Çarşamba

son olarak; saçmalıyorum zâhir gönlüm!.

evet, ben de emînim saçmalıyorum!. her ne kadar zırva teville yanyana bi cinâyet neyi işlemeden üç adım bile yürüyemese de lan kız gönül, gönlüm, şu saçma saçık şeylerin tek sahibi benim.. bi plan programsızlık, bi öngörüsüzlük, bi tedbirsizlik, bi hesapsızlık; sorma gitsin!. ve sonunda hayattan sürekli sınıfta çakma, saha dışına şutlanma... bayılıyorum şu tipsiz arketipime ve bana bunu seçtiği için de nası da acayip çok şükrediyorum O'na!. çünkü başkası yakışmaz, başka bi kimlik kişiliğe bi dakka tahammül edemem ekmek musaf çarpsın, ille de gönüllü yalnız, haymatlost, kaybetmiş karakter!.

bunlar diz boyu değil, boğazıma kadar battığım şeyler ve hiç şikâyetim de yok durumumdan.. dünyada çöpüm yok, hayata bi borcum yok, zırnık alacağım da ve böylece geberip zıbarıp defolup gideceğim ve eğer de böyle de olacaksa bundan çok acaip de mutluluk duyarak..

‘yaz yaz, nereye kadar?!. kimse sonsuza dek yazamaz!.’

canım benim gönlüm, bıktın biliyorum ve haklısın da!. ama neylersin, kopamadığım bi parçam işte yazmak!. elimde değil!. böyle iç dökümü, anlam, kendimi derinime tahlil raatlatıyo!. yoksa hayatta çatlatılamayan sabır küpü olcam, dayanamayıp!.

mektupların işte, burda gönülcüm, gönül mektupların!.

senle ‘gönül diyo ki!.’ diye başlattığımız ve acaip de abartayım şurda nerdeyse de beş bin sayfanın tamamı bizde!. bunca zaman saklamışız, bu sana ne kadar değer verdiğimin ispatı, müftehir olman gerek!.

yazmak…

yazmak içimde bir yerlerde pişmanlıktan yanmış, külü çoktan savrulmuş hissiyatı diriltiyor, noksanlığını sürekli hissettiren o bi parçam gelip yerini buluyor ve dolduruyor.. kayıp parçasını, yarısını bulmak ne kadar sevinçse insana, bu da öyle.. bu his..


ve insan onu bütünleyen parçasından bütüne dair hiçbir sırrı, sırrını saklamaz.. kalbin gibi bildiğinden sakınmazsın kalbinin tamamını.. işte, kız gönül, bak, artık saklamıyor, sakınmıyorum.. neyi diye sormasa da, sormayacak olsa da senden gayrı hiçkimse ve hiç, belki hani şahidim olsun istediğim bi biri hariç, şu kaç yılların yazılarında, konuşmalarında, yüzyüze iki dakka yüzgörümlülüğü sohbetlerinden memnunum mutluyum..

bi derinine anlayan bi şahit gerek bize, gönlüm;

hani soracak, anlayacak biri?!.

ondan gayrısı sorsa, cevabım peşin; 'ben bilmiyorum bişey, sizin dünyanızdan!. bilmek de istemiyorum!. varın gidin ne istiyorsanız yapın, yaşayın, bana sormayın!.'


ezcümle gönlüm benim;

zâhirim zevâhirim seni de beni de biraz bi küçümsetici ama, durum bu, idare et!.

gerçekten zırvalarımıza gülmeyecek, bizi, yani senle beni anlayacak insanevlâdı biri olsaydı sorardık?!.

hani çok zayıf da olsa biihtimâl, belki onun bi cevabı olurdu..

hayatta gıdım da olsa bi kesinlik filan arzetmeyen bi tereddütle konuşup, belki, bi ihtimâl diyorum bak, çünkü aramızdaki şu uçuk kaçık, kendi içine açık seçik saçık muhabbetten kimse bi zıkım anlamaz!.

sitemimiz yersiz, haklılar yani!.

kavga, tehlike, akıl, korku, heyecan, his vs üzerine

ve işte, bunlar gerçekte bir organizma için hayat belirtisi de.. bir yaradan sızan kan hayat belirtisi de..

neticede ben de bi organizma sayılırım, değil mi gönlümcüm; biraz bi mikro(p)organizma!. neden öyle, çünkü hiçbi allahımın kulu farkında değil, görmüyo; görmeyeceği kadar yok olduğumdan, kendimi kakabalıklar aradında yok saydığım, insan içinde yok ettiğim, yok hükmünde olduğumdan kendi mikrokâinatımdan çıkmadığımdan kâinata..


gönül!. bak canım, kırık olmayan bir gönülden ne ses yükselir, ne bir kendi içine inleyiş, derinden yakarış, içten bir söz..

bazen aklım karşı çıkıyor buna, doğru, ama dinleyen kim?!. ben bu kafa ve gönülle habire mâcerâya tırmık çekiyorum.. karmaşaya aş erip, sükûnetsizliğe kaşınıyorum dense yeridir..


şikâyetim de kendimden hep, he?!. ne desem, ne yapsam dinlemeyecem ben beni!. yani sen dinlemiycen beni!. gönül ne zaman ferman dinlemiş, bi gönle ne vakit söz geçmiş ki?!.


gönle söz geçmediğini, geçmeyeceğini senden iyi kim bilebilir!.


sen, ben!. iyi biliyoruz yani biz bizi!. beni iyi tanıyorsun!. ben de seni!. yani, biliyorsun işte, bende hep duygular kazanıyor.. diğerini düşünemem bile, çünkü kendi yolunda giden tek bişey yok.. olmadıydı hayatımda..


benim bu ‘duygu’ denen şey söz konusu olunca akıl karşısında zâfiyetim sonuçta hep yenilgiler tattırsa da her seferinde yine aynı şeyi yapmayı sürdüren aymazlığım?!. ben şaşıyorum, şaş buna sen de!.


seçim diyecem, ama düşünmüyorum ki seçeyim aklı?!.

işte, gözü kapalı doğrudan duyguya doğru dönüyosun yüzünü, ardına bakmıyorsun bile.. çünkü sen gönülsün..


tam da burda, sonuç mu istiyorsun benden şimdi?!. sonuç; bile isteye yorgunluk..

peki pişmanlık?!. pişmanlık da olsa, o da en fazla üç gün.. sonrasında yine, yeniden yeni gurbetlere, yeni tehlikeli yolculuklara, hayat-memat mâcerâlara yelken açarak..


başkaları böyle fobik fobik korkmuyor.. en azından sen gibi, dolaysıyla da ben!. ve ben gibi ve ben kadar ve benim korktuğum şeylerden de maada!.

yaaa, korkmayan insanlar işte, dikkatimi, ilgimi çekiyor bu keyfiyetleri.. yazıyom… ama da bekliyom ki nasıl; iki satır bi yazı; acayip de tırstıımın elinden, dilinden çıkmış.. yol gözlüyorum.. kutuda bulunca mazrufunda iki satır, bi zarf, yazmak büyük heyecanım oluyor..

heyecan… biliyosun, saf, sâfî adrenalin kendisi.. hayatî salgı, tesiri müthiş..

heyecanın diğer ismi yaşama sevinci..


yani, çok şey demek benim için, senin için.. bu ve artık bunu ezberle!. ve bunu sana söylemekten de gına da getirterek sana!.


yanim ki gönül, artık en küçük bir heyecana bile şiddetle ihtiyacı var insanın, gönlünün.. bu beni, bizi, insanı diri tutan şey.. hele ki sanki yarım değil, bin asır geçmişçesine bir yaşamışlık, yaşanmışlık hissiyle boğazına kadar doluyken insan, ben?!.


yorgunluktan söz ediyorum şu an!. yani, müthiş bir yorgunluk.. bıkkınlık bezginlik olmasa da yorgunluk..

ama heyecan bunun tek ilacı.. dedik ya, hayata dâir en güzel şey, hisleri başlatmaya, yaşatmaya sebep tek tesir, en tesirli tesir.. başka bir şey, hayatın başka bi şeyi milim oynatamazdı yerinden yüreğimizi, kıpırdatamazdı, öyle değil mi gönülcüm?!.

duygu üzerine… gönülle..

duygu…

soruyon şindi ‘niye sürekli duygu?!. neden o var hep nirengi noktanda?!.

amma da ormantik-romantik şeysin, şeyy, şeyy işte, annecinin dediği “ağlamış şey suratlı”, şeyy!. töbeee, söyletme şurda!.’ diyosun bana?!!.

bak, vallaa da lan kız gönül, inan ben de bilmiyorum.. aklım ereli böyle, böyleyim, biliyon!.


hani akıl öncelikli olsaydı, kalbimle kendimle, senle meselelerle bu kadar dâvâ, cedelleşme, cebelleşme, çekişme, sonunda hep kaybederek de ve ama hep heyecan ve plan program imkânları dahilinde her şeyi sıralı yaşayan, saha çizgi sınır dışına çıkmayan, başı da hiç denecek kadar bile derde girmeyen, normal yaşayan bir insana göre çoğu olağanüstü sayılacak mâcerâm olmazdı..


mâcerânın ilk sâiki merak, hesapsız davranma, düşünmeden atılganlık.. e, böyle olunca da tehlike de olacak elbet biraz; sonunda azcık kırıklık burukluk ziyan, yıpranış, kanayış olacak, kaçınılmaz.. ve ben işte, bunu bunları da seviyorum, sen her ne kadar hoşlanmasan da tehlikeden..


du, tehlike meselesini biraz açayım sana, ‘tehlike’ dediğim ne!.

tehlikeyle tee onaltımda nikâh kıydıydık.. uzatmalı aşkım olur kendisi.. sen o zamanlar tıfıl bi gönüldün..

tehlike… en sonunda ölüm olur en fazla.. ve ölüler kanamazlar..


tehlikeyi seviyoduk biz, bizim kuşaan akl-ı evvelleri, her şeyde düşünmeden, zerre tereddüt etmeden, saniyesinde en öne hoplayanlar..


dedim ya, daha ilk gençliğimde toylukla bi hâtâ yapıp, bi âşık olup bi nikâh yaptıydık aramızda, hâlâ da boşayamamışım?!!!. böyle diye ne diye ki kız lan gönül, bu afra tafra?!. sanki üstüne kuma getirdik anasını satiim?!. tehlike diyorum, tehlike?!. mûsibetten, belâdan, tehlikeden nikâhlı mı olur, kuma mı olur, ne alınıyon üstüne?!.


lan kız gönülcüm, sen biriciimsin benim, bitanemsin; üstüne ancak ölüm koklarım ve ölümüm koklar senden sonrasını, gayrısını!.

gönülle ‘akıl’ üzerine, ileri geri…

gönül abim!. bak, düşüncelerim hep dağınıktı, ama bişeye, bi noktaya yönelince toplanıyor.. nokta mühim, çok mühim.. hele onüç nokta?!. o onüç noktayı, anlamını gerçek kalp sahibi, çok az insan evlâdı bilir..

yaa işte, kızılca kıyameti koptuktan sonra yaban yavan eşiklere yazıp kaçmanın, sonra uzun uzun susup, sonra dayanamayıp yeniden kelime patlatmalara başlayınca gitgide ne söylediği anlaşılır hâle geliyor yazanın duygularını düşüncelerini aktarması..

hep duygularımla hareket ettim bunca ömür, biliyon!. yani gönülce, gönlümce, senle, sence!.


akıl meseleyi irdeleyip nitelemede bulunup bi dünya da menfî sonuç çıkarıp, telkin de ettiği halde hiçbir şey yapamıyor tek başına!. akla gönül gerek!.

iyi de, bende yani gönül, sende bidünya olan aklın, şuurun bende zerresi  yok?!!. nooluyo şimdi böyle olunca?!.

boşver, aklımı yiyeli çok oldu, biliyon!.

anlam…

‘anlam’ bana göre çok şey demek.. çok beter anlamlı bulduğun biri, yahut bi şey için çok şey söylersin, kelimelerin tükenmez, çok şey hissedersin, hissettikçe açlığın susuzluğun artar, onu göğsünün üzerine koyar, son nefese dek taşırsın, ama gel de anlat; fenâ içerlemiş bi iç’e, içeriye, ‘candan içerû’ya?!.

‘anlam’ büyük güzellik, ilgi ve tutku demek.. bazen işte, sevgisine sevdâsına tutkusuna karşılık almaz da insan.. fakat bu his öyle büyük bir tesirdir ki, tek taraflı oluşu bile büyük haz verir.. kendi içinde yaşar, yaşatır..


anlamlı bulduğun biri çocuk gibi sevimli de gelir; bak bak, konuş konuş, doyamazsın..

içinde hiç eksilmez varlığının sevinci.. aksine, günbegün çoğalır..


‘anlam’ kendini ifâde ederken bazen seni de anlatır, en derinine.. sanki en yakın, can yakın.. ve yakın tanıması, tanıklık etmesi duygularına, düşüncelerine, eşsiz bir sevinç, acaip bi heycan..


senle konuşmak…

lan kız gönül, senle konuşmaya bayılıyom lan!.

bir şey tutmuyor söylerken, nasıl da sarih ve ne de rahat söylüyorsun, içim serinliyor..

acaip kızgın, acaip kırgın, acaip küskün olduğun zaman daha da bi açılıyo çenen, dilin daha da bi acaip keskin; bırakmıyosun kıyım kıyım kıymadan, ince ince doğramadan!.

hâliyle de oylum oylum, fidan boylumsun!. ama var ya, acaip keyf alıyorum sen böyle küfür-kâfir konuşunca!. biliyom, şimdi içinden geçiriyosun tam da burda, lafını koyuyosun içinden, ‘nooluyo lan, mazo musun, nesin’ diyerek?!.)


istediğim hep bu oldu kız lan gönül; biri yazsın artık ne olur diye yakarırken, istediğim tek şey, sen gibi konuşsun benle, yani sen gönlüm gibi!. ve ben böyle yazayım yazacaksam o birine, böyle ‘en’ değil, tek sevdiğim tarz..

söylerken neyi saklamamam, neyi sakınmamam gerektiğinin derdine de düşürmeyen biri olsun,

sevdiğim kelimelerle konuşsun ve apaçık.. beni sınırlandırmasın, bi sınır filan çizmesin, ne söylersek söyleyelim anlam kayması yaşamayalım aramızda, kuş dili ile konuşmayı getirmesin hiçbir şey, zorlama olmasın..

kuşdili, karnımdan, yakama konuşmayı hiç sevmediğim gibi o da sevmesin, doğrudan söylesin.. zaten de derin anlamı doğrudan dirrektten dile getirmekten daha güzel ne var ki?!.


hani insanın bi sevdiği, bi seveni olsa, iltifatın tenkidin sevginin sevmenin bunu söylemenin dilinin cinsi cinsiyeti olmaz, aranmaz öncelik sonralık, sıra; kim önce ne hissederse o, o söylesin, hiç çekincesiz!.


yani olm lan gönül,

ilk söyleyen yiğitlik nişanını kazanır, yiğitlik onda kalır..

bazıları işte, akıl edemez, etse diyemez, utangaç dallama mahlûkların tekidirler.. ve anla ki atak cüretkâr pişkin değil..

ona miskin, uyuz, sinameki, mızmız da diyebilirsin elbet kız gönül, ama bazısı değil işte, öyle değil.. yırtık değil bazısı.. hayatta olamazlar da.. anlayan da anlar onları, bilir..

 

işte yani gönül, sen bana acaip içten(!) böyle nitelemelerde bulununca niteleyen nitelenenin baştâcı oluyor, nitelemeye bakılmıyor, askıda, havada, gölgede kalıyor, ya da ilk meltemde gidiyor senden ötelere..

meltem dediğim; anlam, anlayış, kavrayış.. kişinin eksiksiz anlaşıldığını bilmesi elbet kıvanç verici bir şey, eşsiz gizil bir mutluluk tattıran birşey..


kâinattaki her şey künhüne varılmayı, bilinmeyi, doğru tanımlanmayı, anlaşılmayı beklemez mi zaten?!. bunun için var ve bunun için yaratılmış değil midir?!.


fakat işte, bazen de noksan anlaşılma hâlleri yaşatır ilâhî cilve.. bu da müthiş güzeldir.. insanın bi sevdiği tarafından eksik yahut yanlış anlaşılır olması bile sanırsam güzel bişeydir; yani, bakarsan, kalbinle bakmayı bilirsen..


yanlış anlaşılmasın da noksan anlaşılsın.. soluklanıp durup dinlemenin ilk menzilinde bindiği binekten iner yanlış anlama, anlaşılma..

noksan anlaşılma ise, hani hafif şehlâ bakış gibidir; en güzel gözden daha çok dikkat çeker, muhteşem sevimli, sıcak gelir ve baktıkça bakası, bakılası..


noksan bi tamlık… şehlâlık gibi.. anladıkça her şey yerli yerine oturur, sevimli bulmak, ciddi sevmek, varlığıyla gurur duymak daha bi başa oturur, daha bi güzelleştirir, zaten güzel her şeyi..


demem o ki gönülcüm, konu bırak dilediği yere gelsin gitsin.. zaten de bütün demeler bir tek şeyi demek için değil mi?!. ne söylersen söyle, sonunda tek şeye varır; ‘anlam’a!.

‘anlam’ dediğim tek kelimeyle ne mi?!.

belki de tek kelime yetecek bunu anlatabilmeye, ama bu kez ben oraya getirmemek için, yani tam merkezine sözü dağ tepe ırmak dolaştıracağım yine, çünkü en küçük bi şeyi bile doğrudan söyleyememek, karşında sözü dolaştırmak benim yegâne tabii sevgimi ilgimi iltifatımı ifâde şeklim.. bak, aracım değil, şeklim diyorum?!.

benden bişey de değil bu; yaradılışımdan böyle.. anlam dediğin zaman direnemiyorum, dayanamıyorum, ufacık bi anlam karşısında eriyorum, biliyosun; bütün ilgim sevgim, karşısında diz çöküşüm ‘anlam’a şu hayatta.. anlam yoksa da yemişim hayatı, dünyayı!.


‘anlam’?!!!. az sonra!. ve ‘çok’!.

son hissi…

son hissi… her şeyin bittiği, biteceği yer.. tam şükürlük.. iyi ki bi sonu var her şeyin; dünyanın, hayatın, insanın, iyi ki ölüm var, yoksa kokuşurdu dünya..

son hissi.. bigün biteceği hissi…

o his gelip kuruluyor içime, içimde o en güzel yere, yerine.. hangi saik konuyu nerden nasıl nereye getirirse getirsin, nereye götürürse götürsün, sonunda işlerin sonunun varacağı yer mahşer..

sen yazma gönül…

lan uyuz gönül, adamlar acaipler lan, acaip yazıyolar..

hani adamların yazdıklarında acaip bi tesir?!. sihir mi ne; sosyete, sıradan, gari bayanlari, karılar, kızlar, paralar, pullar, kullar, dullar gani, her şeye hazır, her zevke keyfe nâzır, âmâde, gönüllü pervâne…

acaip fiyakalı verdikleri hava, takındıkları mağrur tavır; ‘derin düşüncelerin adamıyım ben, gizem küpüyüm, kolay anlaşılmam öyle.. bi yakınıma yamacıma yöreme gelmeniz gerek, yaklaşın, diz dize, göz göze, burun buruna, el ele, dil dile değecek biçimde.. malikaneme gelin, sizden önce kimseye göstermediğim(!) kelebek koleksiyonumu görmeye, mükemmel akşam yemei sonrası şöminem başında kahve keyfi, aman sabahlar olmasın modeli, hoş saatler, ızun geceler…

adamlar bi cümleyle sayfaları bi köpürtüyolar, popülarite, ilgi alâka had safhada, övgüler, iltifatlar, “ah azizim, tam bi yazarsınız siz, olağanüstü yazıyorsunuz, pambık orhan anca!.”…


ya sen?!. senin sözler?!. bi şilep dolusu söz sayfa yazı, döküyosun sanal okyanusa, isimsiz, adressiz, adam gibi, sıkı okuyan iki üç kalem?!.


sorun yazma biçiminde.. yamyam gibi, her şeyi her yeri açık, apaçık, muğlak tek hecesi yok, tamı tamına, pürüzsüz, ayniyle vâki, net anlamayı ve hilkat garibesi guasimodo’dan kaçar gibi kaçmayı intaç eden bi düz, düpedüz anlatım?!. insan biraz bi giriftlik, hafif bi pile, bi kıvrım, bi oylum bırakır be, azcık bi gizem için?!.

gizem seviyolar, gizem, hödük!.


yani gönül lan, sen eksiksin onlar tam, sen yarım bırakıyosun anlamı, heycan heycan, bir çırpıda neyi nasıl anlatacağımın derdine düşüp, çırpınıyosun ‘anlam’ için, onların derdi av.. bol ökseli, bol tuzaklı, bol göz boyamalı, aldatmalı, teshirli avlaklarında faka bastırıp kurbanlarını heybelerine atıp, portföylerine alıp listelerine katıyorlar, hedeflerini dâimâ onikiden vurup, alıyorlar istediklerini; dünyayı hayatı zevki keyfi, neşeyi eğlenceyi.. yerşn yok yani bu dünyada, çektir git artık!.

devam…

popülerliği ustaca kullanan yazar-çizer, şair-şâire takımı… nice derin düşünce, duygu, hassas kalp sahibi güzellik safça mâsumca sırf kelime, şiir, yazı edebiyat adına gidip gidip onlara sırnaşıyo, eşiklerine ilgi döküyo, ilgi bekliyo yalvarırcasına, ağızlarının içine bakıyo; adlarına kelime düşsün?!. onların tek gizil isteği ise, geniş hayran-âşık kitleleri portföylerine birilerini daha eklemek, piyasalarında rekabet gücünü artırmak için reklâm vasıtası olarak kullanmak, ötesine geçip duygusal mesajlarla mestedip, heveslerini gidermek, geceleri iletişim vasıtalarıyla gizil heveslerini, babalara kalkmış, kızana gelmiş abazansı duygularını tatmin, bi hoş, mütiş eğlenceli vakit geçirmek, hâsılı; her türlü istifâdeyken ve güzel güzel de malı, malları götürüyoken o mis, ger şu kavga nedir aramızda seninle, lan kız gönül!.

canım bitanem gönlüm!. bunlar da ne lan şimdi deme!. biliyosun, yazarken ben hep karışık karmakarışık, başı sonu, ucu belli değil; yazıyor, konuşuyorum.. başkaları ise, acaip derli toplu, tertipli..

prensipli olmalarından olsa gerek; hep bakımlı, tertipli düzenli, alımlı, çalımlı, fiyakalı olmalı yaptıkları her şey, alâkadar oldukları her iş, eylem..

gönlümle yeni kavgalar…

 … ham armuttan sirke tadında..

ve boşluğa yazıyorum ben!. çünkü şu ‘yazar’ yazarlardan değilim!.


lan gönül, hesapta güya okkalı bi laf edip, bi oturtçaktın kalemimin üstüne, bi daa yazamaz hâle getirtçektin, o delişiddetfırtına yazma arzumu?!.

ama işte, tâlihine küs, benim o arzum da öyle hiç de günlük anlık zamanlık değil, inşallah sonu neresiyse hayatın dünyanın son'un sonsuzun, oraya dek!. yok öyle pop kültür tarzı, köpük mesâbesi, zibidi magazin paparazzisi misâli üç günlük bi macerâya meze yapmak, hâşâ!. sadâkat… son nefesse son nefes, ötesiyse ötesi, vazgeçen töbeee, şey olsun, şeyy... şey işte, bilirsiniz, herifim diye gerim gerim gerinip şişim şişim şişinirken, dilim varmıyo, kadıköv-taksim-beştaş arası, ortalıa düşen o pembemsi yumuşakça, hafif kırıklara.. töbeee!.