(hep, sanki bigün, dünyaya geldiğin gibi tıpkı sessizce, sessizce gidecekmişsin korkusu içinde biyerlerde, gizli gizli vuruyor.. karışveriyorsun aklına geldikçe.. nedir endişen, ne güzel işte; gelişin kimsenin umrunda olmadığı gibi gittiğini de kimseler bilmeyecek)
allah kâinatı dünyayı hayatı insanları bilinmek için yaratmış, bilinmek istemiş.. insan da öyle olmalı?!. bikaç ‘odun’ hariç!.
iyi de, niye ne çok söz söylüyorsun sen?!. bu kadar sessiz gürültü, kalabalık kelime?!. mâdem bilinmeyeceksin, kimse bilsin istemedin; susman, kalbini susturman gerekmez mi?!.
çok şeyi yaşayıp, yaşamadıklarını anlayıp anlamlandırıp, hayata uzağından bakıp görüp, karşılarında bir yabancı olup içlerinde kelime edemediğin, hayatın dünyanın insanların ve kaderin susturduğu gibi?!.
çok konuşuyorsun işte!.
'ama çarem yok' başka ne demek?!. hem etrafında üç-beşi geçmeyen rikkat-i kalp sahibi hariç kime, niye ve neyi ve nasıl anlatabileceksin ki?!. kim anlatabilmiş, kim kimi bütün kalbiyle anlayabilmiş?!. öyle olsaydı eğer, büyük ıstıraplar çeken büyük ruhlar olmazdı etrafımızda, eserlerini okuyor olmazdık; anlayıp, aynı hisleri yaşayıp?!. (at bre debreli, dağlar inlesin?!!. amma uçtun!. her zaman ve aslan gibi de hem de, anlayan ‘biri’leri hep var olacak!. hâttâ söylemediklerini, söyleyemediklerini, anlatamadıklarını bile!.)
işte, muktedir değil kalbini susturmaya insan.. kelimelere öyle susamışken!. hem kelimeler olmasa insan nasıl bulur, bilir ki kendi gibileri?!.
kalpleri ancak ilâhî bir kaynağa nispet sözler titretir.. o sözler hep insan kalbini işaret eder, insan söylerken, yazarken hep onu der, onu yazar..
“fıtrat”; ilk yaradılış, kendimizi, kalbimizi, varlığımızı nispet edebileceğimiz tek ayna.. ona bakmakla, dünya ve hayat ve insan ve kâinat ve ölüm ve ötesine, ancak onu ayna edip bakmakla her şeyin yerli yerine öyle oturduğuna, öyle anlam bulduğuna ve öyle yanılmayacak olduğuna inanır kalp.. hayata dair diyebilmeye güç yetirebildiklerimin kaynağı da o..
(hani insan böyle konuşunca da ne derse desin, söylediklerinin tüm çabası şu meçhûl lelia mektuplarının her bir satırının içinde gizli olan, hangi kelimeyi sürsen içindeki o kapanmaz yaraya, gerçekte hep onu anlattığım, o emsâlsiz, en güzel tek kelimenin anlamına ulaşmak içindi, ‘aşk’a yani!.
"aşk"; en çok şikâyetini ettiğin şey; hayatında hem varlığından hem yokluğundan)
...
bugüne dek bütün söylediklerin kendi yürek sularında hep bir başına dolaşan bir kırık dökük sandalın suya bıraktığı köpük mesabesinde şeylerdi.. bilip durdun da bunu..
köpüğün ömrü ne kadarsa, sözlerim de ona emsâl.. yazmadan önce kalbinle bütün hasbihâllerin böyle; çok ömrü olmayan, az sonra izi siliniverecek, uçup gidiverecek köpük.. yazdıktan sonrası da.. yani, baştan bozuk şu görüş ve niyetle;
hani
'kimseler okumayacak olduktan sonra?!.'
(ne uçuk bi sitem?!. yazıp tavan arasına, küflü sandıklara göm, sonra kalkıp 'kimseler okumayacak' de?!.)
işte, insan yaşamak macerasını anlamlandırabilmek için önce yine kalbine bakıyor.. hayata dâir tanıyıp bilmesi gerekenleri kalbinden açacağı pencereye bakarak tanımlıyor.. dünyaya da ilk adım bu, ışığa çıkışın..
doğru bakmanın, doğru anlamanın yolu da kalpten geçiyor, çünkü tüm duyuların, duyguların kaynağı orası..
peki öyle de yazarken kendine, 'nezir' dediğin şu adamın tek bir doğru bakışı niye olmamış dış dünyaya, niye alışmamış gözleri, şu yaşına dek niye alıştıramamış ki gözlerini, hâlâ yabandır, yabânîdir hayata?!.
el-cevap:
bakmasını bilmediği için, bilemediği için..
belki de korktuğu için, ışığı gözlerini alır, alışır, yeniden dönemez diye kendi içine.. o zaman yalnızca kelimelerle bağ kurar insan..
(beni kendi hâlimde yazmaya yönelten, yazarken bir yola koyan kelimeler.. sonu başı belli olmayan, o bilmeden yürüdüğüm yere götüren.. nereye gideceğini bilmeden yürüyorsan yürüdüğün yolu bir yol olmaktan çok, bir patika, bir dağ yolu, karışık ve taşlık bir nehir yatağı, hedefsiz, menzilsiz, pek de ışığı olmayan bir yola çıkarıyor..
güneşe baksam gözüm kamaşıyor, aya baksam sislere bürünüyor, yine seçemiyorum yolları..
en iyisi yine kelimelerin ardından gitmek.. çünkü ancak o başarabiliyor şose ya da asfalt, bozkır; bir yola revân olabilmeyi..
böyle bakan yazarak düşer yollara; içinde kelimelerin o geçmeyen bulantısı.. sonra... sonrası zaten kelimelerin tufanı; yoldan öte alıp götüren, niye, kime, neden ve nasıl yazıldığı bilinmeyen muğlak tümcelerle.. kiminin başı gövdesinden ayrık, kolları bir yanda ayakları bir yanda, kimi kutupların ayazında buza keserken, kimi çöl sıcağında kavrulmakta olan..
bir insan kalbi dünyanın en garip, en gizemli ırmağı olmalı?!. işte, 'biri' kalbine dokunup da elini çekince, sonrasında son nefese dek hiç dinmeyecek bir ağrı nasıl yayılır göğse; bunu bilir insan.. da, 'biri'nin kalbine dokunup elini çektiğinde nasıl derin bir ağrı, sancı, acı yaşar o 'biri'?!.
bunu hiç bilmiyorum işte, bilmedim!. öyle olmalı ihtimâl?!.
bilmediği şey canını tarifsiz yakıyor insanın.. çocukluğumda hiç ebe olmasaydım, hiç uçurtma uçurmasaydım, hep yansaydım oyunlarda bu kadar kahır duymazdım diyecek kadar..
çocukluğuna bile geri dönebilir insan, en azından rüyâlarında yahut çocukluk arkadaşlarıyla karşılaştığında.. ama hayatın çevrimi ne kadar geriye sarılabilir ki?!.
beni bir kalbim olduğunu ve kalbimin adam gibi öfkelenip, çocuk gibi pembe uykulara düştüğünü ve kadın gibi ağlayabildiğini idrak etmeye başladığım zamanlara geri götürür arayıp bulduğum her kelime.. bu demektir ki zaman nereye akarsa aksın geçmişimden hiç geri dönmeyeceğim!. çünkü seviyorum kelimeleri, kelimeler yakmayı, kelimelerle yakmayı kendimi.. kelimeleri sevmesem, yakmasam şöyle, yanmasam, yazmasam öleceğim!.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder