.’ diye.. o garibim de naapsın, boyun eğdi, kabullendi çâresiz, sesini çıkarmadan..

o gün bugündür değil, o gün dün gündür, ben o kendim, etraf öyle cıvıl cıvıl insan, bahar, millet ne güzel, tatlı tatlı meltem eserken kapuçino çekiyo, kahve bilmem ne içiyo, ekspiresso vs mi ne, dilim dönmüyo, ondan işte, kaave maave eşliğinde sohbet ediyo eşiyle dostuyla, sevdiğiyle arkadaşıyla, o ben kendim bakıyo görüyo bunları, gülüyo tuhaf, yalnızlığına gıkını çıkarmıyo!.

işte, otursam kalabalık bi yerde, oturduğum her yerde, bakışlarım bi yüze, bi göze değmeden, ilişmeden teğet geçerdi; o an orada yakın duran her ne varsa bardak, çay, küllük, sigara paketi, masa örtüsü yer, karo, halı, pencere, resim, duvar kuş; hepsini birer birer dolaşır sonra ve sonra şunların hepsi uçuşur, öteye, ötelere gider, seçemediği, seçmek için çaba sarfetmeyeceği görüntülere, seslere tahvil olurdu, tepki vermezdim..
..
sesler hece ve kelimeler ve yalnızca birbirinden çok ayrı tınılara dönüşür, öyle işlerdi içime.. kelimelerden kendime ördüğüm kapalı dünyanın sebebi buydu işte!.
o, nerdeyse unuttuğum şey; yıllar yılı, birileriyle derinine sohbet..
unutuş nedenim bugünkü şu şey, şu artık her şeyden kaçışlar değil, her birinin artık allah bilir, nerelerde nerelerde olmaları!.
çatışmalarda yanıbaşımda vurulup toprağa koyduklarımı, sorguda işkencede ölenleri, mapusta olanları, hayata küsenleri, herkesten her şeyden uzaklarda yaşayanları biliyorum; kaçağa, sürgüne gidenlerin akîbetini bilmiyorum!.

sürekli kaçışlar.. bir şeyi hem çok isteyip, hem çok özlemini duyup hem hep kaçmak?!. eskiden olduğu gibi; söze sahip çıkacak, değerini bilecek birileri var mıdır, bekliyo mudur biryerlerde onlar da, cennet ehlinin işi, sözü sohbeti?!.

beklediğin de belki de ufka bakıp sen gibi, sen gibi o da nasıl da birini bekleyendi?!. bi sen değilsin yâni!.  asırlardır yalnız!. yâni ki deme ki “asırlardır yalnızım!. pişmanlık alınyazım!.”, bak gör işte, adam dlyo!. o da yalnız!.
epten de yalnız değilsin yâni!.
yâni;
orda, biyerlerde… biri/birileri muhakkak vardır, sen gibi tıpkı.. bekliyordur o da..

kendimizi mahkûm ettiğimiz yokluk, yoksulluk yoksunluk duygusundan, yola çıkıp ararken, kendimiz gibi yanayakıla bir aşk arayan, hasretle sevdâ bekleyen bir insanevlâdıyla karşılaşıp onunla aşktan sevdâdan konuşacağımız gönül sohbetlerinden daha mı çok lezzet alıyoruz ne, artık?!. beklenen gelmiyor.. gelmeyince, nasip olur bulursan dilini konuşan, dilini konuştuğun birini, çayhânede, o hiç tanımadığın, yüzünden acısı hicrânı, hicreti, hicazı okunan, O ‘bir’ allah’ımızın bi kulunu bulursan sohbete devam!.

Cumartesi

12 eylül.. meş’um günün anasının anısına..

darbe…

işkence, darağacı, tâkîbat, hapis  sürgün;

ölüm…

sevgili yüksek generalim!. siz ne renk işerdiniz?!.

biz kırmızı ve kanlı!.


Pazartesi

nerde kalmıştık?!!

şurda kalmıştık; ‘aşk’ta!. hani ‘usanılıp bıkılmayan değil, içinden çıkılmayan’da!. ve demiştik ki, ‘türküler, şarkılar da olmasa!’…

‘sevdâ’ demekti türküler şarkılar, şiirler, beyitler, berceste sözler, içli satırlar..
‘aşk’ta kalmıştık yâni!.

kâinatı ihâta eden, âlemleri deverân ettiren, her şeyin özü, o eşsiz sonsuz, dünyanın gelmiş geçmiş bütün dillerinin trilyon kelimeleri ile bile bi harfi dahî anlatılamaz şeyde, ‘aşk’ta kalmasına kalmıştık da, şu, en güzel en kutsal en eşşiz şeyleri bile kirletmede pervâsız modern zamanlarda ‘aşk’ı düşürdüğü hâllere bakınca…!.

tuvalet kâğıdı, ara bezi bilt yaptı lan, aşkı modernizm!. anlıyor musun lan gönül, tuvalet kâğıdına kalp deseni, baksır donun telef kısmına che, aziz ata, idol şarkıcı, futbolcu resmi koydu ve insanlar bunları, kimi göğsü kabarık, gurur gurur, kimi sırtararak alıp kullanıyor..

ya sen lan gönül, ‘burda aşk olmaz’ diye kaçtın insan içinden kıçın kıçın, inine, dolayısı ilen,
hani lan sen türküleri seviyo, söylerken dinlerken, kenarlarda köşelerde ağlıyodun sular seller?!. türkü “insan aşkta, aşk insanda” demiyo muydu, angut!. lan acemi ördek bile kıçın kıçın dalsa da, neticede suya dalar, yâni ki en büyük aşkına, yaşamaya, sen peki?!.

kaçtın da artık modern de olsa dünyadan, hayatttan “insan” aynı “insan” ve daha az önce söylediydik sana;
“insan aşkta, aşk insanda”ydı!.

modernmiş falanmış?!. zaten ilkel ilkel, yabânî yabânî, serseri serseri ne güzel, karışmadan, içine bulaştırmadan, dünyayla dönüyo, akıyodun hayatla birlikte?!!.

kaçtığın şu hayat, kaçıp kendini hapsettiğin inin, mağaran?!. ne buldun orda, ne hikmet gördün, ne feyz aldın da, dümen suyundan çıkıp ıssızlığa yalnızlığa tenhâlığa; inine kaçtın?!.

delisine delisine aramaya devam edip gölgesine bile sahip çıkacağın yerde, kaçtın, kutsal aşkı sokaklara attın, eğlence hâline getlren oyunculara, oyuncakçılara bıraktın lan âdî, el sofralarına boğaz ettin?!.

hayatı hep ağırabi yaşamış, içinde ‘aşk’tan, aşka âşık olmuşluktan, arayışından gayrı bişey büyütmeyen bi adam için şu çâresizliğe gebe kalmak zorunda olmak?!!. çok ağır lan!. forsalıktan, esâretten de ağır!. üstüne yapışan kokusu da foseptik çukurundan da berbat!.

elsiz, dilsiz, töresiz olur el kapılarına düşüp, ipini çeken, el açan.. aşktan düşen sokak itinden beter olur; perperişan, zavallı, başıboş, güçsüz, düşmüş, düşkün, üşümüş, titreyen… ve dahası;
südü bozuk, mayası kokmuş, aşağılık, kötü, pespâye adamların koltuk değneği, hafifmeşrep kadınların bineği…
yalnızca boş otomat, lümpenlerin o istilâcı, asalak, böceksi yapılarına cuk oturan bi durum..

asâleti her yanını sarmış, artık paçasından akan adamlar, anadan atadan ağır, hanfendi kadınlardan eser yokken, ortalık hınzır, hınzırelerden geçilmezken, yeryüzünde gelmiş geçmiş kaç ‘adam’ adamın bahtıdır; ‘işte o!.’ dediği, diyeceği bir cennet kadını?!.

tamam lan gönül, kötü, gitgide daha da berbatlaşan dünyanın kötü kokulu akıntıları, geçim sıkıntıları, hayatın zorlukları insanı boğuyor, çaresiz boyun eğdiriyor tamam, iyi de senin yaltak kaltak yatık katık olman gerekmiyor; nâmerde nâdana soysuza kahpe karakterlere.. hem de ne için; korktuğun için?!!. 
demiş diyenler, “geçme nâmerd köprüsünden ko su aparsın seni”, “düşmanın çizmesi boğazına basarken yüzüne tükür; cesedin çiğnensin ruhun kurtulsun!.”

olm gönül, dünyada üç tür birlik vardır;
korku birliği
menfaat birliği
his birliği!.
korku fıtrî bişey.. korku tabiiyse o bile biyere kadar su kaldırır, ama fobik bişe ise, mantığı olan bişe olmadığından hastalıktır, tedâvî edilmelidir..
korkuyu da geçtik diyelim, ya ufacık bi kemikli menfaat sıyırmak için gönüllü köpeklik, tiksindirici kölelik?!. ve nerde zorluk darlık ölüm etraflarında vals yaparken yine cesur, gayretli, canlı, hayata dört elle sarılan mücâdeleci o adamlar?!.
öyle bir adam olmak… heyhat, şu “oluş” fiilinin yer aldığı olumlu bi cümlede bi gizli özne bile olmak büyük bi izzetken hayatımın bir tek cümlesinde bile yer almayacak, ne acı!.
allahım, sana geliyorum dediydim ya,
allahım, sana böyle geliyorum işte!.

nası bi adam oldum ben lan gönül; sakat, hareketsiz, hasta gibi, uyuz gibi?!.
rahmetli bilge büyükanam uyuzlardan hşç hazzetmezdi, “uyuz olcaana kuduz olsun” derdi..

yâni olm kız gönül, başka şeylerde âram vermedi hayat!. aşk zaten başlı başına yolunda gönüllü fedâ, heder etmek kendini, harab olmak demekti..

aşk ehli harâbât ehli.. ve ama da en güzel!. ve acayip esrârlı.. zaten de öyle bi müthiş demiş ki selâm olsun burdan, erzurumli ibo hakkı dedem hazret,
“harâbat ehlini hor görme zâkir, defineyi mâlik virâneler var”?!!.
görünenin ötesine geçmeyi beceremeyen, kaportada kabukta takılanlar, derinlere inmesini bilmeyen, yüzeyde boğulanlar ne görür de hazineyi, sahip olur?!.
“hazine” dediğin bilgelik!. bilgelik görmek bilmek demek!. çoğu zaman da bakmadan!. bilgelik tevâzû gerektirir..
tevâzû; arı duru sâdelik, yekpâreliktir, kıymetini bileni hayran ettirir..
tevâzû farûkiyet hâsıl eder.. görünüşe ehemmiyet vermeyen, kendini kıyıya köşeye atmış, şekilli şemâilli olmaktan, gösterişten uzak harâbat ehli 
çok iyi bilir hazinenin yerini, çünkü hazine bizzat kendidir..
o ki sâhibi dikkat çekmez, göze görünmez…
istiridyenin o simsiyah, kerti kürtü, kaba saba, gösterişsiz kabuğuna aldanır, üstüne basıp geçersen, içinde saklı eşsiz inciyi ebenin rüyasında görürsün..

bi insanın özündeki kıymeti farkedebilme bilgeliğini öğretir adama, tevâzû!. kaba softalığın yelkeni bu derin suları bilmez, dümenini kırsın?!!.
al, ahan bi söz daha,
“ârifim deyû tân idub gezme
defter-i dîvâna sığmaz söz gelir dîvâneden”
al buyur, bu el-göz-dil değmedik pınardan iç?!!!!.

yânikim lan gönül;
eğer de tevâzun yoğise nah inersin sırlar yurdu bir kalbin derinine..

en son ‘aşk’tan sözediyoduk, araya ‘harâbat ehli, saklı defîne, sır hazîne, tevâzû, bilgelik’ girdi.. daha doğrusu, biz daldık, tepe üstü, mevzûya!.
diyoduk ki lan gönül,
aşk hâli en güzel!. aşk, en eşsiz, sonsuz güzel, en tatlı acı.. reklâmındaki “en tatlı acı; çiköfte”den bile!.

aşk?!.
sene hicrî 1313; yaş almış yürümüş, baş almış başını uzaklara gitmiş, gönül aşk dilemek dilenmekten mecnun’dan beter hâllere düşmüş, harâbolmuş ve hayat saati sonunu vurmaya beş kala vazgeçmiş artık, tam da burda işte,
onunla tanışman yakındır!.
../.
ve ‘aşk’ gelir…

Cuma

rikkat...

selâm olsun;

bilene, anlatana, öğretene, öğrenene!.

rikkat…

ne mânidâr kelime/kavram..

çok az kişiden duydum, duyuyorum.. az olması kelimenin çok derinlerde elmas gibi ve nâdirattan oluşundan olsa gerek.. çok görülse ışıltısı bütün hassas kalplerin gözlerini alır..


Çarşamba

‘çatlak’ şiir!.

“kayıp kutsal kâse”

(ilkokul, ortaokul, lise, ünv. arkadaşları… prof, vekil, bakan, iş adamı, bürokrat, asker, medyatör, berduş, serseri, en tepe mafyasına kadar vs.. sen serseriliği seçtin!.)

kelle kelle, kalıp kalıp, çok satan az okunan, raf metrajlarına ayarlı, para yönetimi, kapital analizi,
hiç de kutsal olmayan ussal konularda saat gibi çalışan kafa kadranlarına uygun kitapları;
siyasi, mali, ekopolitik, hâki renk gündemler belirleyen koca koca paşa paşa beyanatları, kerli ferli açık oturumları, büyük lafları, koca göbekleri, forslu makamları, dolara endeksli bol maaşları, lüks sam amca  arabaları, sık dünya seyahatleri, saygın kredi kartları, eşsiz doğanın tam ortasında, orman içi göl kenarı kütük evleri, okyanus kıyısı muhteşem devremülk sayfiyeleri, dağ turizminin uluslararası merkezinde kışlıkları, muhkem bankalarda sırdaş hesapları, büyük birikimleri vardı..

ve;
"bütün mimarlar yüksek, mühendisler de bir sen kaldın alçak mimar, ey Sinan usta!" diyordu cemal süreyya- “teknokratlar” şiirinde..

diyordum ki ben de
nerde o ‘kayıp kutsal kâse’?!!.

ve işte, gerçekten ne çok kitapları vardı;
kelle kelle, kalıp kalıp, az okunan, çok satılıp
duvarlara uyumlu metrajlı raf
ayarlı kafa kadranlarına
ne de çok okumazlardı onları?!.

oysa tek kelimesini bile anlamadığım şu hayat ezberimdeydi çocukluktan..
kurdu olduğum kitaplar arasında
yoktu ne yazık ki battal boy ve kapkara surat bir “nutuk”…
bilmiyorum, olsaydı ne yazardı
insan prematüresi, Tagore hayranı
ecevit mavisi sidikli bir şâirin kafasına dank eden
ince ayar, bi anayasa kitapçığı..

hani olsaydı,
retorik-hitabet-uz sözlülük-dipsiz belagat nlp teknikleri, ‘hitâb-ıı fenâ etkileme sanatı’ kitabı
çok sözlü yarı aydın, edepsiz edebiyat
tahrip gücü çok yüksek tahrikkâr felsefe
iktisadî kriz, buhrandan çıkış yolları, das kapital
dinamiğin ana stratejisi
ve bir takım bâzı şeyleri diyalektiğin
yine bir şey değişmeyecekti..

oysa en acımasız olanıymış
fakülte kapısında sözsüz ‘ikna odaları’na
itirazsız kabul turları düzenleyen
latince aslından bozma intihalle
‘laik(çi)liğimizin sırları’ kitabının sahibi
kendine ‘ülkenin en sosyal demokratı’ diyen
kudretli komutanların emir eri
yılların hümanisti dekan
memleketin içine eden,
kirli emelleri kutsala değen
amca-yeğen…

şunların eseriymiş, şu en koyu faşizmden kopye
ve antik kırıntılardan mülhem,
şu anakronik manifesto
enformasyon çağı güzellemeleri,
ezilmiş top(lul)uklar için ağır pranga,
zincir bileklik, pembe incili nostaljik gerdan,
aşil sendromu,
dünyanın bol çeşni ordövr tabağına konan
freudsu psikanalist zıpırlıklar
“tarihin sonu”na hunnigton ve fukuyama ikilisi eliyle yapıştırılan
şu fırlamalıklar,
şu puştluk…

zaten bireysel aydınlanma çağıma girişim fecîydi
analitiğin o yırtık düşüncesi
ben daha doğmadan kesmiş yollarımı
Diderot’un şu romantik (s)ayıklamaları sırası
Filozofça Düşünceler’i yakılmadan öncesi
ve sonrasında da yine zenginken kiliseler endüstrisi..

işte, şu leş gibi insanlık cinâyetinin
kaldıracağı kadar da kara latife koyup içine
bal gibi de sulandırmış oldum belki de biraz ben de..

hani “aykırı” demeseler adıma,
ve fişlemeselerdi adımı daha çocuk denecek yaşta, ezberden meselâ, hiç uzatmadan;
‘arzda gezinen tufeyl bir böcek’ unvanı verselerdi bana
taa başta
böyle fena yaramazlıklar yapmaz
ordan burdan, büyük küçük demeden ‘kavram’ yer
böylece beyin çöplüğümde boş bıraktığım
o en müstesna yeri
kuru malumatıyla doldururdum düzenlerinin..

sorduklarında ülkem ve dünya gündemini
‘medeni dünya’nın muhteşem atık dönüşüm projesine
katkıda bulunduğumu hiç inkâr etmez
hem böylece, doğmadan daha fikirlerimin başı da kesilmez
o izbe ideolojik kuytuların ve ağlarından kurtarıp çok anarşist böceği ‘düşünce adamları’nı,
haklı gururunu yaşatırdım kendime, karanlıklarından aydınlığa çıkarmanın hani
hani ‘erken’ bir horoz gibi, şöyle vakitsiz ötmesem?!!.

işte, gözlerim henüz açılmamışken dünyaya
ve her şey bittikten sonra başlattığım iç ihtilâllerimle
şu kapı gibi, yüksek yüksek imtiyazlarla ambalajlı
kapkara adamların
sıkı korunaklı o meskûn mahâl adacıklarının
yangınlar çıkaran kundakçısıydım..

yerleşik düzene alışık değildim, doğru
adım dünya dillerinde ‘yağmacı’
soyum, göçebe mongol Moğol’un soyuyla aynıyken üstelik hani şu Bağdat Kütüphânesini önce yapan,
sonra yıkan
göç topraklarından geldiydi ya atalarım?!.

henüz Elhamra’yı yakmadıydım ama
zaten, eşsiz kütüphanesinin duvarından düşen
tarih atlasının arasından çıkıp şu tanrı belâsı,
tanrı kırbacı Attila,
çoktan çekmişti kılıcını!.

şunlar, toplanıp kıymık kıymık gezinerek
‘kayıp’ diye kakalayıp “kutsal kâse”yi
“kudüs’de, içimizde arıyorlarmış hikâyeden..

hani tarihte, yanılmıyorsam, on üç kez tekrarladıkları seferlerinde şu doğu’lu hâfızamın
o kutsal üçgeninin kızoğlankız kıvrımları arasına
diz çöküp, leş gibi sarhoş,
lekelemeseydi nâmusunu haçlılar
kesmeseydi kökünden şarklı dilimi
ve hintli ve usta ellerimi bileklerimden
dünyanın o en kevâşe, en orospu ‘ana kraliçesi’nin oğlu, o soylu-soğuk ingiliz şu onun nesebi gayr-ı sahih buşth oğlu buşth’u
şu son numarası sio-nazi damadı
ve şu gönüllü kumaları; abdüldolar fahişeleri,
böylece ilkel tezgâhımda dokuduğum
beyaz aziyelerimin etekleri kanlanmaz,
topraklarım kanla sulanmaz,
böylece zehir zemberek su katmazdım pişmiş aşlarına
dikenli gerdanlıklar örüp kelimelerden
şu ‘ölüm amca’larımın boyunlarına asmaz
geçirmezdim taç yerine, o metalik başlarına!.

aşk kırgını…

aşk kırgını, fenâ yaralı biri ağır bedduâ ediyordu;

"kıyamadım, aldatmadım, kandırmadım, güzelim aşkımı zevklerin, eğlencen için hebâ ettim.. beni kimsenin yüzüne bakamayacak duruma getirdin.. allah seni sevildiğini sandığın yerden başın eğik döndürsün, çünkü ben hâlâ uyuyamıyorum!."

cidden çok can yakıcıydı..

bu durumdaki hiç tanımadığı biri için bile çok üzülüyor insan.. bide senle aynı yerlerden hançerlenmişse, acı katmerleniyor..

içim ezildi ya, bi tavsiye vereyim dedim!.

‘cehennemin dibine kadar yolun var’ demeyi dene!. bunu başarana kadar da uykuyu unut dedim ona!.


beni yalnızlığa mahkûm etmeye kalkmayın lo!.

beni yalnızlığa mahkûm etmeye kalkmayın lo!.

doğduğumdan beri koyun koyunayız.. beraber yiyo içiyo gezlyo uyuyoz.. bikez bile kırmadık birbirimizi!.

beni yalnızlıkla tehdit etmeye kalkmayın!. tek yumurta ikizim olur kendisi..
tıpkıyız aynıyız; o ‘ben’im, ben ‘o’!.
doğduğumuzdan beri koyun koyunayız.. yediğimiz içtiğimiz ayrı gltmiyo; beraber yiyoz içiyoz geziyoz uyuyoz..
gül gibi geçiniyoz, bi kez bile kırmadık birbirimizi..

sözümüz var; beraber ölcez!.


ne zor geride kalmak!.

erken gelip çok geç kalmış, büyük bedel ödemiş en talihsiz kuşak için artık çok geç..

inanmış, savaşmış, sonunda aldandığını görmüş, hayata sırtını sonsuza dek dönmüş kayıp kuşağın hasbelkader hayatta kalabilmişleri için çok zor artık inanmak!.

o kadar çok hırpalandılar, yaralandılar, kan ve zaman kaybettiler ki, bu hakikatleri hayatlarına düstur edecek ömürleri kalmadı..

henüz yolun başında, çok şey yitirmeden, dönüp başladığı yere yeniden başlamak?!.
imkânı var mı bunun?!. öte’ye mi bırakılmıştır sevmek, hayatında bir kez olsun ve ilk ve son ve bu sevdâyla sonlansın hayatı, son nefesi bu sevdâ olsun?!.

ne çok bekledi içimizden birileri, sesslzce besleyip içinde o umudu, son nefesine dek!.

ve onlara nasib olan bana olmadı; yapışmadı alnıma kan revân çatışmalarda, asil bir kurşun!.
nasib(!) olan; kucağımda can verneleri oldu!. kulaklarına eğildim, son tenbihatları için;
‘en güzel’e gidiyorsunuz, orda firak yok!. firak burada, geride bıraktıkkarınızda, alıp yanınızda götüremediklerinizde, bende!.


geceydi…

… dedim ‘nen var, ne oldu?!.’

içimde öldü, zâten ölü doğmuş her şey.. ölü doğmuşum.. yaşıyormuş gibi, benden başkalarına yaşama dâir müspet telkinlerle güç veriyormuşum!?!.

en acı şeydi insanları severken, kollarken, sakınırken kendini yok saymak, aralarında kalp ve ruh ve his olarak kaybolmak, bunlarla var olduğunu unutmak..

hayat… büyük ihânetini gördüm kaçıncı kez.. ne çok yanılmak ve aldanmaktan mürekkepti geçmişim.. ihâneti affetmek yeni ihânetlere kapı aralamaktı..

hep gülümsedim.. cesâretle bakıp gözlerinin içine, dikine ve inadına.. ve ne dediyse tersine inandım, yaptım; olduğun yerden söküp alan, süpüren, sürükleyip götüren akıntısına karşı kürek çekerek hayatın.. meydanına çıkıp açık meydan okudum, onu alt etmeye, imkânsıza soyundum..

sevmediklerinle, hiç sevmeyeceklerinle yol yürümeyi yazmışsa yazan kimse ve ne ise sevmediğin şeylerle, sevmediğinle yola çıkma, yol yürüme mecbûriyeti, müddetince, ik adımlık hücrede ağır mahkûmiyetten farksız.. henüz yolun başında başlayan çıldırtıcılığına tahammül yürek ister; berâberinde, yol bitene dek uzadıkça uzayan iğrenç bir pişmanlık duygusuyla... sonuna dek sessiz şikâyetsiz yürümek büyük zarâfet..

insanlara hâlinden şikâyet, kem kaderinden söz etmek kör bir kuyuya seslenmek, hissiz ve sağır ve dilsiz bir duvardan medet ummak gibi…

insanların kahır ekseriyeti derdini hiç umursamaz.. derdinin varlığından açık ve gizli, mutlu olanları bile görürsün..

kötülerin, kötülüğün bütün saldırıları ve yaptıkları her şey ve hayatın kendisi dahî insanın mâsûmiyetini içinde öldürmek, onu tamamen yok etmek içindir..

yapılanlara aldırmazlık, saldırının daha büyükleri için etrafındakilere fırsat vermekti...

iyi niyet, insanı saldırılara açık hâle getirir.. en basit bir böcek karakterliyi bile havalandırır, heveslendirir; şımartıp, küstahça tepene tırmandırmaya yol verir.. az iyi niyet gösterdiğinde en ummadıklarının bile tanınamayacak kadar kötü olduğunu görürsün.. ve sonunda derin ağır pişmanlık girer işin içine.. gerçekten fazlasıyla kötü olan, ağır bir durum bu, insan için..

bile bile lâdes hayat bâzısına.. ve kıpırdamak karşı koyuş değil..

yaşadıkları bâzen büyük mükâfattır insana.. bâzen ilerde sırf yazabilmeni gerçekleştirmek içindir hayat içine ağır yolculuğun.. ondan kurtulmanın yollarını arayacak olmak, sonunda sunacağı muhteşem armağanı daha yolun başında kaybetmek demek..

yolun başı ortası sonuna yakın isyân itiraz etmek, sonunda sunulacak muhteşem bir armağandan vazgeçmek demek..

geçmişi, hayatı sütredir yazarın..

yol boyunca bir adım sonrasını görmesini istemez yaratan.. sonunu görürse oyun bozanlık eder, büyüsünü bozar diye sıkı sıkıya kaçırır gözlerinin önünden, saklar kulun.. başına gelenler, yaşadıkları yaratanın o benzersiz güzellik ‘yazmak’ armağanını ardına gizlemek için insanın önüne koyduğu bir sütredir.. hayatın içinde, yaşarken göremezsin o armağanı, görmeni istemez, yazmanı murat etmiştir çünkü..

yaşadıktan sonrası ‘yazmak’; şâyet tahammül edemeyip ölmezsen?!. insan, yaşarken ona neyin acı verdiğini kaleme döktüğünde ve bunun onun nasıl rahatlattığını gördüğünde yazar olma yoluna da çıkmıştır.. ve zâten hayata dâir yazabilmenin yolundan geçerek de gelmiştir; büyük bedeller karşılığı ve karşısında eğilip bükülmeden, yıkılmadan, altında kalmadan yaşamakla, yaşayarak.. ve adil zafer bu!. ve yazmak için yaşamak gerek..

ve sen yazmamalıydın piyasa yapıp!. bunu araları sûnî yağ-u bal birilerine, birbirlerini bigüzel ağırlayan, yollarına karşılıklı naylon ve ama müthiş göz alıcı çiçekler seren, allahım, ne iltifatlar ne iltifatlar döken, üç adımlık kötürüm kelâm dağarcığından deniz deryâ(!) şiir, hikâye, acun(!) çapında eser(!) derceden tel maşa, kıytırık kalemlere bırakmalıydın!..

büyük tehlikeydi; yıllardır kaçıp sığındığın ininden, kendinden çıkmak, gördün!. yaşamak, geçmişte yaşadıklarından, ideolojik kavga, çatışmalar, işkence, hastane, hapishâne, ölümlerden çok daha zor, ağır, tehlikeli hâle gelmişti.. görmek sonsuz acı vericiydi..

insanın sevmediği bir şey, birilleri ile mecbûri yol yürüyecek, sevmediği aslâ sevemeyeceği bir hayatı yaşayacak olması?!. ve korku, bir şeyi sevememekten kaynaklanan şeydi..

ölümden korkmayanlar… ölümden hiç korkmamak onu seviyor olmak demek.. birinin ölümü seviyor oluşuna anlam veremeyenlere karşı müthiş savunma sözü ve her tür îtirâzı oracıkta bertaraf edecek müthiş gerekçe..

alışmaktan öte, anlaması çok zor.. hâlâ geçmişte kalanlar, orada yaşayanlar için imkânsız hâttâ.. bir anlamı yoktu hayatın ve bir açıklaması da.. ve artık bütün korkuların hücum zamanıydı..

korkuyu çoktan öldürenlerin, yalnızca korkmaktan korkanların düşebileceği en kötü durum, görebilecekleri en acı sondu.. azar azar sonları olacaktı, her saniyesi azap, böyle bir dünyada yaşamak..

karşılıksız, sınırsız seveni, ölümüne fedâkârlığı sevmez bu dünya, bu hayat.. bu hayat, eşsiz güzellikler sanki alelâde bir metâmış gibi, gözlerinin önünde glder glder bir kıymet bilmez nâdana, nobrana, soysuza, zorbaya sırnaşır.. en acısı, en ağırı, o eşsiz güzelliğin göğünden bir yıldız gibi değil, kendini iyi pazarlayan, heybetli dağ gibi gösteren ve fakat piyasanın hâkimi cüce ruhların hoyrat avuçlarının acımasız, hırpânî, kirli parmakları arasından bir toz zerresi misâli akıp gidişi gibi!.

‘kimse vazgeçilemez değildir’… bâzen işte sırf bunu göstermek için kaçar birileri, çekilir aralarından, birilerinin içinden, hayatından; zahmet vermemek için.. kendinden vazgeçerek, kıymetli zahmetli, rahmetsiz, sevdâsız, sahte yaldız huzurlarından kendini çekerek.. kimi de zerre hak etmedikleri halde yine de zarar vermemek için ayakları altından, üstüne basıp kayıp düşmesinler diye çeker kendini, karpuz, muz kabuğu, ıslak sabun gibi hissedip!.

sert ruhlara fazlasıyla yakışan şey; içinden hiç alâmet vermeden insanların hayatlarından sessizce çekiliş., gerçekte bir ricat, bir kaçış değil, muhatabını derin acılarla kıvrandıracak müebbed cezâ, iç cehennemine ağır hapis.. ve bunu yaşatacak olanın bir kadın oluşundan daha ağırı yoktur.. ve yeryüzünde kaybedecek de tek şeyi ise birinin o!. ondan sonrası olmayanlar için ölüm, ölümün iftitâhı..

hayranlık uyandıran, hâttâ kendine âşık ettiren kedi fıtratı… komut almayan, müthiş esrâr dolu yaradılışıyla; hareketlerinde hiç yanıltmaz biçimde açık da?!. insanların duygularını saklayışına, yanıltışlarına, yaralayışlarına baktığında dile gelen cümle, ‘yazık, kedi kadar bile olamıyorlar’ olmalı?!.

bir ihânet, bir aldatış değil bu!. en güzel, en anlamlı yerinde, hiç nedensiz, yüzüstü bırakış değil bu, fıtrat!. fıtrat yanıltmaz ve içinde aranacak bir kusur taşımaz..

bu saatte?!!.

gece sıfır üç iç depremleri uyutmaz!.

aman yarabbî?!. bu ne uykusuzluk, uyumsuzluktur?!!.

ama allah var ve şurda peşin itiraf ediim, son derece insânî hâllerden de neş’et ediyorsa çok hoş ve çok özel bi efekt yaratıyo ruhta, kalpte, bedende, benlikte.. hele ki varlığının, kendinde dâhil, kimsenin umrunda olmayışının getirdiği o mütiş özgürlük duygusunun sularında mütemadî yüzdürüyorsan gemilerini, emniyetli, sâkin kıyılar, sığınacak liman aramayıp?!.

bu çok özel bi his ve mütiş güzel.. acaip bi kirlenmemiş, kirletilmemiş hava, saf oksijenden mürekkep!.

birinin kimselerin umrunda olmayışı, hadi dümdüz ve yerli ve millî bi söylemle de söyleyim, kimsenin hiç de biyerinde olmayışı olgusundan daha güzeli, bunun için yek bi çaba sarfetmeyişinin erişilmez emsâlsiz zenginliğinin hazzını yaşamak..

şu bigânelik?!. müstağnîlik değil, hâşâ, töbe ve billah!.
tam tersi, O’ndan başkasından medet beklememe?!!.
tam bi teslimiyet, tam bi kedi tabiat!.

Kâbe’yi, Gazze'yi, daha da dünyanın sonsuz sayısız meselesini Sâhibi'ne bırakıyom meselâ!. ben O kurbanı olduğumun verdiği, hayatın dünyanın derdini tasasını yasasını masasını kasasını hiç de ipine takıp sallamamak gibi bi eşsiz nîmete, bakılması hep an itibârilik olması gereken sıhhat ve selâmete sonsuz şükrederek, iç huzurumun huzurunun peşine düşüyor, çok sevmekten ziyade çoğu zaman acaip ihtiyacım olan şeyi yapmaya, yalnızlığın o eşsiz kollarına bırakıp ruhumu, lezzetlerinden en mühimi olan o eşsiz hüzn hissini anasının nikaana kadar yaşamaya bakıyorum..

bu saatte keman çalıyom meselâ?!. balıklara!.
düşünüyorum, yeryüzünde hangi mal malak bunca kuşatılmışlık içinde, şu su katılmamış ateş çemberinde, sanki her şeyden hiç habersizmiş gibi, yahut gâvur gibi de bilip, tam göğsünde, bağrında acısını ağrısını, sızısını böğründe zehirli bıçak gibi hissedip de aşağının da aşağısına, dibin dibine yol alan berbat hâl ve gidişini hiç takmadan orasına, çıkıp kendi içinin meydanının tam ortasına, delidumrul, delimemed; harmandalı oynar?!.
kafa acaip kıyak yahut kafayı kırmış yahut ‘aşk ile’ yemiş biri ancak?!.

işte, rutin günlük gündelik, mutad eşikten daha ilk adımını attığında, basit olağan sıradan bi bişey için niyet ve teşebbüsünde o sonsuz çölde kutup ayusuna rastlama fevkâ’l beşer mârifetini gösteren bahtsız bedevî hikâyesinin en öpöz, hakîkî kahramanı gibi sanki, yahut tıpkısı, yahut bizzat olup, dâimî bi kaderin ürünü cehennem içre bi hayatın içinde baskı balata tamamen sıyrık, o ne âlâ, cennet konforu yaşamak diye buna deniyomuş.. çünkü ‘delilik’ ‘aşk’ın ta kendiymiş, hamdolsun!.
başka türlü tahammül edilemez ‘aşk’a!. delirmeden!. daf îman, ölümüne inanmak zaten delilik ya!.

hamdolsun, ‘aşk’tan daha büyük şeyle sınanmak çok daha güzelmiş!.

‘aşk’tan daha büyük şey ne mi?!. yemesi içmesi uykusu, gecesi gündüzü olmayan o ‘deli aşk’ın hiç de biyerinde olmaması, ‘mâşuk’unun!.

kaçıncı yıl, kaçıncı kısım?!.

finali hakikaten de yakışır bir ‘son’lu; yarım da kalmayacak hikâyemden…

“dünya size, ahret bize!.”

kimsenin umrunda olmayacak, olsa bir dişin kovuğunu doldurmayacak, çünkü şöyle bi üstten üstten baktığın zaman bu dünyadan değil, hiç değil..

daha ilkokul dörttü.. ‘bu oğlan böyle giderse ya anarşist, ya da oblomov gibi elâlemin maskarası olur’ demişlerdi; her bi şeyi bilirlik kibrinin gözlüklerinin kalın tozlu camları ardından bakıp gaybı taşlamayı pek seven öğretmenlerim peşin hüküm bağıyla gözlerini kör eylemiş, inatla her şeye bir yakıştırma bulma, kesip eğreti yapıştırma eyleminde bazı kıymetli büyüklerim…

lâkin bu kez haklılardı.. çaresi zor bulunur bi hayâlperestlikle, zaman zaman, kendi kendini yok ediş noktasına geldiğini fark etmeyecek kadar karış karış havada bi aklın ürünüydü şu serseri yaşama, yazma heyecanı..


öyle her önüne gelen heyecan karşısında büyülenip yenilmemesi için bidayeten üzerindeki şu komedik çocuksuluğu atması ve nihâyeten mütehassıs nezaretçiler gözetiminde, şu hassas dönemi sıfır travmasız atlatması ve üçüncü ve son aşamada, şu şekilsiz yazma eylemine bi usûl, edeb, adâb, edebiyat kazandırmak için usta öğretmenler eliyle usulüne uygun terbiye edilmesi gerekti ihtimâl?!.


belki de önce bi ön hazırlık yapılmalı, evvelâ dizginlerini, bilâhare kulağını çekmeli, şu saflığı, miskinliği ve insana inançlılığından bi an evvel kurtarmak için masaya oturtmalı, başında durup, gözlerini üzerinden bir an bile ayırmadan, öyle hemen her şeye hoplayıp zıplamamanın, nötr olmanın, nötr kalmanın yollarını öğretmek için çok çalıştırmalı, gördüğü dokunulmamış bir güzellik, ufacık bir anlam, minicik bir şefkat, zerre-i miskal bir heyecan karşısında ayağının yerden kesilişini, kesilecek oluşunu önlemeli, dur durak, ağır oturak bilen bi adamca artık bi olgunlaşmasını sağlamalıydı..


çivisi çıkmış, uçuk dünya, herkese, her keseye sunacak bir şeyi olan büyük panayır yeri.. karşımda görücüye çıkan yaldızlı hayat iç gıcıklıyor şuh yanlarıyla, nice çağrışımlar oynaştırıyor yalnızlığımın dibinin önünde ve ne cilvelerle.. çekimine kapılıp gidiyor gözlerim bazı, gönlümün bi yanı artlarından sürüklenme hazırlığında; boş bulunup, bomboş bir ânında..


sonra…

sonra kapatıveriyorum penceresini sığınağımın hayata bakan minik mazgalının, yok oluyor gördüklerim, yok oluyor önümde.. aklımda kalan, geçici uçucu, uçuk ve kısa bir yanılsama yalnızca.. ve anlıyorum ki ağır, vıcık vıcık bir pişmanlığın fenâ üzgüsünden korunmuşum bir kez daha, ilâhi elce..


dünya yerinde sayanı ezer geçermiş?!. buyursun, yoluna dikildim, yerimde duruyorum, uyumsuz aykırı; birlikte, senkronize dönmeyeceğim, çekilmeyeceğim de yolundan!.


film gibi!.

esas kız’ın ardından…

delikanlı çok üzgündü… elinde bi fotoğraf, konuşuyordu..
sordum;
‘gönül yarası mı?!.’
o an orda sanki yalnızca o varmış gibi, bakışlarını baktığı şeyden koparmadan konuşmasını sürdürdü:
“bugünlerde günahını çok alıyorum… birçok sebepten!.” dedi, ekledi;
“… sen yanma diye!.”

birden dondu yüzü, ifâdeleri, düşünceleri, duyguları; buz bir cümle buz gibi düştü, kızılkor ateşe, paramparça;

“… sen?!!. şu an başkalarıyla?!!!.”

zehir soluyan düşünceydi…

son nefesine dek sönmeyecek o devâsâ yangının başlamasına an vardı; dipsiz, çıkışsız, karanlık, belirsiz bir uçurum, hemen önünde, içine çekmek için hazır, bekliyordu..

kıyısına geldi, bir adım kala durdu, tutuşmak için şüphenin ilk kıvılcımını bekleyen kalbini son bir gayret tuttu, gerçeğin o acı doğumunun ilk işâretine dek erteleyerek..

başını kaldırdı, bakışlarını ufkun ötesine göçürdü; ardı 
kopkoyu bir sessizlik; sancıdan sancı, işkenceden işkence, azabdan azab bekleyişleri çağıracak cümleyi zor duyulur bir sesle döktü, dudakları arasından;
“günahın?!.. umarım alıyorumdur!.”

dişleri arasından söktüm; hâlâ bir umudu vardı.. oysa çoktan okumuştum gerçeğini.. artık ‘esas oğlan’ı hiç olmayacağı ‘esas kız’ın hayatında bir kenar süsü, tablosunda basit bir eskiz, üç saniyelik hâtırasızlıkta yardımcı figüran, kalbinde kanı durmayacak kahredici kan çıbanı olduğunu..

öte’ye ötelenmişti her şey, her şey susmuştu,
söylenecek söz yoktu,
‘âh be çocuk!.’ bile diyemedim..