Pazartesi

yarım asır..

 


“… ve asr’a yemîn olsun!.”

(baştan beri bütün yaptığım deli gibi yazmak, yazarak kalbimi tercüme etmek.. belki çılgınca da.. gizil bir iştiyakla da;
‘biri gelsin bulsun okusun anlasın’?!!.

ama sonra, ‘gelsin alsın beni, götürsün uzaklara; bu dünyadan öte’ye’ isteğine dönüştü… şiddetli..)

bunun git gide daha da derinleşen bişey olduğunu gördüm zamanla; gitmek, hep bilinmedik en uzak yere gitmek..
kaçmak asıl adı bunun.. şiddetle kaçma isteği buralardan.. ‘işte ora!.’ dediğim yer nereyse..

gitmek… uzun zamanlardır hayâlimken şimdi şiddetli bir kaçma isteğine dönüşmesi
sağlıklı değil, kötü, çok kötü bir şey var demek; yaşamayı gözlerinde un ufak eden, gönüllü vazgeçiren..

hayatın sırlarını büyük bedel ödeme karşılığında çözmüş biri telaşsız olurmuş yaşamak konusunda; eceline kâh aheste, kâh acele, bile isteye, sevinerek, büyük arzuyla giderken, kalabalıkların bakıp anlayamayacağı mutmain ve imkânsız gülümseyişler bırakırmış etrafına..
…


bir zamanlar, çoğu insanın korktuğu ölüme düğüne gider gibi, güle oynaya giderdik; saf, aldanmaya hep müsait, çabuk kutuplanmış, vaktinden evvel olgunlaşmış, fütursuz âşık, yarı deli, korkusuz havarî, ilk gençlikte sayısı bugün zafer işâretine kalkmış bir elin parmakları kadar..

herkeslerin okuyup, hem herkeslerin bildiği, müthiş beğenilerini dile getirdiği ve fakat bir toz mesabesinde olsun içselleştirmediği “şeb-i arus” gibi bir anlamayı da, câhillikten dolayı o zamanlar yanımıza alamayacak, o yolda böylesi huzurla yürünebildiğini bilmeden, yalnızca kör bir câhili ideolojiye anlamsız ama delicesine tanrısız bir imanla gözü kapalı ahdedecektik kavga adına..

demek önce îmânı tanısak ve sonra mevlana’yı bilsek, şu deli deli yaptığımız şeyin bir adı, bir anlamı, onun ölüm için o müthiş teşbihle dediği “düğün gecesi” olacaktı.. ama heyhat; beyhûde bir kavgaydı, ölümcül ve acı..

yıllar yıllar sonra, hayat artık yerine oturduğunda ve o kavga günlerinden de ağır, bi başka işkence başlamıştı; o pis yalnızlık duygusu.. kavga varken hissetmiyorduk..
yazmak var artık, kavga yok.. cehennem sıcağı o ölümcül kavgalar gerilerde kaldı; kırılan kırıldı, ölen öldü, düşen düştü..
ve işte, sözü deyip geçiyorum şimdi, sanki hiçbişey olmamış da, içinde uzaktan kavuşmasız fenâ bi aşk da olan bi fenâ aksiyon filmi seyretmiş gibi..

işte, artık söz onca uzun zor zahmetli yolun ve acıklı bir yolculuğun alâmeti, üstünün tozu başı, pasağı ve kiriyle, hiç çıkmadığı günışığında, bir kıymet bedesteninde, dış görünüşüne aldırmayacak, mazrufuna bakıp kimselerin vermediği en yüksek pahayı verecek, müşfik, bilinmez ve gizemli bir alıcısının önüne dökülmeyecek kadar değersiz; çünkü sözüm kimseye değil, çünkü sözüm kendime.. lâkin gariptir, değerini biçecek olan ben değilim.. hani, biri hiç bilmiyorsa kelâm pazarının yolunu, kelimelere edip eylediğinin, kendi dilinden kalbini yazmanın, dediğinin kaç kuruş ettiğini nasıl söyleyebilir ki; söz bedesteninin yerini, piyasasını, ederini, neye yaradığını bilmeyen?!.

hayatın içinde bilinmez bir yolcuysan işte, hayatınsa o yol, yolculuk, bilmeden yürütüldüğün, ne mâzisi ne âtîsi bilinmeyen bir yolda sevincini hüznünü acılarını kelimelerle, yazarak yaşarsın; kendi mâcerânı kendi sığınağında; kimse okumasa, böylece kelimelerine kimse dokunacak olmasa, vaktâ ki, hani bir okuyanı olacak olsa kazara, sözüne tek bi kıymet vermese de yazarsın.. oysa böyle yazmak hiçbir şeydir, bir okuyup anlayanı olmadıkça..

hep anlamak anlaşılmamaktan zor der dururdum.. anlamak dediğin, içimize çöken hüzünle, göç yolunu kaybetmişken, karanlığın en ıssız, en yalnız yerinde kalakalmışken, etrafta belli belirsiz titrek bir ışık ararken, avizelerinde ışıklar oynaşan, umut saçan bir pencere gibi çıkıyor önüne..

hayatı anlayınca anlaşılma gibi bir endişeye yer kalmıyor.. o zaman konuşmaya da gerek kalmıyor.. yani ki şu koca deryâda kırık dökük sandalınla bibaşına, oraya buraya sürüklenip durmak, göç yolunda kafileyi, göç yolunu kaybetmek, etrafta ışığı yanan, sıcak bir pencere bulamamak gibi bir şey, bu dünyaya kelime doğurmak..

…

susarak da konuşur insan.. susarak konuşmak bir keşif değil elbet, dünyanın yaşamak denilen şu karanlık denizinde..

çaresiz, köşe bucak bir kıyı ve bir ışık arayışı da değil; biz baksak ufka şu fersiz gözlerle, yine tek bir şey göremeyecektik; ışığın da karanlığın da içimizde olduğunu fark edene dek…

gördük ki kendine, şu ‘anlama’ların ağır cezasını verip, kendi zindanına kendini hapsedip, cezasını bibaşına çekenler var; o koca yürekli evren yürekli zatlar gibi.. onlar bilirler, asıl aydınlığın, insanların zindan bildiği yerlerde olduğunu.. aydınlık yahut karanlık yürektedir çünkü..

büyük zatlar dediklerimiz bunun için ‘büyük’türler, işte.. hayatın sırrını çoktan çözdükleri için büyüktür onlar.. bir anlayabilsek yalnız olmadığımıza sevineceğiz.. bir duyabilsek yürek seslerini, biz de seslenebiliriz birbirimize.. hani gecenin içinden davetsiz misafirler gibi gelip, demek ses varmış sesimize, ıssız değilmiş dünya diyerek..

gördüğüm her güzel şey yaralayıp geçerdi.. her seferinde kendime acıyla bunu fısıldayarak… sokakta, fıtratına yazılmış o anne merhametiyle yavrularıyla oynaşan kediye, bulduğu iki lokma yiyeceğin ardından güneşli bir duvar dibine kıvrılıp, insanoğlunun hiç anlayamayacağı dilde huzur soluyan bir sokak köpeğinin sükûnetine, ellerini kenetleyip, bakışlarını birbirlerinin gözlerine mıhlayan, birbirini çok sevenlerin hâllerine, ömürlerini birbirlerine fedâya söz vermiş, sonlarına birlikte yürüyüşlerini âleme tescil ettirmek istercesine el ele tutuşarak parkta yürüyen ihtiyarların dinginliğine, döktüğü alın teri kadar pak mendilini öğle arası önüne sofra edip nevâlesini iştahla yiyen işçiye, evde baba yolu gözleyen, gözlerindeki umudun ışığı hiç sönmeyen beş çocuk, bir annenin heyecanına, daha da ne çok şeye imrenerek baktığım zamanlarım ne çoktu..

ne de çok yaralanmışım meğer ve zaman ne çok iz bırakmış, bunca yıl olmuş, hâlâ yerli yerine oturabilmeyi becerememiş yüreğimde..

gerçeğin soğuk lâkin uyarıcı yüzüyle karşılaşmamak için onca kuma gömdüğüm başım, kaçtığım gerçekle burun buruna gelmiş, kurtuldum sandığım her dönemeçte karşıma çıkmış..

şu, hayatın gündelik, sıradan engelleriyle bile başa çıkamayıp, sırtımı dönüp gidemeyişlerim acıyla?!!.

demek, hayatı sevmem için hayattan da büyük bir şeyi sevmeliydim; can yaksa da, yanığa merhem olacak eczayı mündemiç bulunan bir şeyi.. ben diyeyim yağmur, biri desin rahmet, ben diyeyim isyan, bi başkası desin, benim bile unuttuğum adıma bakıp ‘adanış’; değil mi ki, ne o biri ne de ben yakmışken roma’yı, yangına tutulmuş bir târihin, ayazda kalmış bir hayatın ıstırâbı, vur emri almış askerler gibi peşimizde; nerede görseler, hangi dağda değse gözlerine sırmalı cepkenimizin parıltısı, orada düşürüyorlar tetiği.. ışıkla gölge oynaşıyor oysa göğsümde, lâkin bilmiyorlar, ışığa kıyıp, gölgeye mahkûm ediyorlar göğüs kafesimi..


işte, bir tek gam telimi paslandıramadı dünya.. ona ilk dokunduğum yerdeyim hâlâ, öyle de duruyorum; ne tınısı değişiyor, ne seslerde en küçük bir azalma var.. hayatı sevmek için, hayattan da büyük bir şeyi sevmeliyim dediğim o; rüzgâr hep olmalı, çünkü bu kaderle fırtınasız yaşayamam ben..
../.

Hiç yorum yok: