Çarşamba

17 ağustos

12 ağustos değil de 17 ağustos'ta doğsaydım, ayı değil aslan olurdum?!.

la gönül!.

… tam da hayâl uykumun dibine dibine dalmışken bi dürttün, sıçrattın, zaten bi sığıntı-emânet, yabancı, yabânî yaşadığımız yerimizden ettin..

gerçi insanın hayatta geleceğine yatırdığı bi ‘yumurtalarım soğuyacak?!!’ endişesi olmayınca, nere gidecei, nerde sabahlıycaa, ne olcaa artık hiç de mühim deildir.. hem olsa bile, yumurtaları üstünden bi dakkalığına kalkıp bi göz açıp kapayıncaya kadar bile terkettiinde, yani ‘müsaadenizle ben şu dünyaya hayata bi dakkalığına bi bakıp çıkçam’ diyerek az uzaklaşsa, hani bi “yer demir, gök bakır”; zar zor yaptıı foluna birileri, tıpkı beleşçi ardıç kuşu gibi daha o saniye el koymuş, yağmur çamur kar boran demeden yaşatmaya çalıştığı, hayat karşısında sıradan bi yumurtadan beş kat daha sıradan, yani hiç de o paskalya yumurtaları gibi olmayan, yumurta metaforuna batırılmış umutlarını bi güzel kırıp bir bir, kızgın yağda tavaya omlet yapıp mideye indirmiştir çoktan.. o yüzden, sen sıkma canını!.

Cumartesi

kafka’yla “dâvâ”laşma…

biriyle oturup bi “dâvâ”laşmanın kırk yıl hatırı varmış.. lâkin biz daha da ileri götürdük işi, kanka olduk.. ben artık kafka’yla bir ömür “dâvâ”lı olacaktım..

sonra… 

sonra canımız sıkıldı, sayfalarıyla rus ruleti oynadık karşılıklı; bi o, bi ben, karşımıza aldığımız düşüncelerimize sıktık..

o benden şanslıydı, daha ilk sayfada yakaladı doluyu; çünkü önceden biliyordu, âşinaydı ve hep hazırdı..

ben beş kez, ellibeş sayfada arka arkaya boşa tetik düşürdüm..

altıncısı ise, patlamadı; çünkü kitap üçüncü hamur, seka kâğıdındandı ve sayfaları fırından çıkalı çok olduğundan, oldukça ıslaktı.. bu yüzden üst üste tutukluk yaptı, aklımı tutukladı..

zaten kırık kafamı kafka’ya daha fenâ böyle taktım.. zaten de daha önce de sartre biladerin bulandırmıştı içimi, “bulantı”sıyla..

birinin diriminin, diğerinin ölümüne bağlı oluşu ne kötü!.

işte, o kolayca tuttururken daha ilk celsede ölümü, ben ıskaladım, henüz “okunmuştur” envanterine alamadığım “dönüşüm”ünü bekliyor olmalıydım?!.

sonra…

sonra ben, son bir kez daha denedim, o gittikten sonra.. bu kez ateş aldı kelimeler, sayfaları tutuşturdu ışık hızıyla, alnımı ışıttı.. lâkin hedefini sıyırdı, sıyırdım..

hedefi alnımdı.. o gün bugün şakağımda o ilk günkü ağrı, çıldırtan zonklama, aynı ‘sıyrık’la fena sıyırmış, geziyorum..

hâsılı, o ki bi türlü başaramayıp sonunda üşüttüm, mâdem ki de ben bir üşütüğüm artık, o saatten sonra yeşil ışık yakıp göz kırpan hayatla cilveleşmek olmazdı.. dikilip en işlek otoban ortalarına, harmandalı oynadım hayatımla, çıkıp ıstanbul-ankara arası vızır vızır işleyen tren yoluna, rayların üzerine oturdum, anadolu ekspresinin geçişini bekledim, beklerken boş durmadım, uzun uzun ‘uzunhava’lar okudum..

'uzunhava'lı beklemek sıktı, kalkıp sonra ne misketler, zeybekler, fidaydalar alıp yanıma meydanlara çıktım, yine tutturamadım..

horonlar bile vurdum; tek figürünü bilmediğim, hızlı ve çabuk, ayaklarımı birbirine dolaştırdım yine gelmedi, o yıllardır hayâlim, muhteşem ‘son’umla yine buluşamadık; alnıma yapışacak, nasıl da beklediğim, hep ‘asil’ dediğim, asil bildiğim o tek kurşun puşt çıktı..

o günden sonra bi daha da denemedim, kafka’sını da, dâvâ”sını da bıraktım olduğu yere.. oysa o çoktan amme dâvâsına dönüşmüştü, dünyanın.. insanlık arasında asırlar sürecek olsa da, “dâvâ” aramızda sonsuza dek kapandı..

aradan geçen zaman huzursuzdu; duramadım.. duramazdım, başka bir yol bulmalıydım şu 'aşk'a, kalkıp âşiyan'a gittim, "bir garip orhan veli"yle ölümden konuşmaya..

“bilmezdim şarkıların bu kadar güzel olduğunu ve kelimelerin kifayetsiz” demeden öncesiydi.. sıkı muhabbet ettik, mezarlığında, kabri başındaki heykelinin başına konan martı kuşuyla.. 

mart ayı değildi, martısı önce anlamadı beni.. lakin ben onu iyi anlamıştım..

sonra, ben belli etmeden yanından ayrılıp hisar önüne indim.. o gün boğaz kuzey denizi kadar soğuktu ve boğaz o gün daha deli akıyordu..

denize, oltamın ucuna düşüncelerimi takıp atıp, nasibim kelimeleri beklerken, geriye çekilip keman da çaldım balıklara o soğukta?!.

o ise, ardımda “aman da başına da konan martı kuşları” için yazdığı şiirinden kopardığı iri mısralarını başının üzerine koymakla meşgul oldu, martılar o yüzden birikmişlerdi başına..

sonra…

bu kez farketti beni.. gözlerime bakıp mânâlı, “sensin bu!.” der gibi, şiirinin martılardan arta kalanını tekrarladı, ama ben, bi tek o, en sevdiğim,

“bir kere sevdâya tutulmaya gör

ateşlere yandığının resmidir”i duydum..

ötesine de gerek yoktu zaten, şarkısını da, güftesini de, bestesini de iyi biliyordum.. zaten de ben bir kere sevdâya çoktan tutulmuş, sevdâ bu tutulmamdan hiç hazzetmemiş, “yaşına başına bakmadan?!!.” diyip terslemiş, böylece çoktan rahmetli ebemin çoktan rahmetli örekesini çoktan görmüştüm.. 

çok kırıldım vefâsızlığına,

çalıp söylemişliğim az mıydı, kemanım ve bağlamamla?!.

şu 'bağlama'?!.

ne çok zaman geçmiş üzerinden, şiir okumayalı, geceleri leliâ’ya mektuplar yazmayalı, çalıp söylemeyeli; aradaki şu uzun 'kopuk'luğu da bağlar mıydı?!.

bağlamaz mı, bağlar.. tellerine kuşlar bile konar ve hepbirlikte ağlarlar bile..

derler ki,

“yollarına baka baka kaldı gözlerim

sene çatsın üreğimdeki sözlerim”

bide

“bu yıl bu dağların karı (yine) erimez…”miş; “eser(miş hâlâ) bâd-ı sabâ, yel bozuk bozuk”

fevkalâde bağlamış işte bağlayan, daha neyin “dâvâ”sını güdüyon?!.

Çarşamba

‘baba’lar gününe özel…

insan artık hiçbir hatırlayanı kalmadığında ölürmüş asıl.. hatırlanmak da her an yeniden doğmakmış..

ben de seni çok anıyom lan gönül!. hani şeyden ötürü, şeyyy, şey işte be aslanım, babalara gelesice bi 'baba'lar günü diye bişey var, ya hepsi hepsi bi günlük, ondan!.

hâsılı; babalık zor zenaat!.

unutmadın ya lan gönül, saol, babalara geldiğim, babaları aldığım şu çokk anlamlı(!), acaip müstesna(!) günde ben de senin 'anne’ler gününü kutluyom!.

Salı

gönlün durduk yerde hatrına getirdikleri..

aşkta özgürlüğü, cesareti, tek başınalığıyla hayata meydan okuyan, tek başına adamlara, benim sevimli ihtiyar delim donkişot’a emsâl kahramanlara.. her tür mahlûkatın yaşadığı hayat ormanına gözünü kırpmadan dalan kırmızı başlıklı kızlara, korkusuz can dark’lara…

"aşk, âşık" diyince…

'zamir' ve ‘donkişot' niye gelir ki gönlün gönlüne?!.

"isim bin harften müteşekkil olsa da, zamir onun yerini alır.. m.arâbî" demiş..

birine "işte o!" dedirten şey; adı, bol kese unvanı değil, yaptıklarıdır.. ‘zamir’i bilmeyene, ‘donkişot’u anlamayana söz n'etsin?!!.

donkişot, kahraman olmak için yola çıkmadı; insanlığın çoktan kaybettiği bir savaşa, bile bile, umutsuzca girdi ve kahraman oldu..

“ne bilir süleymân'ı âsaf olmayan" demiş ya şâir!.

buğdayım var, taşlaşmış; öğütecek değirmen bulup un edeyim istersin, değirmen yok.. sen senden geçmişin, kim ne edebilir ki gayrı, kalbini öldürmüşe?!.

(yıllar geçer, hayatla tutuştuğun kıyasıya ölümcül kavganın beyhûde olduğunu anlarsın..

işte, sen dönünce kavgadan, sana bakanlar basit, ucuz, kolay, nur topu gibi bir kendini inkârın doğumuna şahit olduklarını sandılar, gün gibi aşikâr deyip ne yeminler de ederek.. oysa ne hikâyeni bildiler, ne hakikatini, zanla ne çok havanda su dövdüler, karavana attılar..

hayatının olağan bir sahnesine bile figüran olmayacaklara sırf eğreti durduklarını hissetmesinler diye haketmedikleri bir cömertlikle üzerlerine kral elbiseleri giydirdiklerin…

sahnenden bir bir düşene kadar hiç fark etmediler bunu.. vaktinde, provayı asaletine yakıştıramadığın için boy ölçülerini almayıp, layığı oldukları sıradan patiskadan mâmûl, özentisiz öylesine teyellenmiş sefil soytarı kıyafetlerini giydirmediğin için kendilerini kral sanan çürük karakterlerin kuruntusuydu, gösterdiğin asil muamelenin istismarına sebep..

sonra…
son sahnede yırtarcasına çekilecekti üzerlerinden oysa, yerine üç metre beyaz bezden kefen geçirilecekti, bilmediler..

çok şeyi ağırca yaşamışlığın bedeli olduğun yere çöküp kalmak değil, karşısına dikilip, dikine bakıp gözlerinin ve diklerine gidip öyle yaşamak olmalıydı hayatı; ödediğinin pahanın hakkı buydu.. lakin, sandığında nicedir unutulmuş emanet militan parkan, akademik anarşistliğin kadar, çarıklı alaylılığının da sembolüydü, seni şu derin sokak filozofluğunun kapısına kadar getiren şeye itibar da etmedin, diri diri gömmüş oldun bir kenarda, ortalığı velveleye boğmadan, sessizce ölümü beklemekle..

ey aşk!. bil ki kalbim eğiliyor gadrin karşısında.. bunu ihtiram olarak da alabilirsin.. lakin sekîr hâlidir; kendim gibi bir aşk sarhoşuna çarpmışım ya, yürürken yalnız ıssız yolumda.. gün bugün olmuş, benden hep duyduğun uçuk sözler?!. tamamı  serhoşluktandır..

hakkında bir açıklama getiremedikleri şeyler için ‘mukadder’ der insanlar.. bazen karşında acı dediğin şeye bile gülerler; neler olup bittiğine bir türlü akıl erdiremezliğin, aymazlığın, bilmezliğin düşürdüğü zavallı hâl ile..

yüksek idealler, fedakârlık ve ince düşüncenin, günümüze gündemimize hâkim olduğu günlerin yüksek sevdalarından yüksek hızla düşmüşleri anlayamayan, günün dünyasının kirli su birikintilerine dalmışların onu deryâ sanıp, dalıp oyalanmaları ne acı!. onlara bakıp üzülmek merhamet değil; onlar mutlular kötürüm kalpleriyle..

körlerle sağırların birbirlerini ağırlamaktan karşılıklı müthiş hazlar aldığı, ayakaltlarında sürünen sürünmeye mahkûm böceklerken kendilerini yüksek uçan kartallar gibi gördüğü bir dünyada sen yine niye hep yalnız olduğunu, niye hep yalnız yürüdüğünü, niye hep üşüdüğünü, akşamların üzerine karabasan gibi çöküşünü düşün?!.

kalbin bunu iyi bilir senin; hani vurulup düşmekle, vaktinde göçten, kafileden geri kalmış, dibinden kırık kanatlarıyla yeniden havalanıp uçabileceği zannının intizarını beyhude bir ümide yaslayıp, göğsünde acıyla hâlâ taşımaya çabalayan bir göç kuşunun gözlerindeki o, hayata çaresiz son bir bakışındaki ölümcül kederin anlamını.. ölümcül yaralar almış, gölgesini bile taşıyamayacak kadar mecalsiz, yine de ihtimal vermeyip yıkılmışlığına, acı acı bakanların sefilce kınamaları arasından başı dik yürüyüp geçen, anlı şanlı heybetli muzaffer komutanlar gibi, bir şey kaybetmediğine hükmetmelerini sağlamak için... yaralarını göstermeyen bir aslanın son gurur gösterisindeki ironiyi biriktir müstehzî seyircilerine senden sonra sonsuza dek unutmamaları, sesinin kulaklarında çınlaması, kubbelerinde tınlaması için o son, en vurucu, can alıcı repliğini söyle!. hayatının son sahnesine savuracağın o replik, yüzlerine vuracağın tokadın acısı senin can yangından büyük olacak, seni hatırlayacaklar; sen gibi bir kez değil, hayatlarının her saniyesi bin kez ölerek..

nisan yağmurlarında dibine kadar ıslanmak?!!.

 ... herkesler kaçışır, sığınırken biyerlere deli gibi koşmak?!.

anaaa da walla da billa da bu benim tee çocukluumdan beri yaptığım şey; hem de  tek kimselere aldırmadan!.

yaamurda koşarken ben, güle güle, oynaya, görenlerden bazılarını "tel sarar" hareketi  yapardı, içlerinden "sıyırmış zavallı; hem de daha bu ergen yaşta, yazık!." cinsi, ibret ve acıma hissi barındıran bakışlardan tut da, "huni lazım mı abi, huni?!." diyeninden, malın trene baktığı gibi bakanından, "üşütceskin yavrum!. dikkat et!." diyen merhametli teyzelere kadar, herbikes bişeyler söylerdi..

etrafta bütün bunlar olurkene ben gene devam ederdim koşmaya; yalınayak, bazen elbiseyle, bazen atletle..

atlet diyince, 'bi atletik atletik atletim ben, 100 metreyi üç saniyenin altında koşarım ki sormayın!. filan gibi bişe anlaşılmasın şurda; ne atleti, tii-şörtü, hayatın, amelesiyim, mütevekkil hamalıyım, ben bi bidon kafayım; göbeğimi alenî kaşımasam da!.

halkım yani!. e, mâlum; halkta bi boktan anlamaz, şu seçkin seçkin, yaşamayı birinci dereceden hakeden, ülkemde tek yaşama hakkı olan zümrelerim nazarında!. onları o kadar benimsemişim ki, daha genç yaşlardan itibaren, bazen durup dururken, bazen yürürken takıldıkları değil, cebren ve hîle ile, zamanında resmen sahibi oldukları semtlerde, meydan cadde bulvarları, boğazlarında 'zümrelerim benim!. gelin adaleli kelimelerimin kollarına, bi sıkim sizi, bi seviim... kelimelerimle?!.' deme hakkına sâhib tabiki de değilim, ama içimden?!!. istediğim gibi geçirebilirim, çünkü "mânî oluyor hâlimi takrîre hicâbım"

öyle yani!.

..

bazen de o 'yağmurcu adam' azcık bi lodos belirtisi görsün nisanlarda, havada, hava da günlük güneşlik; göğe bakar, deniz kıyısına çıkar, yağmur beklerdi..

çok insan, 'akıllı' kardeşlerim arasında bi iki ben gibileri bunu da görünce "walla da yaaamur yaamadan çıkıp yaamur bekliyenine de ilk defa rastlıyom ömrümde?!. bu demektir ki sıyırma katsayısı bizden daha ileri olanlar da varmış âlemde!." diyip şaşırırlardı..

delileri bile şaşırtmak?!!. işte hâkikî mârifet bu!.

hani âlemde bi kurcalasan, neler neler çıkçak da.. delilerden başka kim yapçak bunu?!.

müüm not:

yukardaki metinde geçen "tel sarar hareketi" ifâdesi için birileri "şindi şurda tel sarar hareketi de ne, burda ne arıyo?!" gibi ironik metaforik açıklamalar gerektircek lirik sorular sorabilir, haklı olarak.. "tel sarar" hareketi; eskiden mini mini bebekleri avutmak, güldürmek, oynatmak için karşılarına geçip, bebeklerle diyaloga mahsus bir el hareketidir, hareket esnâsında, hareketle senkronize "tel sarar yavrum, tel saarar!. tel bulamassaa nee saarar!." husûsî ezgisi eşliğinde bi tekerlemesiyle birlikte..

"tel sarar" hareketinin şekli ve uygulanışı:

sağ ya da sol el, farketmez; avuç içi ve parmaklara, yukarıya bakıcak şekilde, tam da kapatılmadan, bi tencere vaziyeti aldırılır ve bilekten, sağa sola bikaç kez döndürülür.. bu hareketin halk arasında tek bi anlamı vardır;

"deli bu!. kafayı yemiş!."

Cumartesi

yazmak…

(hep, sanki bigün, dünyaya geldiğin gibi tıpkı sessizce, sessizce gidecekmişsin korkusu içinde biyerlerde, gizli gizli vuruyor.. karışveriyorsun aklına geldikçe.. nedir endişen, ne güzel işte; gelişin kimsenin umrunda olmadığı gibi gittiğini de kimseler bilmeyecek)

allah kâinatı dünyayı hayatı insanları bilinmek için yaratmış, bilinmek istemiş.. insan da öyle olmalı?!. bikaç ‘odun’ hariç!.

iyi de, niye ne çok söz söylüyorsun sen?!. bu kadar sessiz gürültü, kalabalık kelime?!. mâdem bilinmeyeceksin, kimse bilsin istemedin; susman, kalbini susturman gerekmez mi?!.

çok şeyi yaşayıp, yaşamadıklarını anlayıp anlamlandırıp, hayata uzağından bakıp görüp, karşılarında bir yabancı olup içlerinde kelime edemediğin, hayatın dünyanın insanların ve kaderin susturduğu gibi?!.

çok konuşuyorsun işte!.

'ama çarem yok' başka ne demek?!. hem etrafında üç-beşi geçmeyen rikkat-i kalp sahibi hariç kime, niye ve neyi ve nasıl anlatabileceksin ki?!. kim anlatabilmiş, kim kimi bütün kalbiyle anlayabilmiş?!. öyle olsaydı eğer, büyük ıstıraplar çeken büyük ruhlar olmazdı etrafımızda, eserlerini okuyor olmazdık; anlayıp, aynı hisleri yaşayıp?!. (at bre debreli, dağlar inlesin?!!. amma uçtun!. her zaman ve aslan gibi de hem de, anlayan ‘biri’leri hep var olacak!. hâttâ söylemediklerini, söyleyemediklerini, anlatamadıklarını bile!.)


işte, muktedir değil kalbini susturmaya insan.. kelimelere öyle susamışken!. hem kelimeler olmasa insan nasıl bulur, bilir ki kendi gibileri?!.

kalpleri ancak ilâhî bir kaynağa nispet sözler titretir.. o sözler hep insan kalbini işaret eder, insan söylerken, yazarken hep onu der, onu yazar..


“fıtrat”; ilk yaradılış, kendimizi, kalbimizi, varlığımızı nispet edebileceğimiz tek ayna.. ona bakmakla, dünya ve hayat ve insan ve kâinat ve ölüm ve ötesine, ancak onu ayna edip bakmakla her şeyin yerli yerine öyle oturduğuna, öyle anlam bulduğuna ve öyle yanılmayacak olduğuna inanır kalp.. hayata dair diyebilmeye güç yetirebildiklerimin kaynağı da o..


(hani insan böyle konuşunca da ne derse desin, söylediklerinin tüm çabası şu meçhûl lelia mektuplarının her bir satırının içinde gizli olan, hangi kelimeyi sürsen içindeki o kapanmaz yaraya, gerçekte hep onu anlattığım, o emsâlsiz, en güzel tek kelimenin anlamına ulaşmak içindi, ‘aşk’a yani!.

"aşk"; en çok şikâyetini ettiğin şey; hayatında hem varlığından hem yokluğundan)

...

bugüne dek bütün söylediklerin kendi yürek sularında hep bir başına dolaşan bir kırık dökük sandalın suya bıraktığı köpük mesabesinde şeylerdi.. bilip durdun da bunu..

köpüğün ömrü ne kadarsa, sözlerim de ona emsâl.. yazmadan önce kalbinle bütün hasbihâllerin böyle; çok ömrü olmayan, az sonra izi siliniverecek, uçup gidiverecek köpük.. yazdıktan sonrası da.. yani, baştan bozuk şu görüş ve niyetle;

hani

'kimseler okumayacak olduktan sonra?!.'

(ne uçuk bi sitem?!. yazıp tavan arasına, küflü sandıklara göm, sonra kalkıp 'kimseler okumayacak' de?!.)


işte, insan yaşamak macerasını anlamlandırabilmek için önce yine kalbine bakıyor.. hayata dâir tanıyıp bilmesi gerekenleri kalbinden açacağı pencereye bakarak tanımlıyor.. dünyaya da ilk adım bu, ışığa çıkışın..


doğru bakmanın, doğru anlamanın yolu da kalpten geçiyor, çünkü tüm duyuların, duyguların kaynağı orası..

peki öyle de yazarken kendine, 'nezir' dediğin şu adamın tek bir doğru bakışı niye olmamış dış dünyaya, niye alışmamış gözleri, şu yaşına dek niye alıştıramamış ki gözlerini, hâlâ yabandır, yabânîdir hayata?!.

el-cevap:

bakmasını bilmediği için, bilemediği için..

belki de korktuğu için, ışığı gözlerini alır, alışır, yeniden dönemez diye kendi içine.. o zaman yalnızca kelimelerle bağ kurar insan..


(beni kendi hâlimde yazmaya yönelten, yazarken bir yola koyan kelimeler.. sonu başı belli olmayan, o bilmeden yürüdüğüm yere götüren.. nereye gideceğini bilmeden yürüyorsan yürüdüğün yolu bir yol olmaktan çok, bir patika, bir dağ yolu, karışık ve taşlık bir nehir yatağı, hedefsiz, menzilsiz, pek de ışığı olmayan bir yola çıkarıyor..

güneşe baksam gözüm kamaşıyor, aya baksam sislere bürünüyor, yine seçemiyorum yolları..

en iyisi yine kelimelerin ardından gitmek.. çünkü ancak o başarabiliyor şose ya da asfalt, bozkır; bir yola revân olabilmeyi..


böyle bakan yazarak düşer yollara; içinde kelimelerin o geçmeyen bulantısı.. sonra... sonrası zaten kelimelerin tufanı; yoldan öte alıp götüren, niye, kime, neden ve nasıl yazıldığı bilinmeyen muğlak tümcelerle.. kiminin başı gövdesinden ayrık, kolları bir yanda ayakları bir yanda, kimi kutupların ayazında buza keserken, kimi çöl sıcağında kavrulmakta olan..


bir insan kalbi dünyanın en garip, en gizemli ırmağı olmalı?!. işte, 'biri' kalbine dokunup da elini çekince, sonrasında son nefese dek hiç dinmeyecek bir ağrı nasıl yayılır göğse; bunu bilir insan.. da, 'biri'nin kalbine dokunup elini çektiğinde nasıl derin bir ağrı, sancı, acı yaşar o 'biri'?!.

bunu hiç bilmiyorum işte, bilmedim!. öyle olmalı ihtimâl?!.

bilmediği şey canını tarifsiz yakıyor insanın.. çocukluğumda hiç ebe olmasaydım, hiç uçurtma uçurmasaydım, hep yansaydım oyunlarda bu kadar kahır duymazdım diyecek kadar..


çocukluğuna bile geri dönebilir insan, en azından rüyâlarında yahut çocukluk arkadaşlarıyla karşılaştığında.. ama hayatın çevrimi ne kadar geriye sarılabilir ki?!.

beni bir kalbim olduğunu ve kalbimin adam gibi öfkelenip, çocuk gibi pembe uykulara düştüğünü ve kadın gibi ağlayabildiğini idrak etmeye başladığım zamanlara geri götürür arayıp bulduğum her kelime.. bu demektir ki zaman nereye akarsa aksın geçmişimden hiç geri dönmeyeceğim!. çünkü seviyorum kelimeleri, kelimeler yakmayı, kelimelerle yakmayı kendimi.. kelimeleri sevmesem, yakmasam şöyle, yanmasam, yazmasam öleceğim!.)

sen yazma!. zırva tevil götürmüyor!.

"aşk";

modern zamanlarda parmakla gösterilemeyecek kadar silik olsa da o ‘iyi bildiğimiz, çok yakın tanıdığımız tek yabancı’..

...


ey itlâfımın işbirlikçileri
damdan tepeden oluyor biraz ama
size zaman ayıramıyorum, kusura bakmayın
vaktim olmuyor başımdaki bin derdin başını kaşımaktan
yetişemiyorum, dişlerimi doyurmaktan tırnaklarımı uzatmaya
ve bu yüzden uzanamıyorum, fenâ kaşınan sırtınıza

bitürlü rahatlatamıyorum..


şimdilik şu üç beş sayfa satır, sıra dışı ve berbat
bedbaht cümlemi alın
ve kuşkusuz sivriliğini dilimin
batsa da sıkın dişinizi biraz
ve maçanızı;
katlanıverin azcık canım?!!.

bugün binbir gece masallarına benzemeyen
ama uçuk bi masalı da olan hayatımda
şiirsel bir kelime aramayın;

cuk oturan bir hece, bir vezin, bi kafiye
çünkü ben baba ocağı, ana kucağı, sıla sıcağı, yâr sarışı
ve devlet terbiyesi hiç görmeden sokağa düşmüş
yaralı bir kuşağın duyarlı lâkin 'yararsız
serseri bir it'i dediğiniz bir 'hiç'
ağır uykularından hep geç uyanan
bir kimliksiz kimlik, 'ayak takımı'ndan bir 'piç'im;
hani bi sığdırmayıp gittiğiniz kuş kadar adamı
koca dünyanızın koskoca mâbâdına..

ben hayatımın kıvrık uçlarını geceleri açarım
gündüzleri inmek için alçak benliğinizin ahlaksız kıvrımlarına
uluslararası kirli sularınızda yüzen
kiralık düşüncelerinizin apış arasına
ve alçak alçak kaymak için yüksek libidonuza..


... niçin?!.

çünkü gece çıkar dolunay
kuşlar seher vakti şakır yalnızlığı
gece çıkar, olmadık bir saatte ve törensiz
aranızda yaşamayı bırak
içimdeki, kırmızı başlıklı kızdan bile korkan
korkak kurdun köpek dişleri;
kendini dişlemek için..

inanın ben de biraz insanım

hâliyle tepeden tırnağa zaaf

hani her hüzn-ü kalp sahibi insan gibi

aşka da fenâ abazan

ve ama biraz da tuhaf?!.


tuhaf?!!.
insansız medeniyetinizin yoksuluyum
ve izansız, (m)edeniyetsiz 'insan'ınızın
ruhsuz harmanınızda yok(sun)luk istifliyorum
ki
uygun bir zamanda, istifinizin istifine edebileyim..

işte;
beynimin pelteliği bundan
ve peltekliği dilimin
şu uçuk gülümsemelerim;
ana sütü emmemişlikten..


zafiyetten; etrafıma saçtığım şu bol çelişki
aldatan sahteliğinize ve yolda bırakışlarınıza karşı
ihtiyat olsun, yolsuz yolculuğumda harcayayım diye
bir kenara ayırdığım gençlikten kalma şu kaybedişlerim..
şu uyumsuzluğum?!!
huzurlarınızda kaçırmaktan keçilerini huzurumun..

şu bitmeyen kavgam?!!. 'aşk'ı bilmeyişimden
lâkin dosto’dan kalma suç ve cezam
düşünce suçlusuyum, cüzamlıyım, cezalıyım
hayata hep geç kalmaktan bıktım
ve hâliyle dünyanızdan..

çok gerinizde kaldım, gericiyim; geriniz önümde
ve biliyorum, fenâ geri(li)yorum
oysa çağınıza yetişmek için heybemde
vardı benim de bi çağdaş masalım
hani kötü günler için sakladığım..

masal bu ya
safça, çocukça, mâsumca!.
ben, benim o aykırı masalımda
gün gelecek, zeytin yahut elâ yahut yakut yahut mavi(ş), farketmez;
en güzel bakan esmer/pembe/beyaz/kumral prensesimi
getirecek kapıma diyordum..
gelecek;

ve erken geldiğim, erken kutuplandığım
yarı köylü, varoş kalıntısı külden kültürden alıp
utangaç, gecekondu delikanlılığımı omuzlayıp
atıp son model siyah mersedesinin terkisine
kaçıracaktı tam gaz
gökdelenlerin ardında, korunaklı yaşam adasına
mutluluk ülkesine;
eğer son sayfasını gece geçtiğim bir şehrinizin garında unutmasaydım..

...
toydum;
ben gibi ergen/erken serserilere külliyen kapalı

müstahkem şehrinizin kapısından henüz girmiştim
parlak ışıklarına takıldı gözlerim
ayaklarım cilalı bulvarlarınızın cam yüzeyi tretuvar taşlarına;
tökezledim
heybem sırtımdan böyle uçtu, içinden uçuk masalım, masalımdan ben
böyle düştük yolun daha başında
yaban ve bana yavan yollarınızın tam ortasına..
..

(miskinin vatanı çöküp kaldığı yerdir
saçaklar evsiz kuşların, sokaklar serserilerin
damlar sahipsiz kedilerin
ve sığınağı;
apartmanların bittiği yerde başlayan teneke mahallesinden de öte
şehrin en uzak ucudur;
yaşamaya yabani, ilkel, ormantik adamların..)

işte, ben sadece bir 'düş'tüm
böyle düştüm içinize
yoksa inmezdim kendiliğimden, gerçekliğimden
ve birbirine katmaz trafiğinizi
ortalığı dağıtmaz
düzeninizin içine de etmezdim..
bu yüzden düpedüz yürüyüp üstüme
ortalamadan geçin
alın altınıza, ezin!.
..

hikâye, hikâyem şu:
düz yolda tökezler her 'salak'
salak ki, gerçekte 'insan' âşığı, 'insan' delisi bir 'deli', 'saf iyilik havarisi';
kötülerden kasılır
ve 'her salak kendi saflığından asılır'dı..

ben de işte,
bi bardak çay, bir paket cigaraya
ciğer tokluğuna çalışıp
asılıp gidiyordum hayatın ipine bi güzel ve ne güzel

hiç de iplemeden..


sonra...
sonra ne olduysa birden
protesto çekerken düzenime
mesâi bitimine beş kala, memur tahliyelerinde
yakalanıp yaka paça
tıkıldım kendi içime..

duâsı makbul kadındı rahmetli bilge nenem
anam onun mükerrer nüshası;
ellerini öpüp, hayır duasını aldıydım oysa
dönmemek üzere çıkmadan ömürlük gurbetime
ölmeden…
..
(çoğu toprakta dostlarım; ellerimle verdiğim
idamlarda kaybettiğim kimi, çatışmalarda yitirdiğim kimi
kimi mapus, kimi kaçak
ve çoğunun kayıp izi
benimle aynı ipin bezi)
..

hani 'insan delisi' dediysem bi yerde…
'insan' delisi bi yerde; 'insan'ın delisi..
bildiğiniz deli işte!.


böyle bir deli hayatın tuzukurular için sunduğu olağanüstü menülere
son damlasına kadar minnetsiz bevleden
hayattan düşmüş, berduş biridir
ve en az dünyanın sayılı tımarhanelerinden
bakırköy'ün girişinde, ortada piç gibi bırakılmış
"düşünen adam" heykeli kadar diri
lâkin son milenyumun en absürt en matrak filmi seçilen
“dünyayı kurtaran adam”ın adamı kadar da sevimli..

yani;
toplum ve 'dr'lar nazarında hasta
ve siktir-i boktan bir adam
devletin ve insanların ve yardım kurumlarının
tüm yardım ve destek vaadlerine
‘sektörel’ açıdan bakar
kavgada(n) tabanları yağlayan, bir zamanlar 'dava arkadaşı' dediği ' eski'lerinin
bugünün parmak ucunda, ışıl ışıl parıldayan parlak 'yeni'leri
eski arkadaşlarının arkalarına bakmadan köşeyi dönüşlerine
ve yıllar sonra rastladığında bi yerde, bi bardak çay tekliflerine..

yoksa bunda ne var; alt tarafı bir bardak çay
daha bi yudum almadan boğazında kalan
şato yavrusu plazalarının kapılarına bi tekme
nâmağlup ve mağrur terk etmek ne?!
görünce öyle, "dik duramamışsın yaşama?!" diye
geçmişin hatrına, kendini azcık örseleyen
alt tarafı bir vicdan?!.

hayatı boyu verdiğin şu 'kaçık' profilini
direklere destursuz asmak
kimseleri takmamak?!!.


bazılarına ve özellikle de en hakikatli dostum 'deli şevki'ye göre
hani şu, taksim’in orta yerinde
güpegündüz, kimseyi ve kimseye de takmadan
açıp ayıplı yerlerini
sallayıp tek varlığı 'kutsal âlet'ini
uluorta mal beyanında bulunarak, açık açık
meydana ve maliyeye ve kalabalıklara meydan okuyan
modernizmin şiddetli karşıtı adam
ve eylemine göre onun ki kadar onurluydu belki..

iç, piç, bevliye, intânî, zührevî

çocuk hastalıkları uzmanı dr.lar

kafa uzmanı psikiyatrlar ve toplum
ve yargısız yargıçlar böyle demiyor ama?!
...
şu deli şevki…
niye bu duruma düşmüş; bilmiyor kimse
saf, duygulu, cesur, hoşgörülü, sakin
bazen tren görmüş sığır kadar bön bakan etrafına
bazen olmadığı kadar da kıvrak zekâlı
ve o sürekli kırk bir buçuk derece ateşle
uzmanlarını çileden çıkaracak kadar da soğukkanlı lâkin..

şevki;
hâline bakmadan 'hasan dağı'na oduna çıkan
kurt inine, sırtlan sürüsüne, it arasına düşünmeden dalan
aldanmaya müsait, adanmış ve aldanmış
çabuk kültür edinmiş, ayağı yerden kesik
mustarip, yarı deli
daha el kadar yaşta
aşırı doz başkaldırı yüklenmekten asâbi
inanmış, iyi niyetli, lakin biraz da çelişkili cesur havari...

dogmatik yani!.
o kadar ki,
ölümü alaya alıp, kimsenin korkudan yanaşamadığı güzelim 'tehlike'ye
gözü kapalı nikâhı basan
erken kutuplanıp vaktinden önce olgunlaşmış
mistik, faal, dürüst, fedâi; sadık ve çalışkan kahraman
âcil nizam savaşçısı
ve altmışına iki kalmış kuşağına kötü örnek, oyunbozan;
her devrim hayaline bir kadeh kaldıran
içip sıçıp, herkesin jalesinin kucağına sızan
nostalji puştlarına..

...


bağışla nenem, küçüklükten söz verdiydim de o kadar
ve büyüdüm okudum; bi oturuşta iki küçük bir büyük okulu da yarıda devirip
bi ‘büyük adam’ olamadım lakin
bir sigara içimi olsun huzurlu yaşayıp da
öyle çekip gidemedim şu dibi delik dünyadan..

paklayamadım içimi, içimde şu kendime nefretimi
gençliğimi hiçten bir kavga uğruna meze edip
boş yere yere vurdum geleceğimi..

sen gittikten sonra başladı uykusuzluk derdim
kendimle problemim..
sen gittin ben suya düşürdüm doğmamış hayallerimi
sen gittin gözü kapalı kaçırdım romantik gemilerimi..

sen gibi, güneşin doğuşunu hiç sektirmedim ama
sen gibi, anam gibi benim de gecemle sabahım hep birdi
'gece' dediğim;
bal gibi 'kabir'di..

sonra…
sonra yıllar yıllar geçti, mecburen geçtim kavgadan
ben geçtim de hasımlarım geçmedi;
geçmişimin kıvrımlarına saldırdı her fırsatta
aralarına saklı anı parçalarını buldular, daha da parçaladılar
yapmayın dedim, ama dinleyen kim?!
zaten bir ömür öğünü olduğum doymayan kursaklarının
aç kurtlarının dişleri arasında öğütüldüğüm halde
yetmedi; dönüp diş kirası ödedim..

kendi karasularımın bile yabancısıydım
bandırasız, kuru hayal gemisi
boş vermiş havai, özgür, kılıksız serseri
havadar kafa, dar kafadar
volta vuran maltada
belâya tırmık çekip, kralına kafa göz dalan
en ‘dayı’sına dayılanan 'dengesiz dayı'
yakışıksız gösterişsiz, 'romantik kek'
hayatı ipine takmayan
gerçekte kırılgan kelebek
kapanın elinde kalan
korktuklarında ve yalnızlıklarında sarıldıkları
bıktıklarında kenara attıkları 'oyuncak ayı'..
..

ilk gençliğimde çıkmıştım 'anlama'ya
'anlam' için günden bir avuç güneş çalmıştım ilk seferimde
ve geceden bir parça ay
ilerde yol azığım olsun diye
çıkınıma saklamıştım..

yola çıktım, önceleri yol açıktı
üstümde babamın seferberlikten kalma kaputu
kıvrıldım her gurbette bir duvar dibine
anamın kucağına kıvrılır gibi..

toydum; daha ilk dişini çıkarmadan dil çıkaran ‘çıkar’a
güzel de konuşan, allahı var, hayret makamında
ama kimsenin duymadığı, dinlemediği o başka;
O’ndan başka!.
..
yalnızken açık büfe yürek
kerevetinde sünepe uykularında
kalabalıkta münzevi, kuma gömüp başını
yataklık yapan yürek yangınlarına, acı kundaklayan
günahla arası iyi, kirli tövbekâr
kendi gibilerle paylaşan gecelediği şehrin
talana açıp mor sümbüllü parklarını..
ve hüznünü ehline umarsız dağıtan
sonbaharının..

artık gassal elinde meyyit değilim
ve derviş gibi sükutta
ortaya karışık geldim, artık aşkın olmadığı yere aidim
yazarak yaşıyorum, duyarsızım çaresizlikten
miskinliğini tekmeliyorum içimin
dışımdaki uğultuya inat..

basit buluyorlar ama, çizgi film izleyip
ve sağlam karakterli belgeseller
modern zamanlarda iyi gelir diyerek
masallar anlatışımı yaşamaktan yana
canı yanana..

nenem rahmetli derdi;
"idama gidene sakız ısmarlanmaz oğul!";
ben ısmarlamadım, ama bana ısmarladılar
bu yüzden bi allahaısmarladık bile diyemedim
varsa ben gibi ve kim de kaldıysa ardımda..

yani beni beklemiyor hiç gündelik telaş
ve bir gelecek, bir kıyak imkân
bu yüzden fenâ sataşıyorum en güçlüsüne
yazılar yazıyorum kan kızılı, çıkmaz boyayla
keyflerini kaçıran
böcekler çiziyorum, iğrenç
havuzbaşı partilerinde midelerini kaldıran,
girişinde fena tehdit içeren, köpekli, özel mülk tabelalı, yüksek korunaklı
özgür kuşlara ötmeye yasaklı duvarlarına
hariçten gazeller de atarak..

dedim ya;
ben de bi insanım, benim de canım var
bu yüzden benim de canım yanar biraz
bu yüzden çoğu zaman yanlış anlarım
e, bu benim insan tarafım!.
peki ya yanılmayan yanlarım?!!
yoruma kapalı, cinayete kurban..

sırf sokağın adamının aristokrat bi filozoftan
daha derin bir felsefeye sahip olduğunu ispat içindi
hayattan şu düşüşüm,
düşüklüğüm…

anlamaz bunu, soylu kelimelere soysuz anlamlar yüklemekle meşgûl
bilgeliğin peşinde meydan larousse, tdk, anabritanika
bi dünya lûgatte adı geçmeyen acemi ördeği
hayata kıç üstü dalan..

bak,

seni kutsuyorum acı!
başıma başaktan taçsın!
kaderim adıma örmüş seni
öpüp başıma koymadan önce
kutsal tasında geceden ateşe bastırdığım derin sancıyı
seriyorum alnımın yangınına;
serinliyorum!.
..
işte,
birikmişiz, ırmağa soyunuyoruz; sonsuza akmaya
isyan çocuğuyuz, yakışanı yapıyoruz, kusura bakmayın
açız ama asfaltta geziyoruz ve kuyruk hep dik
anneciklerimiz hangi ihtilâlden gebe kalmışsa?!

siz geceye akın
en müstesna saatlerinde, en mutena yerlerine
alt alta, üst üste akın; üst üste akınlar yapın
bana şehrin en karanlık, en kanayan yerlerini bırakın..

yakışmasa da, pek sünepeyim bugün
şu bi bişeye benzemeyen şiirimsi şeyler benim
vıcık vıcık, şırıl şırıl şıra
en ağdalısından, sulusepken salya

sınıfsız sınıfımda, sınıfta kaldığım hayat bilgisi dersinin
ve yaşamak pazarının talebine dengesiz arzımdır
kusurudur piyasa bilmezliğimin
çobanım, dağlıyım, sürüyüm, halkım
koyun dediniz, koydum
oyunlarınızı mı bozdum
acıttıysa kusura bakmayın!.

hüznün agorasında yıllandırdığım gurur
ütopya ustaları arasında kaybettiğim kalfalığım
şu aykırılık meselesi?!!
siz şiir sevmediğiniz için sevmiş olmalıyım?!.
kafa kafaya verip kafa yapın!

sevgili hayatım bana
en düşük zamanımda ‘ne nekrofilik şeysin böyle sevgilim
yaşa(yama)ma sanatını paveza'dan mı öğrendin?!’
diye sordu; yutkundum..

yani diyorum ki;
gri bir intihar asıp gitmeselerdi kapıma
daha ilk okuduğumda yaşamamışlığımdan geçer
intiharlarıyla beni günde milyon kez vuran
âşık olur nilgün marmara’ya
şu özlü tezer'e, sylvia plath'a;
peşlerinden giderdim

paveza'yla!.
..

zeldâ!. ey içimde kelimelerine yetişemediğim!.
bilirim;
aşkın
acının
âhın
dîl ve ve dil yarasının
öpülünce geçmediğini!.

bak, söyletme işte beni, delirtme beni, senaryoya yazma böyle şeyler;
mahallenin göz bebeği, herkesin sevgilisi, iyilik meleği kız;
ne vardı üniversitede okuyan, mahallede manavlık yapan
ve hem de başka kıza âşık, yakışıklı oğlana
âşık olacak ve aşkını hep gizleyecek ve sonra da?!.

sonra da...
...
'filmin' ve hikâyemin sonunu da sorma, yakışık almaz
yok, yok; yakışık alır da, senin için iyi olmaz
zâten sorsan da söylemem!.
ben, anamda benden önce durmayan dört çocuktan sonra hayata durmuşum..
iyi etmedim, biliyorum;
yarıtanrı tuzukuruları görünce kuduracağımı bile bile..

"uyuz olacağına kuduz olsun" derdi o bilge büyükanam
sözünü daha bebelikten dinleyip, hep uçurum kenarlarında gezip
son anda eğreti dallara tutunmamdan belli sözünü tutuşum..

hadi benim hikâyem böyle ve saçma ya
ve bana derdin neydi a çulsuzum demezler ama
peki de sen nerden düştün bu dünyaya
ve kalite yaşama layık sen gibi birini
neden getirdi leylekler benim düş(ük) dünyama?!!

gerçi dünya kadar bi dünya yer var dünyada
sıradan ve herkese olmasa da
fil dişi kuleler, atlas yataklar, kuş tüyü yastıklar?!.

...

garson!. burda acıdan ağlayan biri var

sen ben kesmeyiz, şefi çağır
teselli etsin, biber acısı gibi bi kaçmış gözüne, aşka hürmeten..
biliyorum, âşığa istediğin lafı et, iflah olmaz
kızgın tencereye yapışan el misali
dili yapışmış aşka?!.
...

hepimiz bir serâbın peşindeyiz şevki,
sen hayatını kurtarmak için hayatını verdiğin orospu serap’ın,
ben ucuz şarabın!.
insandan kaçmak bir istidat bizde, endişemiz korkak
ve en iyi biz biliriz hüznü
lâkin örtmeye yetmez yüzsüz olmak
ve içimizdeki derin utancın yüzünü..

bak, tevazu benim de kanatlarımı kırdı

yan çizemedim sen gibi ben de
geçenden bir, geçmeyenden bin ömür alan delidumrul hayata
sen gibi elimde ne varsa verdim;
nerdeyse yüzyıldır raylardan kalkmayan inek

ve bugün yavrusu

hani bana da kırk yıl tuz yedirip, su başına götürüp
bi damla içirmeden geri getiren
yetmeyip işkenceden geçiren
ne tehdit okursa okusun
hayızdan nifastan erkten erkeklikten kesilince burnundan soluyan
en istibdat kutsal tosunuma
koyunlar kosun diyerek..


yapmayın

"koyun" demek, içinden kusulduğum halka

kusturuyor artık

"koyun" dedikçe fenâ bozulup 

her içim sıçım seçim gecesi

fenâ koyuyor da!.
..

uzun zaman olduydu görüşmeyeli şevki
anlatacaklarım çok birikti;
dökecek derdim, aşka dâir itiraflar..
nimet çarpsın, bak sırf o'nu anlatıyor diye
şiir kokladım üstüne;
ve sırf o'na benzedikleri için
gülümsedim güllere
ve;
sırf onun için yazıyorum şuraya
ve
ilk gençliğimde 'yokluk'tan ağaçlara çizemediğim kalbi
yıllar yıllar sonra çizip
içine de hayâlî adını yazdığım, sonra sıkı sıkı kapattığım
kalbimin üstüne..

muhayyeldi ve ama işte, yaşatışım gerçek gibiydi;

böylece kimselerin keşfedemeyeceği tek kelimesinden vurulduydum

tek kelimesine

ne buram buram zekâ kokan sözleri, ne başka bakışlara benzemeyen bakışı

ki adamın kalbini deşen gözleri
iki ayaklı köpekleri çıldırtan boydan resmi;
hiçbiri ama hiçbiri o tek kelimesine yetişemezdi..

lisanı- hâl ile
'aşk' dediydi..

aşk bu, 'işler ayna, hayat kebap,
keyfler kekâ fotoğrafları'nda durduğu gibi durur mu
kalabalıklarda gezindiği neşeli fasıllar

oyun havası formunda keyfi

yalan yok, akşamları kalbine fenâ düşen gölgeyi
ve yüzünün geceleri hüzzam makamlarına yürüyen yanını görecek
yanında bi tane adam?!!

...


işte, şevki, akıttım içimin cerahatini, sebebi 'tek taraflı aşk'
ve onun haberi bile yok benden ve bundan
eğer de sen buna yaşamak diyorsan, yaşayayım;
üzerine kan, irin, kir ve dert sıçratmadan mümkünse yaşamak
bu kahpelikler diyârı dünyada
varsa bir kuytu, bilinmez görünmez bir yer
bir yer de bana ayarla
yoksa,
yaz kaybetmişler defterine, âcizane!.

sözün özü;
bir çift kömür göz için olmalıydı bütün bunlar; sürmeli
ardından sürünüp, göze alan diyâr diyâr sürülmeyi
ağır söze tahammülü olanlar için..

işte bak, gördün sen de; işe yaramazım
sen gibi beni de hayata içi boş balonlar gibi
salıvermiş işte ilk öğretmenlerim, unutmuşum
sen gibi beleş atılıp, boş tutulmuşum..

bu yüzden her seferinde gemiler batırıyorum içimde
hayatın tersine kürek çeken, sakar, tersane işçisiyim
boş zamanlarımda boş durmaz, patronuma içerler, içerim
kıyak kafayla kaynak yaparken devrelerim yanar
çelik tabutumda sıkışan gazım fenâ patlar


ama
önyargılı değilim 'son vargı'ya
sıkıldığım zaman yaşamımla oynarım;
kuş kadar canımla, payına düşeni fazlasıyla almış
ağır metal işçisi, kendi ölümünün işbirlikçisi..

yoktu böyle şeyler oysa
bizim zamanımızda, hatırla
harpten yeni çıkmış eski mâlûllüğe
yakışmıyor yeni madalya
yakışmıyor, geçmişin o şânına

bütün acılarıyla bile dimdik

ihtişâmına!.

kendi kuyusunu kazan kör köstebekleriz
çarparak birbirimize çapraşık yollarımızda
bir ileri bir geri giden
bıraksak yağdanlıkları ellerimizden
daha mı kolay ilerleriz?!.

ölüm o kadar da kötü değil şevki, benden iyi bilirsin;
ölüm sıkı dezenfektan, ona saygı duymayanlara
leş saklayan, necis paklayan, kepâze aklayan dünyaya
ve kokuşmasına..

şevki!. bunca yıl nasıl da saklamışız kendimizi gölgelerimize
tutulmuşken tüm geçitler
burası suskunun elimizden tutup gizlice götürdüğü yer
ve yol açılana kadar
servisten tüm geçişler…

...

1975-78/1980-88/1998...

ankara, b.kesir, samsun, zenitsa, mostar, , split, rijeka, trieste, alplerin zirvesi, istanbul...

kelimeler...

anlamaya çalışınca insan şikâyetten öte hâller yaşıyor.. hayret ediyor meselâ yaşadıklarına, bu kadar hâdise?!. neden ben?!. sorularla başı derde giriyor, cevaplar çok uzun zaman öteye.. âcil vaktinde cevap bulamayınca kangren oluyor beyni, düşünmekten, fenâ yorgun düşüyor; 'yorgunum, hayatın kalabalıktan uzak bir kenarına kıvrılıp uyumak istiyorum' diyemeyecek kadar da yorgun hissedişlerle..

bunlar?!. hiçbiri kötü değil.. bıraktığı tuhaf bir sükunet var, garip bir iç huzuru..

bugün geldiğim yerde, geceleri mektupla kendimle en güzel konuşabildiğim yerde kelimeleri içimde, derin sularda, fırtınada, karanlıkta bibaşlarına bırakmak olmaz; el uzatıp tutmalı onları, tez elden emniyetli sahillere, kaleme kâğıda kavuşturmalı, kayıtlayıp bir kenara, öyle sürdürmeli yolun bundan sonrasını..
içimizde büyük yangın, büyük yanışlara ses çıkarmazken, dış dünyamıza hiçbir şey  yokmuş, olmamış gibi sergilemek daha da zor..
gerçekte çok anlamlı bir şey değil ‘mış’ gibi yapmak, yaşıyormuş gibi yapmak.. doğal değil, dürüstçe değil.. ve ama mecburuz işte.. yakın etrafımızdakileri, hayatlarına sebep olduklarımızı üzmemek, acı çektirmemek adına, zoraki gülümseyişlerden, zorlama neşelerden maskeler iliştirip yüzümüze, düşmemeye çalışıyoruz hayattan.. işte, iç kırılışların etrafımıza vereceği hasarı düşününce, akıl ruh beden sağlığını da korumak adına “mış” gibi yapmak mecburiyeti hâsıl oluyor, onu mâsum bir kılıf, gerekli bir maske kılıyor..

çok insan kardeşlerim gibi bir kendini kandırış da olsa, kaçıp saklanmak adına başını kuma gömüş gibi olsa da, açmazlara karşı insan için bir tür çıkış yolu işte ve sürekli elimin altında, pek de kullanışlı bir can simidi de bana.. yine de, böyle hissedişlerin hayatımdan kopardığı parçaları zamanın sonsuz derinliklerine yuvarlarken çıkaracağı gümbürtüleri hiç hesaba katmıyordu kalbim ihtimal?!. şu sözler bunun eseri; içimde kopardığı çığın..


yürürken kendi gibi birilerine rastlıyor insan, hayat içinde bir şekilde.. aynı yolu yürüyenlere, aynı acılar, aynı sâikler, aynı endişelerle.. büyük teselli sen gibi birilerine rastlamak, yolda.. tanışmak, dertleşmek, sohbet etmek eşsiz çağrışımlar getirir ruhta..

rastladığım ben gibi hisseden, anlayacağını adım gibi bildiğim bir başka kapının eşiğine varıp derin bir sohbet için daha bir kelimelik adım atamadan vazgeçişler yaşattım hep kendime.. kendini alabildiğine yalnız, yorgun, ıssız hissedişlerden belki?!. belki de hüznünü, kederini karamsarlığını o kapıya da bulaştırmama, yaşadığın ağırlığı bir başka omza bırakmama düşüncesi?!. bunları düşününce şekilsiz bir isteksizlik, tuhaf bir tokluk hissi beliriyor.. halbuki açlığını en yoğun hissettiğimiz şeyler arasında ilk sırada; konuştuğunda anlayan, anladığın biriyle derin bir sohbeti  alıp ortaya, pay etmek.. öyle ki, benim için, sabahları erkenden bulabileceğim, buharı buğusu üstünde mis gibi çay kadar kıymetli.. ve garip şey ki, ben o yılların insânî açlığını, bu büyük açlığımı giderecek bir yürek sofrasına el uzatmayı içimden çok istiyor olsam da teşebbüs edemedim.. hâttâ kaçtım da çoğu..


işte, içime ellerimle açtığım kesikten sızan kelimeler.. ve kelimelerin daha da derinleştirdiği bir kesik bu, kendince kan sızdıran..


son zamanlarıma öyle bir isteksizlik çöreklendi göğsüme; değil konuşmak, nefes almak bile büyük zahmet olacak kadar ağırlık.. sanki yolun sonu gibi hissederek geçiyor son zamanlarım.. öyle kötü bir his de değil bu; mütebessimim de.. yaşadığım kadar yaşadım; en ağırıyla ve tek şikâyetsiz..


sürekli kendiyle çekişen bir kalbi zaptetmek zor.. nedeni, geçmişle barışamayışım.. barışsam bir, bir başka yüreğin kapısına yürürdüm huzurla.. hani kendi gibi bir kalbi tanısa, ardına düşse insan, taptaze izini, mesela sabahları erkenden yürüdüğü parkta, yürüyüş yolunda, adımlarını önünde bulsa, seslense üç adım kala, otursalar bir banka derin anlamlı bir sohbete nasıl büyük heyecan olur hiç devinimsiz hayatına.. geceler o vakit ıssız ve yalnız düşünceden birer heyula olup üzerine yürümez; bu sabah der, bu sabah masal tadında ışımış gün, gün yüreğime ışımış, kanım sıcak…


bunu düşlemek masal tadında bir mutluluğun kerevetinde oturmayı düşlemek gibi.. insan inansa buna, sabahı böylesi bir umutla eder; gece bir rüyâdan düşüp, sabah bir gerçek masalın konuğu olacağı umuduyla..

hüznüne dokunacak bir el mi istiyor, arıyor insan?!.