tuvalet kâğıdına kalp deseni koyan firmanın alnından
öpüyorum.. 'aşk'ın ne olduğunu dümdüz anlatmışlar..
Salı
Pazartesi
baktım...
... endemik çiçekler gibi
nadide
kızlar geçiyordu ışıklı caddelerden..
'allah!' dedim içimden; '... ne güzel yaratmış sizi Yaradan;
nar
tanesi, üzüm salkımı, bal peteği…'
ve;
'... ayınıza bağışlasın!.'
'ne
iş lan moruk?!!' dedim sonra kendime;
'... efeyse
efe, seymense seymen, zeybekse zeybek;
neyim
eksik benim lan kadıoğlu’ndan?!.'
...
bi düşündüm; kadıoğlu zeybeği; tam dokuz dakika, çok uzun?!!.
tûl-u emel lan bu?!!.
ömür çok kısa; bana "aydın havası" değil, "aba"sı gerek!.
Pazar
'hiçkimse'lere mektup!.
meçhûl kalemler olup, kalem tutup, uzaklara, bilinmedik adreslere, karşılık bulmayacak mektuplar yazıp yollamakla hayata tutunanlar, yazmanın birtakım cümle elemanlarından, bağlaç ve imlâ işaretlerinden ibaret olduğunu sanır.. oysa onların içimizde ciltlere sığmayacak hikâyeleri öylece içimizde durur, bıraktıkları büyük anlamları vardır bizde saklı..
işte, biz ne çok ‘hiç kimse’yiz biz ve ne çok ‘hiç kimse’ var!.
kelimeleri şaha kaldırmak sonu bir uçurumda biten yola çıkarmaktır.. yol biter kelimeler tükenmez.. kelimelerin bittiğini anladığı yerde atını sonsuza sürer gidenler; içimizde derin izler bırakarak..
buralarda bi kimse okusun endişesi taşımadan kendilerine yazanlar; her biri, henüz tüm sayfaları çevrilmemiş, açılıp okunmamış, gönülden gönüle aktarılmamış birer meçhûl hikâye, birer meçhûl cilt.. hayatın yüreklerine dokunduğu yerlerde, raptolduğu cildinden kopup kendi kıyılarına dağılıvermiş fasiküllerinden dökülen satırlarından yüreklerinin girizgâhlarına buzlu, buğulu camlar ardından bakar gibi bakıp, görebildiklerimizi anlamlandırıp, hüzünlerini, aşklarını, acılarını süzdüğümüz, her biri tam göğsümüzden, bizden, bu topraklardan hikâyeler.. her biri kendi kaderini yaşayan, yaşarken yazan, yazmakla yüreklerinin kıvrık uçlarını utangaç bir tevazuuyla açıp, önümüze serdikleri yürek sofralarından hayata bakışlarını, aşka aldanışlarını, şiirlerini, şarkılarını hatıralarını tatmakla gizemli ülkelerine keşif yolculuklarına çıktığımız, kişiliklerinin, anlamlarının şahidi oldukça yolculuğumuzu sürdürdüğümüz nice meçhûl kalem.. onlar, hayatın karmaşası, mahşerî dünya kalabalıkları içinde, her biri kaderinin yörüngesinde bi başına yol alan, en kuvvetli gözlem aygıtlarının merceklerine düşmeyecek, en geniş açılı objektiflere takılmayacak, en keskin gözlü kadrajlara dahi girmeyecek, evrenin en uzak köşesinde, parmak uçlarında olmanın dayanılmaz esrikliğinden hep uzak, kimselerin “işte o!” demeyeceği en uzak yıldız kadar belirsiz olacaklar belki; belki hiç dikkat çekmeyecekler.. lâkin ciltlere sığmayacak hikâyelerdir ‘hiç kimse’lerin hikâyeleri; elden düşüp kütüphane raflarında nemlenmeye terk edilmeyecek, yazılmamış kitaplarda yaşayan…
saatini ayrılığa kurmuşların hikâyeleri onlar.. onlar, hikâyelerine gönül verdiklerimiz; kişisel gelişimcilerin eğitimlerinden, sahasında yadsınılmaz imajmeykırların sihirli ellerinden, bir numara sanat eğitmenlerinin eleğinden geçip, estirilmiş yapay rüzgârlarla, masum yüzlü garry grant melâlli, clark öpüşlü, baygın bakışlı jönlerin, baş döndüren, çekici, yakıcı, baştan çıkarıcı, göz kamaştırıcı miss world endamlı süzgünlerin seyran eylediği, hiçbir şeyin eksik edilmediği yapay dünyanın büyüleyici atmosferine iliştirilmiş, hep göz önünde, parmak ucunda, parmak ısırtan, ihtişamlı parlaklıklarını yitirdiklerinde gözden düşüp unutulmayı ölüm bilen, modern dünyanın göz açıp kapama süresince parlayan, kuru hayranlarının, kuru hayranlıklarının canını alıcı yapay yıldızları değil.. onların hikâyeleri sıkı senaristlerin kaleminden dökülüp, unutulmaz filmlere imzalar atan maharetli yönetmenlere ekşın dedirtip, seyirlik ihtişamlı yapıtlara dönüşüp, hınca hınç salonlarda seçkin seyircisine avuçlar patlattıracak alkışlar attırmayacak, hatırı sayılır sanat yönetmenlerince sahneye konulup perde denilmeyecek, popülaritesi parlak diziler olup ekranlara yansıyıp emsalleri arasından ayrılıp zaplanmayacak ve ama en sonunda arşivlerde küflenmeyecek olandır.. onlar, çarpıcı, ezber mottolardan türetilmiş, adım başı unutulmaz repliklerle dolu kurgu senaryoların demirbaşı, yapıta kendilerinden çok şeyler katacak aşmış rol kabiliyetlerine, kendi sınırlarını zorlayan müthiş oyunculukları ihtiyarına bırakılmış, isimleriyle özleştirilen üretme arketipler değildir.. onlar, emanet mekânların beyhude, geçici oyalanışlarında, ebedî hatırlanmak arzusunda yanıp tutuşan, gözden düşecek olmaktan gam çeken, estetik merkezlerinin kapısından ayrılmayan, projektörlerin iltifatına mazhar olup, kuvvetli spotların odağında kalmanın derdine düşmüş, hakiki bir güzelliğin ışığının bir huzmesine sahip olamayacak elemliler değil;
onlar belki, modernist çağın umursamamaktan hiçleştirdikleri ‘kaybetmişler’i, yitirilmiş, unutulmuşları, feleğin devranının savrulmuşlarıdır.. “loser” diyorlar dünya dilinde.. onlar, unutulmayacak yaşamışlıklarıyla yürek kapılarımıza gerçek kişilikler olarak gelip, açıp araladıkları kıvrık uçlarından yüreklerinin tanığı olduğumuz, hikâyelerini yüreklerimizde demlendirdiklerimizdir..
bilmesek de birbirimizi, kimiz kimseyiz, vardır birer hikâyemiz.. çoğu zaman onlar bizden, biz onlardan habersiz yazar, yaşar dururuz..
hayatı cürmünce kavrayıp, kendince yazıp okuyan olmak, kendince iyi bir dinleyici olmak demek, yazıcıların hikâyelerinin, içinde bir yerlerde kaybolmuş, dokunulmamış bir teli titretişi demek..
bu titreyişlerin bıraktığı terennümlerden anlamlar inşa edip, karşılığında şaşmayan tahliller yapabilmek, kalem yârânlarından birçoğunun gönlünü açıvermesi demek.. lakin kim aralamışsa gönül gibi kutsal bir kutunun kapağını, karşılığında çoğu zaman susuşun tebessümünden bir zamir bulmuşlardır hep.. zordur, içleri çok sonradan aşinası olduğun bir ulvî âlemin, ömür boyu unutulmayacak sesler çıkaran enstrümanlarıyla dolu bir nadide işlemeli sandıktan çıkan, binlerce satırdan müteşekkil bir hikâyenin bıraktığı eşsiz sesi iki cümlede hülasa edebilmek; belki “işte o!” demekle çok şey anlatmaya yeten bir tek işaret gibi bir susku.. susuş, bir zamir olup, çözülmesi bir bilmecenin bütün boşluklarını eksiksiz ve doğru doldurur gibi, noksansız bir anlamı çağırır, anlam bir zaman sonra hikâyenin yerini alır.. hani, ola ki, onlardan birinin içime bıraktığı derin izi, kelimelerinin kurduğu, gölgesinde ağladığım hüzün çardağı altında gözyaşımla karıp karşılık yazabilmeye güç yetirebildiğim sayfalara döktüğüm gurbeti seksenlik garip anacağızıma anlatsam, sabahları izleyip izleyip ağlamaktan, kendi ifadesiyle ibret almaktan, bir türlü vazgeçemediği, vazgeçirtemediğim, ayrılanları kavuşturma üzerine kurulu çarpıcı hikâyelerle örülü kadın programlarından vazgeçip, benim gibi, gelecek iki satır bir mektubun yolunu gözlemeye başlayabilir..
burda yazarak yaşayanlar, sanal isimler, kimlikler, birilerinin, teknolojik, sosyal medya dilinin “sanal” dedikleri; dibine kadar gerçektirler.. hayatları hikâyeleri, kırgınlıkları acıları vardır; ve bir kalpleri.. gerçektirler yani, bal gibi..
burda yazanlar; “sanal”lar?!!. çok sürmez, bi işaret bi iz bi adres de bırakmadan giderler bir zaman sonra.. “sanal” olarak gelmişlerdir, “sanal” olarak vardırlar şu ‘sanal’ sayfalarda ve sanırız ki gidişleri de “sanal”dır?!.
niye üzülürüz o halde artlarından, o sanal adlarını hiç unutmayacak, her andığımızda ‘sanal’ adlarını burnumuzun direğini sızlatacak kadar işletmişizdir yüreğimize?!. üzülürüz hayatımızda bir hâtırası, yüreğimizde hiç değişmeyecek bir yeri olanların gidişlerine..
üzülmek?!.. gidenin ardından üzgü, sıcağını hiç eksiltmeyecek, hatırasını hiç unutturmayacak, yüreklerden silinmeyecek bir söyleşmeye üç beş kelam daha eklemenin eşsiz tadını yaşayamamanın, kelimelerle daha çok vakit geçirememenin üzgüsü olmalı?. zira bundan gayrı bir gidişe üzülmek anlamsız..
sonuçta; sanal da olsalar şurda, gerçek dünyalarına, hayatlarına, kendi gerçeklerine ve gerçekliklerine gitmeleri gerekiyordur giderler, vakt tamam olur giderler ‘aslî vatan’larına, gökyüzümüzden kayıp giden yıldızlar gibi giderler.. fakat onları ilk fark ettiğimizden bu yana yer ettikleri yerde, yüreklerimizde hep gerçek olacaklar.. hep orada olacaklar; oyunsuz mizansensiz kurgusuz, kendi oldukları, kendi kaldıkları, bizi hiç yanıltmayacakları, değişmeyecekleri yerlerde; kutup yıldızı gibi yer değiştirmeyecekleri yerde..
biri her “nezir” dediğinde irkilirim; uzaktan tebessümleri kahkaha, dudak büzüşleri içli bir hıçkırık ve efkârla gölgelenen, görmediğim bakışlarından binlerce soru ve cevap uçup gelir alnıma.. onlarla gönülden gönüle bir mektup bağı oluşup, her cümlelerine karşılık yazabildiğim cümle kadar, karşılık yazmadığım iki cümle, yazmadığım her cümleye yazamadığım en az beş cümleleri olur; ve ilk kelimelerinden sonra hikâyeleri bende de yaşıyordur artık, kabre dek..
bana teselli veren, elini omzuma koyup da bu da geçer ya hu demekle, bildiğim ama yine de duymaya ihtiyacım olan gerçeği bana hatırlatan da onlardan biriydi; hiç tanımadığım, lakin gelip, hikâyeme hüznüme şahitlerden biri.. bunu, sayfalarında insana dair aynı hüzünlerden devşirerek aynı duygularla anlattıkları, onlar benden habersiz, okuduğum hikâyelerinden bildim.. demek, böyle yapmakla, bilmeden hatıralarına beni de ortak etmeye lâyık gördüler.. bunun için de var olsunlar ve bilsinler ki hikâyeleri bende de yaşayacak bundan gayrı..
Perşembe
'kadın'...
“gül”e, ‘tül’e, ‘kül’e, ‘incir’e
‘zeytin’e
‘zeytin’e
ve ‘kadın’a
bahçeleri Belkıs, etekleri Kudüs, kuşları Süleymân çağırır
mukaddes Tûvâ’dır kalbini tuttuğunda kadın; ışıl ışıl Zeytin
Dağı’dır..
hüzzam Mekke’dir, ‘ensar Medine’
hüzzam Mekke’dir, ‘ensar Medine’
Hicaz’dır, Sabâ’dır, Hıtâ’dır, vahâdır
yürür kadın Havvâ gibi, Serendib’den Gîlmân ülkesine
Meryem’idir yolculukların..
..
..
incir ermeden daha, kar düşer dalına
üşür incir, kül üşür, ‘kadın’ üşür
ay bir parça eksiktir yüzündeki tülden
bir giz konar üşümüş omuzlarına
daha çok üşür ateş soğuk külünden
donar ‘kadın’..
‘âh’tır ‘kadın’, doğmamış günah
vurduğunda gölgesi aşkın üstüne
gölgesizdir, saydamdır
üşür incir, kül üşür, ‘kadın’ üşür
ay bir parça eksiktir yüzündeki tülden
bir giz konar üşümüş omuzlarına
daha çok üşür ateş soğuk külünden
donar ‘kadın’..
‘âh’tır ‘kadın’, doğmamış günah
vurduğunda gölgesi aşkın üstüne
gölgesizdir, saydamdır
“camın arkasından göründüğü gibidir;
sessiz,
sakin,
suskun...
ve tüm yaşanmışlıklara yüz çeviren…
bir çocuk kadar mâsum”;
‘kadın’ ki en uzağından derin çekilen
tek hece, tek kelime, son ve sessiz bir çığlık
son nefes bir nidâ;
‘âh!’tır..
gittiği yerde incirkuşları konar tenine kadının
incir kokar ağzı, terinden incir sütü sızar
‘kadın’ aynaya gördüğü yüzü sorar
ve Kitab’a, diline dolanan sözü
‘kadın’ aynaya gördüğü yüzü sorar
ve Kitab’a, diline dolanan sözü
ve dağlara, eteklerinde unutulmuş rüzgârı
‘benim mi?!’
gittiğinde ‘kadın’ büyük ateş yakar ardında
‘benim mi?!’
gittiğinde ‘kadın’ büyük ateş yakar ardında
kül eden yangınlar çıkarır
tek bir şey kalmaz yanmadık
ayaz gecede ve çıplak
ruhu kadar adamın..
ruhu kadar adamın..
“delicedir susuşları”;
sustuğunda ‘kadın’ın;
suskusu ki, en “deli”;
“… sorar, sorgulatır…”
ve bilir, ‘delice susarak’ olur,
sorgusuz gidişlerinde ardına bıraktıklarının sorguları
ve bu bir “yansıma”
..
(‘yâr’dı gurbet; ‘derin yar’dı,
‘yara’ydı
gurbet, ‘yârin olmadığı yer’di)
‘bir yârim olsaydı ve saçından tek tel hâtıra
yakardım gurbetleri!’ dedi adam ‘kadın’a ve ekledi;
yakardım gurbetleri!’ dedi adam ‘kadın’a ve ekledi;
‘şimdi en kırmızı yerlerimizden susalım, ‘uslanıp’
meselâ “yansıma”lardan, yanılsamalarımızdan
meselâ susan dilimizden, kanayan dudaklarımızdan,
şimdi susa(ya)n yanlarımızdan konuşalım;
şimdi susa(ya)n yanlarımızdan konuşalım;
bir gemi beklemediğini
ve en “mâsum” baktığını biliyorum ıssız uzaklara, en uzak ufka
ve biliyorum gözlerinle konuştuğunu, sessiz
ve mâdem de “soruyla başlar, soruyla biter”; “insan” ve “hayat”
arkan dünyaya dönük olsun yine,
bir ‘şiir’lik olsun dön yüzünü bu yana da,
hadi?!’
Çarşamba
çölde bibaşına yaşayan adamın hikâyesi...
" çöl(ün)de bibaşına yaşayan adamın hikâyesi, Sadî Şirâzî’den..
çölde
yaşayan biri için su hayattır..
yılda
sadece bir gün yağan yağmurda hayatî ihtiyacı suyu kırık dökük kaplarını
doldurur.. toz, toprak, kum dolu bulanık bir sudur bu..
..
topraktan mamul tasını doldurup kurumuş dudaklarına götürürken, aklına birden ülkesinin sultânı
gelir adamın, onun su bulup bulamadığının derdine düşer.. onca kıt suyuna ve susuzluğuna
rağmen elindeki bardaktaki suyu içmeden toprak testiye boşaltır gerisin geri, hazırlanır,
testisini sırtına vurduğu gibi, uzun bir yolculuğa koyulur..
aylar süren
yolculuktan sonra saraya varır, derdini anlatır, sultâna hediye getirdiğini
söyler adam.. muhafızlar, üstü başı eli yüzü uzun yolculuk izi, pejmürde
yolcuya bakarlar, testisindeki toz toprak, bulanık suyuna; almak istemezler
saraya.. diretir lakin adam, dinlemezler..
günlerce surların
girişinde, kapıda yatar, bekler.. neden sonra, sultana yakın bir vazifeli görüp
sorar durumu, hâlini.. haber ulaştırılır sultana, huzûra kabul edilir.. sultan olan
biteni anladığı hâlde, yine de sorar adama..
hikâyesini
anlatır adam.. sultan içten içe duygulanır, suyundan bir bardak ister.. adam
ürke korka, testisindeki toz toprak dolu, bulanık suyundan sarayın billur
bardağına doldurur, elleri titreyerek uzatır.. sultan eşsiz güzel bir gülümseyişle
uzanıp bardağı, alır, içmeden yanıbaşında eşsiz işlemeli, paha biçilmez sehpaya
bırakır.. korkusu daha da artar adamın..
sultan,
adamlarına emir verir; “aziz konuğumuzu alıp üstünü başını temizleyin, güzel
elbiseler giydirin, doyurun dinlendirin ve sonra da sarayı, bahçeleri gezdirin,
özellikle arka bahçeyi, sonra huzuruma çıkarın!” der..
emir
yerine getirilir; adam üstü başı tertemiz edilip, iyice dinlendikten sonra yeşillikler
gölgeliklere dolu, sanki uçsuz bucaksız, bahçeye, gezmeye çıkarılır.. ilerisinde
gördüğü şey hayrete düşürür adamı, çünkü muhteşem saray, bahçeleri Nil’in kıyısındadır..
şaşkın bir halde sorar:
-bu sizin
sultanınızın mı?
mihmandarlar
tebessümle karşılar adamın sorusunu.. yaptığından çok mahcup olur adam..
adamı sultanın
huzuruna çıkarırlar yeniden.. utancından başını yere eğer, bakamaz yüzüne
sultanın.. lakin sultan adamdan başını kaldırıp bakmasını ister ve hiç
beklenmedik bir şey yapar, yanıbaşındaki sehpada duran bulanık suyu alır, sanki
el göz değmemiş, berrak bir pınar suyunu içer gibi içer gülümseyerek..
adam daha
da şaşkındır, ne diyeceğini bilmez garip bir hâl içinde.. lakin içten içe büyük
bir mutluluk da duyarak…
sultan
adama, çölde insan için hayatî kıymeti olan bir avuç suyunu sırtına vurup,
aylar süren yolu bin bir zahmetle aşıp getirmesi karşısında çok duygulandığını
söyler ve ekler; “sarayımda dilediğince kalabilirsin!.”
adamın boğucu,
yorucu, zahmetli kalabalıklardan uzak hayatı gelir aklına; eşsiz çöl geceleri,
muhteşem semâ, her an uzanıp tutuverecek kadar yakın görünen sonsuz sayıdaki
yıldız, her gece seyrettiği Samanyolu ve daha nice güzelliklerine şahit olduğu
çölü, o yılda bir kez yağan yağmuru, mutlu olmasına yeten onca nimeti veren
Yaradan’a sonsuz şükrü gelir; terk etmek istemez çölünü, çölündeki o mahrumiyette
bulduğu hazineyi, o eşsiz huzur ve saadeti..
insana,
yüreğine, aşk’a, sevgiye, güzelliklere bakmasını bilen bir yüreğe sahip
sultana, minnet dolu içten sözlerle teşekkür ederek çöle dönmek istediğini
söyler..
tebessüm
ederek dinler adamı sultan, kıymetli hediyelerle uğurlamak ister, fakat adam çölde
bunlara ihtiyâcının olmadığını söyler ve sözlerini tamamlar;
“bana en
güzel hediyeniz, suyumdan bir yudum da olsa içmeniz ve gülümsemenizdir!.” diyerek,
yüreği sevinçle dolu bir şekilde ayrılır huzurdan.."
...
işte toz
toprak, bulanık çöl suyu kelimelerim!. sen söyle şimdi; aydınlık kimdedir, kimden
gelir ve tebessümün en huzurlusu kimindir; bilinmez varlığıyla, bilinmez uzaklardan
‘aydınlık’ saçan sultanın mı, yoksa ona kendince hediye, kırık dökük, kendince kelimelerini
getiren, kelimelerinden başka varlığı olmayan yolcunun mu?!.
Cumartesi
kafka'dan milena'ya...
kafka'dan milena'ya mektup...
sevgili bayan milena! size prag'dan sonra meran'dan yazmıştım, karşılık vermediniz.. gönderdiğim o pusulacıklara karşılık beklemem yersiz, biliyorum!. yazmadığınıza bakılırsa iyi olmalısınız.. bizler çoğunlukla iyi olduğumuz zaman susarız.."
f.kafka, "milena'ya mektuplar"dan..
..
bu da benden sana milena yenge!.
'kız milena!. kızma ama, demek doğru söylüyo adam, ki yazmıyosun!. demek ki pek ‘hadi gene iyisin!. işler ayna, çal çal oyna!' durumları yâni!. yâni hayat güzel, her şey yolunda, işler tıkırında, keyfle de keka!.
her şey yolunda diye yazmıyosun demek, ha?!.
şimdi oraya getirtip de beni, öptürtme ebeni de yaz kız şu zavallı franz’a!.
la franz!. sen de zırlayıp durma la!. anamızı ağlattım bea, bırak şu romantik şeysiliği de, gör artık, ne sen, ne mektupların zerre gözünde değilsiniz işte kızın,
'kafka ve mektupları’ olsanız ne yazar!.
demek ki senin şu son derece hassas ve bi kadın için son derece gurur verici, yüceltici ilginden çok daha güçlü bi şeye tav olmuş ki yazmak istemiyo kız!.
yörü git la bi artık; çekil bi köşeye, bi berduş gibi yalnızlığını yudumla! şu hayatta reddedilmenin de, reddedilenin de bi haysiyeti bi onuru var yani, di mi ama?!. hem reddedilmenin keşfedilecek biçok acaip güzel yanları olduğunu da bil!. bütün o güzelim, şiir şarkı roman; klasikler, büyük eserler, olağanüstü işler, büyük keşiflerin, fetihlerin oldukça büyük bi kısmı aşk kırgınlığının getirdiği bi şeydir..
'ferhat' desem şimdi sana, yine çakmayacaksın meseleyi!.
ya, bunları da sana ben söylemiim şimdi şurda, tek tek!. kafası cidden de basan, koca adamsın!. işin ne anasını satiim, otur kendin keşfet, bir bir!.
Çarşamba
gönül bi daha dio ki...
gönlün canı piyaz çekmişti.. niye de çekmişti, bilmiyordum; çünkü ortada bi sebep yoktu, ortada köfte yoktu.. yine de kırmadım gönlün gönlünün gönlünü etmeye koyuldum, ama gününü gün etmesine de izin vermedim öyle..
piyaz için önce soğan lazımdı; sonra da soğan lazımdı.. ama pilakide olduğu gibi, sarımsağa gerek yoktu..
az önce soğan dedim
ya?!. neyse, gittim aldım, getirdim, mutfak tezgâhının üstüne yatırdım..
aklımda sarımsaktan kalma havanı görünce içine atıp dövcem sandı, korktu.. oysa
niyetim yalnızca, akşamdan kalma havanı havayla yıkayıp, duru sabunla
durulayıp, suyla kurulayıp yerine kaldırmaktı.. birden duygusallaştığını fark
ettim ortamın.. ben soğanı soyup soğana çevirmeyecektim, ama o bunu anlamadı; gözlerimi
yaşartmaya hazırlandığı için çok utandı.. ne de olsa kendisi utangaç bi soğandı..
acıdım kendisine, öylece kendi hâline bırakmaya karar verdim.. iyi kötü, bi
karar vermek zorundaydım di mi; ve en kötü karar, kararsızlıktan iyiydi ve
sonradan iyi karar geldiğinde zaten kötü kararı kovardı.. hem, vaktinde
veremediğin karar kocaya-mocaya kaçabilirdi.. bu tehlikeyi göze alamazdım..
oysa tehlike benim en birinci sevgilimdi; o bensiz ben onsuz yapamazdık.. biz
iyi bir ikiliydik, sanki birbirimiz için biçilmiştik, hiç ayrılmazdık.. o da
ben de çok çekiciydik; ben onu o beni iyi çekerdik.. ben ona ‘canım partnerim!’
derken, o bana ‘biricik paratonerim!’ derdi; fenâ sevişirdik..
birlikte çok
yaramazdık, yerimizde duramazdık, başımızı sürekli derde sokardık.. bu yüzden
bi türlü az gidip uz gitmeyi öğrenemedik.. kendisine olan düşkünlüğüm belamı
sikmeye yetiyordu.. ama kendisiyle az zamanda çok büyük işler de yaptık.. ‘boni
end kılayt’ çifti bizi fena kıskanıyordu..
böylece yıllar
geçti.. gençlikte iyi gidiyordu; da, yaş ilerledikçe sevgilim tehlikeyle birlikte
yaşamak zorlaşmaya başlamıştı.. eskisi gibi değildim, eski tip dayanıklı
tüketim malları gibi dayanıklı değildim artık.. artık kendisinden tırsmaya
başlamıştım.. bu yüzden kendisine karşı sürekli kontrol altında tutmaya
başlamıştım kendimi.. neticede, neticeyi kollamak gerekirdi.. neticede, tüm dünyanın kafasına muhayyilesine
hayret ve dehşet salsa da, coşkuyla kabul edilmiş, hâlâ da yürürlükte olan, yeryüzünde
gelmiş geçmiş tüm medeniyetlerde trilyon sene arasan eşine menendine hayatta rastlayamayacağın,
yalnızca ulusuma has, ulusuma özel bi şapka kanunumuz vardı ve aşkın kanunu
gibi de değildi hani.. yani takmasam olmazdı..
böyle muasır
medeniyet görülmemiştir; ilelebet yürürlükte kalmak üzere anasının yasasına dört
kök, zorlu bi azı dişi gibi yerleştirilmiş bi şapka kanunu olan bi muasır
medeniyet?!!. ekmek çarpsın yok böyle bi muasır medeniyet!. çıkarana şurda çağdaş bi toplum olarak ne
kadar teşekkür etsek azdır.. şahsen ben kendim dibime kadar şükran doygularıyla
doluyum kendisine.. bi bulsam oracıkta boşaltçam üzerine.. şükran duygularımı yani!.
kanun diyoduk!. kanun; işçiler, öğrenciler, köylüler,
memurlar, erkekler, kadınlar, herkes içindi, muhalefet eden herkes
asılabilirdi.. ‘netekim’ kanun herkesedir; ayrım yapmaz, yapmamalı yani, ayıp!.
yani;
aradan yıllar yıllar
geçmiş, kendisi anayasamızda hâlâ koçlar gibi yürürlükte ve sapasağlam duruyor,
üstelik de örtmenlerimiz tee ilkokulu birinden üniversitenin sonuna kadar yurttaşlık
bilgisi, ilke inkılaplar dersinde hâlâ da ve o kadar da öğretip
ezberletiyor.. bunu da geçtik, rahmetli yıldırım gürses “çal kanunum çal”,
mazhar fuat abimiz, o kadar da “şapkasız çıkmam ağbi” bile diyordu..
işte, uğruna ne kelleler gittiği, ne başlar düştüğü, hâttâ, erzurumda bohçacılık yapan bi kadın bile kendisine muhalefetten asıldığı da hâlde, bi kanunumuzun böyle hafife alınması, daha düne kadar kanunun gereği olan şeyi başının üstünde gezdiren halkımca artık iplenmemesi çok ağırıma gidiyordu.. keyfî takanlar hariç, artık tek bi vatandaşımın bile, zemin ve şarta bağlı kalmaksızın, giymenin takmanın yasa gereği ve zorunlu olduğu şapkamızı artık biyerine takmadığını gördüm ya, şahsen çok üzüldüm.. ne yani; her şey bu kadar basit miydi, boşuna mıydı?!. yazık oluyordu.. saygısızlar!. kanuna karşı geliyorlardı.. ben olsam gelmezdim.. icabına bakar, allah yarattı demeden, kamyon çekiciyle bigüzel döver, kendisine getirirdim kendilerini.. ayakkabı çekeceği ile kulaklarını bir miktar çekmeli bunların..
işte, uğruna ne kelleler gittiği, ne başlar düştüğü, hâttâ, erzurumda bohçacılık yapan bi kadın bile kendisine muhalefetten asıldığı da hâlde, bi kanunumuzun böyle hafife alınması, daha düne kadar kanunun gereği olan şeyi başının üstünde gezdiren halkımca artık iplenmemesi çok ağırıma gidiyordu.. keyfî takanlar hariç, artık tek bi vatandaşımın bile, zemin ve şarta bağlı kalmaksızın, giymenin takmanın yasa gereği ve zorunlu olduğu şapkamızı artık biyerine takmadığını gördüm ya, şahsen çok üzüldüm.. ne yani; her şey bu kadar basit miydi, boşuna mıydı?!. yazık oluyordu.. saygısızlar!. kanuna karşı geliyorlardı.. ben olsam gelmezdim.. icabına bakar, allah yarattı demeden, kamyon çekiciyle bigüzel döver, kendisine getirirdim kendilerini.. ayakkabı çekeceği ile kulaklarını bir miktar çekmeli bunların..
ne demek “kadın şapka
giye ki asıla?!” demek suretiyle, kanunu sorgulamak, şapka giymemekte direnmek,
böylelikle de kanuna karşı gelip acaip siyasal bi suç işlemek?!!.
zaten de çok geçmeden, kimliği gizli tutulan zürriyeti belirsiz bi ihbarcının ihbarı neticesi, durumdan vazife çıkaran kıymetli bir türk büyüğümüz olan, ç. altan’ın da dedesi tatar hasan paşa’mızın yüksek himmetleri ve fevkalbeşer gayretleri ve kat’i emriyle ‘altı ok’ka derdest edilip tutuklanmış, devletimizle davalık olmuştur kendisi; duruşma sırasında da ‘güzide’ mahkeme reisine “ben bir hatun kişiyim.. şapka ile ne derdim ola ki?!!.” diye şaşkın şaşkın sormuştur.. şalcı bacı’ının acısından önce, şaşkınlığına ben de biraz ortak olur gibi oldum.. fena da zarar ettim ama; çünkü düzenim böyle resmî tarih dışı, kayıtsız ve ama gerçek olaylar karşısında bu tür saçma sapan şaşkınlıkları sevmiyordu.. bu yüzden beni de kanun karşısında bi muhalif neyi görüp, ibret-i âlem olsun diye, beyazıt meydanında iliklerimden düğmeleyebilir, cevizlerimden asabilirdi.. baktım vaziyetler kel, kelle gidecek, ben hemen, büyük sorun yaratmak üzere olan şu şaşkınlığımı, bu tür olaylar karşısında şaşkınlıksız kalma pahasına, oracıkta geri çektim.. ben çekilince şükrü saraçoğlu stadı ayağa kalktı.. ayağa kalkan bir stat?!!. allahım, ilk kez görüyordum!. çünkü ben maç seven, maça giden bi insanoğlu değildim.. soranlara, maçlarda çok olaylar oluyor, maçam yemediğinden gitmiyorum filan diyordum, ama asıl sebep tamamen duygusaldı.. cebim bana karşı çok hassastı, delinmek istemiyordu.. ben de ona karşı hiç dolu değildim.. bu yüzden kendisiyle aybaşları dışında biaraya gelemiyorduk.. zaten de aybaşlarında da kadın gibi adet görüyordu.. bütçem, acısından ve memleketimizin dirlik düzen sıhhat ve selameti açısından, cebimle aybaşlarında bi ilişkiye girmemin sakıncalı olduğunu söylüyor, ben çok istekli olmama rağmen aslâ müsaade etmiyordu.. ne tuhaf, elbisemden nikahlı kendi cebimdi, ama ben ona elleyemiyordum.. çok duygusaldık ikimiz de, çok utangaçtık; ikimiz de bi sarhoş olmadan bi halt edemeyeceğimizi biliyorduk.. ama her şeye rağmen yine de sürekli ayık gezmek durumunda olan bütçemi seviyordum.. işte bu nedenlerle, maçsever takım tutar, koyu taraftarlar arasında, bırak insanın oğlu olmayı, insan bile sayılmama pahasına bunu kamuoyunda hiç dillendirmedim.. kamuoyum bana ters ters bakıyor, bi açıklama bekliyordu, ama onca ısrarına rağmen ben gene de, maça gidip açığa düşmemek için direniyordum.. bu yüzden, meseleyi müdrik, ben gibi maç sevmeyen, futbol fukarası bir avuç angut arasında adım ‘diren maça’ya çıktı.. maçam cidden sıkıymış, beni bile şaşırttı, çok iyi direniyordu.. özellikle de ‘maça bey’im.. direnmese ‘kupa kızı’nın ayartmaları karşısında oracıkta teslim olcaktı.. kupa kızı fena orospuydu.. kumar masalarından inmiyor, elden ele geziyordu.. kendisini üçüncü sınıf kaavelerde bile ellemeyen kalmamıştı.. ama yine de kızamadım kendisine.. çünkü kızan yerlerimi kör etmiştim.. bu yüzden, gönlün canının çektiği piyazı pazardan, piyazcı piyale abladan almaya karar verdim.. günlerden salıydı, pazar yoktu.. ben pazarı bekleyen kumrular gibi düşünmedim, sonuçta ben bi arpacı kumrusu değildim.. bu yüzden gönlü alıp tarihi merkezefendi köftecisine götürdüm.. en iyi piyaz kendisinde bulunuyordu.. bigüzel buluşturdum ikisini; çok sevindi garibim..
ara ara çıkarcam gönlü sığınağından.. yüzü gülüyo çünkü ve sırf bunu görmek için ininden dünyaya çıkmaya değer..
zaten de çok geçmeden, kimliği gizli tutulan zürriyeti belirsiz bi ihbarcının ihbarı neticesi, durumdan vazife çıkaran kıymetli bir türk büyüğümüz olan, ç. altan’ın da dedesi tatar hasan paşa’mızın yüksek himmetleri ve fevkalbeşer gayretleri ve kat’i emriyle ‘altı ok’ka derdest edilip tutuklanmış, devletimizle davalık olmuştur kendisi; duruşma sırasında da ‘güzide’ mahkeme reisine “ben bir hatun kişiyim.. şapka ile ne derdim ola ki?!!.” diye şaşkın şaşkın sormuştur.. şalcı bacı’ının acısından önce, şaşkınlığına ben de biraz ortak olur gibi oldum.. fena da zarar ettim ama; çünkü düzenim böyle resmî tarih dışı, kayıtsız ve ama gerçek olaylar karşısında bu tür saçma sapan şaşkınlıkları sevmiyordu.. bu yüzden beni de kanun karşısında bi muhalif neyi görüp, ibret-i âlem olsun diye, beyazıt meydanında iliklerimden düğmeleyebilir, cevizlerimden asabilirdi.. baktım vaziyetler kel, kelle gidecek, ben hemen, büyük sorun yaratmak üzere olan şu şaşkınlığımı, bu tür olaylar karşısında şaşkınlıksız kalma pahasına, oracıkta geri çektim.. ben çekilince şükrü saraçoğlu stadı ayağa kalktı.. ayağa kalkan bir stat?!!. allahım, ilk kez görüyordum!. çünkü ben maç seven, maça giden bi insanoğlu değildim.. soranlara, maçlarda çok olaylar oluyor, maçam yemediğinden gitmiyorum filan diyordum, ama asıl sebep tamamen duygusaldı.. cebim bana karşı çok hassastı, delinmek istemiyordu.. ben de ona karşı hiç dolu değildim.. bu yüzden kendisiyle aybaşları dışında biaraya gelemiyorduk.. zaten de aybaşlarında da kadın gibi adet görüyordu.. bütçem, acısından ve memleketimizin dirlik düzen sıhhat ve selameti açısından, cebimle aybaşlarında bi ilişkiye girmemin sakıncalı olduğunu söylüyor, ben çok istekli olmama rağmen aslâ müsaade etmiyordu.. ne tuhaf, elbisemden nikahlı kendi cebimdi, ama ben ona elleyemiyordum.. çok duygusaldık ikimiz de, çok utangaçtık; ikimiz de bi sarhoş olmadan bi halt edemeyeceğimizi biliyorduk.. ama her şeye rağmen yine de sürekli ayık gezmek durumunda olan bütçemi seviyordum.. işte bu nedenlerle, maçsever takım tutar, koyu taraftarlar arasında, bırak insanın oğlu olmayı, insan bile sayılmama pahasına bunu kamuoyunda hiç dillendirmedim.. kamuoyum bana ters ters bakıyor, bi açıklama bekliyordu, ama onca ısrarına rağmen ben gene de, maça gidip açığa düşmemek için direniyordum.. bu yüzden, meseleyi müdrik, ben gibi maç sevmeyen, futbol fukarası bir avuç angut arasında adım ‘diren maça’ya çıktı.. maçam cidden sıkıymış, beni bile şaşırttı, çok iyi direniyordu.. özellikle de ‘maça bey’im.. direnmese ‘kupa kızı’nın ayartmaları karşısında oracıkta teslim olcaktı.. kupa kızı fena orospuydu.. kumar masalarından inmiyor, elden ele geziyordu.. kendisini üçüncü sınıf kaavelerde bile ellemeyen kalmamıştı.. ama yine de kızamadım kendisine.. çünkü kızan yerlerimi kör etmiştim.. bu yüzden, gönlün canının çektiği piyazı pazardan, piyazcı piyale abladan almaya karar verdim.. günlerden salıydı, pazar yoktu.. ben pazarı bekleyen kumrular gibi düşünmedim, sonuçta ben bi arpacı kumrusu değildim.. bu yüzden gönlü alıp tarihi merkezefendi köftecisine götürdüm.. en iyi piyaz kendisinde bulunuyordu.. bigüzel buluşturdum ikisini; çok sevindi garibim..
ara ara çıkarcam gönlü sığınağından.. yüzü gülüyo çünkü ve sırf bunu görmek için ininden dünyaya çıkmaya değer..
"içinizdeki öküze oha diyin!"
insan tepeden tırnağa zaaf..
tespitini iyi yapmış, içimizdeki hırslı 'mal'lar üzerinden trilyon götüren, dünyanın gelmiş geçmiş gelecek tüm kişisel gelişimcilerini, milyar satan kişisel gelişim kitaplarını battal-yalan edip itin gerisine sokan kitap; kişinin efsunlu sahte sahneye bakmaktan yitirdiği kendini gönlünü içindeki eşsiz dünyayı keşif kitabı..
tespitini iyi yapmış, içimizdeki hırslı 'mal'lar üzerinden trilyon götüren, dünyanın gelmiş geçmiş gelecek tüm kişisel gelişimcilerini, milyar satan kişisel gelişim kitaplarını battal-yalan edip itin gerisine sokan kitap; kişinin efsunlu sahte sahneye bakmaktan yitirdiği kendini gönlünü içindeki eşsiz dünyayı keşif kitabı..
Salı
ses vermek, ses almak...
"yüreğinde yeşil bir dal saklarsan şarkı söyleyen bir kuş
gelecektir" çin atasözü
kendimize yazıp, kendimize seslendiğimiz şu sayfalarda şunca
zamandır yapmaya çalıştığımız tek şey kalbimizi kendimize tercüme etmek.. bir
martının suya değdiğinde kanadı, ruhumuzun yaylı ve üflemeli ve vurmalı
sazlarından en az birinin çılgınlar gibi titremeye başladığını anlatmayı murad
ettik belki kendimize ya da birilerine yazarken.. bir sardunya saksısına göğüs kafesimizden geniş bir âlem hükmüyle baktığımızı
bildirelim istedik belki.. neden?!. insan tabiattaki hangi varlığa baksa, kendisinde noksan olan
bir ‘tamlık’ görüyor, giderek daha da yalnızlaşıyor.. yalnızlığın gürültüsü kalabalığın gürültüsünden çok fazla, yalnızlıkta insanın sesi çok daha fazla çıkıyor..
ses vermek, ses almak...
tıpkı kendisi gibi, sonsuz
çelişkileri ve sonsuz soruları olan bir insan gerekmiş âdemoğluna.. seslenmiş,
seslenmiş besbelli, birileri de ta uzaktan beklermiş bu sesi, durup dinlemiş.. oysa
gündüzün ve gecenin birbirine harmanlanan çalkantılı saatlerinde onlarca ses
ulaşsa da kulağına, kulağından öte kalbinde karar kılan bir hassa ile bütün o
sesleri ince bir mîzandan geçirir, böylelikle ya onlara kayıtsız kalır ya da
bir parça meyleder gibi olurmuş.. bu kez âdem seslendikçe o daha bir dikkatle
yönelmiş o yana.. fildişi kulesinden sarkıtmış başını, günün aydınlanmasını
bekleyemeden yürüyüp gitmiş sesin geldiği ülkeye.. beyninin perdelerini kapatıp,
kalbinin kepenklerini açmış sonra, bütün benliğinin, etinin ve ruhunun her
zerresiyle kulak kesilmiş o sese.. dinledikçe, "işte" demiş, "... dünya gurbetinde
ben kadar yaralı, ben gibi sevdalı bir yolcu."
gerisi "her şey"miş.. "her şey" sözcüğüne sığabilen "her şey" kalmış geride.. ve o nispette "her şey" sözcüğüne
sığmayan "her şey" onun olmuş.. sahiplendiği, sahipleneceği, sahiplenebildiği
yegane mülk, "her şey" sözcüğüne sığmayan o "her şey"in içinde gizli tek bir
şeymiş; 'aşk'.. anlamış!. böylece evrenin özünü yakalamış ruhunda âdemoğlu.. çünkü sesine ses gelmiş; bilmiş, bildirilmiş, anlamış, anlaşılmış..
bunun için bunca macera, bunca davası görülmemiş
cedelleşmelerimiz kalbimizle, davası düşmüş ihanetlerimiz, davadan aforoz
edilmiş yanılgılarımız, davanın tutamağı olan arayışlarımız.. hangi sözü sürsek
yâremize başa dönebiliriz; yani, cennetten yeryüzüne inmiş âdemoğlunun temiz ve
namuslu gözyaşlarının aktığı yere..
sokağa dönüş...
hayat bana hep it yüzünü gösterdi.. inzibat kültürlüydü..
habire 'dibinden keserim haa!!' modeli, bi sünnetçi korkusu verip, gün yüzü
göstermeyecek, bi yaşatmayacaktı güya?!!.. oysa büyük iyilik yapmıştı, çok da
bi yerimdeydi dediğim, o yaldızlı yanını benden saklamakla..
yaşatmadığı doğru; yaşamasına yaşamayacaktım.. lakin
yakasına, öteki yüzünün yüzüne bir kez bile bakmayarak yapışacaktım.. hani ‘beşkenar
bi üçgen’ kadar saçma da olsa mantalitem, tavşanın dağına küsüşü, dağın da hiç
de orasında olmayışı gibi olsa da şu küsme eylemim, hayattan bu şekilde bi
intikam en azından benimdi, orijinaldi; ve ben orijinal şeyleri seviyordum
hep!.
steril hayat, konforlu kafa sağlığa zararlıydı.. en zayıf
mikrop bile yere sererdi.. biraz dişli olmak lazım, azcık dirençli yani!.
sokaktaki en sıradan bi adam bile, çoğu allâme, bilge geçinenden
çok daha derin bi felsefeye sahipti..
konuyu derinine araştırdım;
hayatın en dibinde yaşamaktan bayaa kıdemli bi sokak adamı, “sokak hayattır, çok şey öğretir, sokakta hayat vardır; sokağa inmek
gerek, sokak tozu yutmak gerek.. kargaşasına ayak basmak, lağımında akmak, vitesten
attığında da şöyle sövmek, usturuplu ve ama okkalı da!.” diyordu, iddiayı ispat
kabilinden..
tuttum kendisini!.
Pazartesi
ortak bi yaraya dokunmuş...
... yazılarını okuduğum biri; ne kadar canını
yaktılarsa, “şerefsiz” demiş ‘şerefsiz’lere.. bu yazı ona..
sövmek, ruhun
yelpazesidir, ara ara serinletmek gerekir..
elbet rastgele
sövülmez, sövülmemeli de.. iyi bişe değildir de.. ama yeri geldiğinde de koyvermek gerekir; yakasını... zaten de bakla
da ağızda mezara dek de tutulmaz ki.. hem öyle ayıp günah bişey de değil sövmek.. hâttâ yerinde sövmek ibadettir..
insan, haksızlığa uğradığında, canı çok ama çok yandığında, canını yaktığında
iki ayaklı bi mahlûkat sürüsü yahut birisi, su serpip yürek soğutmak, yahut
ruhu serinletmek için şu yelpazeyi rahatlıkla kullanabilir.. yani ki bi insan,
canı burnuna getirildiğinde, fena yakıldığında, isyana, ağız ve yürek dolusu
sövmeye, haykırmaya, çığlığa ruhsatı vardır; hem de Mevlâ’nın ta kendisi
tarafından verilmiş.. hani ben gibi, toplumun son derece gereksiz bir
ferdi de olsan, kurban olduğum Yaradan tarafından verilmiş bir hayat hakkı
vardır, zararsız her bir canlıya..
kimsenin canını yakmaya kimsenin tek bi hakkı yoktur.. kaldı ki, ayak altında, kalabalık içinde, kimseyle de bi tek işi olmayan, hayatın en iddiasız, istemsiz, en uzak bi kıyısında yaşamaya çalışan birine?!. ayıp yani!.
şu yavşaklara dolu yavşaklık dünyasında yeri geldiğinde iyi de sövmenin ruhu teskin edici, strese musiki kadar iyi gelen bişey olduğuna inanan dallamalardan biri de benim; ama bazen, hani canım çok yandığında, hani şu valdesinden zalim mahlukatın yaptığı gereksizlikler yüzünden..
sövmem gerektiğinde söverim; hem de iyi söverim!. yani, böyle olunca şu “Bizim Yunûs, Derviş Yûnus” kategorisinde makbul bi adam olmadığım kesin..
rahmet olsun, Yûnus abimiz,
“dövene elsiz gerek
sövene dilsiz gerek
derviş gönülsüz gerek
sen derviş olamazsın” demekle noktayı öyle de bi koymuş ki, insanda üstüne söz söylüycek hâl kalmıyor..
ben hayatta derviş olamam yani!. çünkü dövene de sövene de, can yakana da fena gönül koyarım.. fakat bişey de var ki şurda, kendime azcık bi çıkma yaptığım, bi ufak kıvırma payı; dikkat buyrulursa şurda, Bizim Yûnus’umuz söveni ayıplamıyo, sadece “derviş olamazsın” diyo!.
tamam, sabretmek, içine atmak, kalbine zehir akıtmak, dişini sıkıp mukabele etmemek, sabır göstermek büyük incelik, büyük nezaket ve büyük erdem, buna bi itirazımız yok!. lakin, karşındaki duvarsa, odunsa, zil gibi sağırsa, af buyrun, iki ayaklı şehir ayısıysa, ona karşı sevecen tavır artık bi nezaket bi incelik değil, düpedüz salaklıktan öte geçmeyen bi şey olur..
“odun, duvar, taş kafa” filan dedim demin, gerçekte bunların bile bi ruhu vardır metafizik âlemden bakılınca; hani, tuzun, sirkenin bile ruhu olduğu gibi.. şurda doğru kelime “ruhsuz” olacaktı.. e, bi adamın da ruhu yoksa geriye de neyi kalır ki?!!. yani, bi kalbi kırma onursuzluğunu gösteren ‘ayı, sığır, öküz, odun’ ya da ‘başka bi vesaire’ bile değilse, ona kırılmak, gücenmek, incinmek bi salaklık, karşısında bidünya acı çekip sükût etmek apayrı bir sapsalaklıktır bu durumda..
acıyı anlarım da lakin şu kuyruk acısını anlamam!. çünkü böylesi bi acı çekmemenin ilk kuralı insanın bi kuyruğunun olmamasıdır; varsa da hani, ondan bişekilde kurtulmasını bilebilmesidir..
böyle dediğime bakmayın aslında; kimse kuyruksuz değildir ve benim dahi, her ne kadar, gözden izden hayattan en uzak yerlerde yaşamaya çabalasam da, üstüne basılan, ciyaklatan, hem de bayaa bayaa bi uzun ve hem öyle bi tane de değil, bin kuyruum vardır.. yani kimse kendini kuyruktan vareste kılamaz, çünkü dört bi yanı hayat ve kalabalıklarla çevrili bi insanın bi kuyruksuz olması düşünülemez.. lakin acısını minimal seviyede azaltabilir, şöyle ki;
az ‘insan’ az problemdir, az varlık az problemdir.. yani çevren ne kadar yoğunluklu ‘insan’ ve ‘varlık’sa o kadar problem, o kadar muhatap, o kadar yüktür.. kuyruğun kısa yahut uzun oluşu buna bağlı bişeydir..
kuyruktan kurtuluşun bir yolu da, kestirmeden gidip kestirtmektir.. lakin, bu da en az, kazara bi yere kıstırmak, yahut da birileri tarafından üzerine basılmak yoluyla acı çekmek kadar, hattâ ondan daha da beter acı veren bişey olacağından, iyisi mi kalabalıklarınla, kuyrukla beraber, fazla darbe almadan yaşamamın yollarını öğrenmek daha tutarlı bi davranış olacağı aşikardır..
hayret; konu sövmekti, nereye geldi.. gerçi konudur; konduğu yerde durmaz, dağılır..
neyse, hâsıl-ı kelâm;
kuyrukla daha az zararla yaşamanın bi yolunu bulan bilen varsa, hayrına söylesin, bi hayrı dokunsun şurda bize, bi hayır duamızı alsın..
kimsenin canını yakmaya kimsenin tek bi hakkı yoktur.. kaldı ki, ayak altında, kalabalık içinde, kimseyle de bi tek işi olmayan, hayatın en iddiasız, istemsiz, en uzak bi kıyısında yaşamaya çalışan birine?!. ayıp yani!.
şu yavşaklara dolu yavşaklık dünyasında yeri geldiğinde iyi de sövmenin ruhu teskin edici, strese musiki kadar iyi gelen bişey olduğuna inanan dallamalardan biri de benim; ama bazen, hani canım çok yandığında, hani şu valdesinden zalim mahlukatın yaptığı gereksizlikler yüzünden..
sövmem gerektiğinde söverim; hem de iyi söverim!. yani, böyle olunca şu “Bizim Yunûs, Derviş Yûnus” kategorisinde makbul bi adam olmadığım kesin..
rahmet olsun, Yûnus abimiz,
“dövene elsiz gerek
sövene dilsiz gerek
derviş gönülsüz gerek
sen derviş olamazsın” demekle noktayı öyle de bi koymuş ki, insanda üstüne söz söylüycek hâl kalmıyor..
ben hayatta derviş olamam yani!. çünkü dövene de sövene de, can yakana da fena gönül koyarım.. fakat bişey de var ki şurda, kendime azcık bi çıkma yaptığım, bi ufak kıvırma payı; dikkat buyrulursa şurda, Bizim Yûnus’umuz söveni ayıplamıyo, sadece “derviş olamazsın” diyo!.
tamam, sabretmek, içine atmak, kalbine zehir akıtmak, dişini sıkıp mukabele etmemek, sabır göstermek büyük incelik, büyük nezaket ve büyük erdem, buna bi itirazımız yok!. lakin, karşındaki duvarsa, odunsa, zil gibi sağırsa, af buyrun, iki ayaklı şehir ayısıysa, ona karşı sevecen tavır artık bi nezaket bi incelik değil, düpedüz salaklıktan öte geçmeyen bi şey olur..
“odun, duvar, taş kafa” filan dedim demin, gerçekte bunların bile bi ruhu vardır metafizik âlemden bakılınca; hani, tuzun, sirkenin bile ruhu olduğu gibi.. şurda doğru kelime “ruhsuz” olacaktı.. e, bi adamın da ruhu yoksa geriye de neyi kalır ki?!!. yani, bi kalbi kırma onursuzluğunu gösteren ‘ayı, sığır, öküz, odun’ ya da ‘başka bi vesaire’ bile değilse, ona kırılmak, gücenmek, incinmek bi salaklık, karşısında bidünya acı çekip sükût etmek apayrı bir sapsalaklıktır bu durumda..
acıyı anlarım da lakin şu kuyruk acısını anlamam!. çünkü böylesi bi acı çekmemenin ilk kuralı insanın bi kuyruğunun olmamasıdır; varsa da hani, ondan bişekilde kurtulmasını bilebilmesidir..
böyle dediğime bakmayın aslında; kimse kuyruksuz değildir ve benim dahi, her ne kadar, gözden izden hayattan en uzak yerlerde yaşamaya çabalasam da, üstüne basılan, ciyaklatan, hem de bayaa bayaa bi uzun ve hem öyle bi tane de değil, bin kuyruum vardır.. yani kimse kendini kuyruktan vareste kılamaz, çünkü dört bi yanı hayat ve kalabalıklarla çevrili bi insanın bi kuyruksuz olması düşünülemez.. lakin acısını minimal seviyede azaltabilir, şöyle ki;
az ‘insan’ az problemdir, az varlık az problemdir.. yani çevren ne kadar yoğunluklu ‘insan’ ve ‘varlık’sa o kadar problem, o kadar muhatap, o kadar yüktür.. kuyruğun kısa yahut uzun oluşu buna bağlı bişeydir..
kuyruktan kurtuluşun bir yolu da, kestirmeden gidip kestirtmektir.. lakin, bu da en az, kazara bi yere kıstırmak, yahut da birileri tarafından üzerine basılmak yoluyla acı çekmek kadar, hattâ ondan daha da beter acı veren bişey olacağından, iyisi mi kalabalıklarınla, kuyrukla beraber, fazla darbe almadan yaşamamın yollarını öğrenmek daha tutarlı bi davranış olacağı aşikardır..
hayret; konu sövmekti, nereye geldi.. gerçi konudur; konduğu yerde durmaz, dağılır..
neyse, hâsıl-ı kelâm;
kuyrukla daha az zararla yaşamanın bi yolunu bulan bilen varsa, hayrına söylesin, bi hayrı dokunsun şurda bize, bi hayır duamızı alsın..
yani ki, kısacası;
az insan, az problem..
Cuma
gönül dieo ki...
(bozuk
türkçeni yiyim senin!. ne demek lan 'dieo ki'?!!!)
la gönül, öptürtme ebeni de, hâlâ yerindeyken dünya, daha kanlı, en kanlı savaşlar kapısına henüz dayanmamışken, yerle yeksan olmamışken arz, kıyamet bi cehennem olup başımıza kopmamışken, koparmamışken hayat senle ipini, soluk alabiliyoken hâlâ yaz la şuraya bişeler!. ne olmuş ki yani uzun ara vermişsen yaşamaya, o “gençliğim geçti gelin” modeli, kayıp yıllar dediğin yılların o güzelim baharlarını hayatla, düzenle, kendinle kavgayla geçirerek yalan ettiysen?!.
bak, kavgayla kurulan dostluk pörsümezmiş arkadaş!. ben demiyom ataların sözü diyo!. e, atalar da boş boş boğazlar gibi boş konuşmazlar ööle boş boş; söz söylerler!. sözleri de ööle lâf-ı güzaf cinsi şeyler değildir yani!. nokta atış yaparlar onlar, boru değil!.
hadi bırak la artık edilgenliğine tavan yaptırdığın, şu "bize n'aptılar nâlân?!. bize ne oldu?!. batsın bu dünya!" ağlaklıını da, yaz şuraya en umutlusundan!
la gönül, öptürtme ebeni de, hâlâ yerindeyken dünya, daha kanlı, en kanlı savaşlar kapısına henüz dayanmamışken, yerle yeksan olmamışken arz, kıyamet bi cehennem olup başımıza kopmamışken, koparmamışken hayat senle ipini, soluk alabiliyoken hâlâ yaz la şuraya bişeler!. ne olmuş ki yani uzun ara vermişsen yaşamaya, o “gençliğim geçti gelin” modeli, kayıp yıllar dediğin yılların o güzelim baharlarını hayatla, düzenle, kendinle kavgayla geçirerek yalan ettiysen?!.
bak, kavgayla kurulan dostluk pörsümezmiş arkadaş!. ben demiyom ataların sözü diyo!. e, atalar da boş boş boğazlar gibi boş konuşmazlar ööle boş boş; söz söylerler!. sözleri de ööle lâf-ı güzaf cinsi şeyler değildir yani!. nokta atış yaparlar onlar, boru değil!.
hadi bırak la artık edilgenliğine tavan yaptırdığın, şu "bize n'aptılar nâlân?!. bize ne oldu?!. batsın bu dünya!" ağlaklıını da, yaz şuraya en umutlusundan!
Pazartesi
gönül diyo ki!.
(ne çok konuşuyon lan sen gönül!. işin gücün bıt bıt?!!)
yaa bakın, âdemoğulları,
havvâkızları, Bir ve güzel Allah’ımın güzel kulları!. demeyin ki geliyo,
defterlerin kitapların yazıların resimlerine bakıp gidiyo?!!. terbiyesisim ki,
bakın ben cidden okuyom sizi!. gerçi insanın böyle yapışkan, sırnaşık bi
okuyucusunun olması sınavlarda sıçramasına yardımcı olmaz.. aksine, büyük
ölçüde oyalayıcı, alıkoyucu, son derece olumsuz bi rol oynar..
yani, kıymetli yazıcı!.
böyle bi musibetin, yani ben gibi yüzsüz bi okuyucu kenesinin çenesinin yazan bi insan
evladına tebelleş olması, o insan evladı eğer bi öğrenciyse sınıfta çakmasına
sebep olur, eğer o bi yolcuysa yolundan eder, eğer bi iş güç sahibi bi âdemoğlu,
bi adam yahut bi apla, yahut bi kardeş, yahut bi kadın, yani ki ki hiç fark etmez, kısacası bi ‘insan’
ise; işinden alıkor, vaktinden, enerjisinden çalar.. e, doğal
olarak vakit de bir tür nakit olduğundan çantasından cüzdanından, parasından
pulundan çalmak da anlamına gelir ki, hâşâ, gönül bi hırsız değildir.. maazallah,
bundan da çok tırsar.. hani kazara böyle bi büyük hatâ yapıp bi halt yemiş
olsa, fark ettiğinde kendini fena paralar ve hiçbir yer ve şekilde kendini
affetmediği için, ne yaparsa yapsın kendini affettiremeyeceği de için, kendi
kendini yakıp kül edişini engelleyecek başka da bi yol olmadığından, tek kaçış
yeri, tek çare tek teselli kucak olan rabbine sığınır..
demek ki şu tür bi ilgi, yani gelip okuma sevdası, muhatabı için son derece sıkıcı, hayattan bezdirici, sevimsiz hâttâ son derece zarar verici bişey de olabilirmiş maazallah!.
bakınız, kime bi zarar, bi
aarlık neyi vermişsek, veriyosak şurda, lütfen gelip alsın hakkını, öteye bırakmasın!.
lütfen yani, zebanilerden bi kamyon dayak yemek var işin sonunda, öte tarafta!.
Cuma
güzün apla!. yine ben!.
rüyamda rüya gibi bi rüya gördüm güzün apla!. inanılmaz bi rüyaydı, çok 'ormantik'ti; tıpkı
filmlerdeki, romanlardaki gibiydi anasını satiiim!. yo, hayır; masallardaki
gibi!.
anlatiim aplama!. ‘şehmuz’ adında bi oduncu vardı rüyamda; ormanındaki trajik sığınağında bi başına yaşıyan, odundan minyatür el işleri yapan... görsen, tam bi hilkat garibesi; ki sanırsın ki quasimodo.. öyle ki, korkutucu görünüşü bir horoza yumurtasını, bi öküze buzağısını, karnı burnunda bi kadına bebeğini bile düşürttürcek kadar.. yalnız, onca yüzüne bakılamazlığı, karşısına çıkılamazlığı karşısında hayret bi durum vardı; insanların ondan korktuğundan daha çok korkuyordu o, insanlardan.. o kadar ki, bi insan görse kaçıp saklanıyordu.. belkide bu yüzden insan, doal olarak da bi balta girmemiş ormanının en derinlerinde yaşıyordu..
ben az uzağında şehmuz'un nası bi adam olduğu konusunda düşüncelere dalmış, muhtelif yorumlar yaparken kendimce, a bide ne göriim, muhteşem güzel prensesin biri adamın kulübesine doğru yürümüyo mu?!!. meğer prenses saray hayatından, etrafının kalabalığından, eğlencesinden töreninden protokolünden, gördüğü olağanüstü ihtimamdan canı fena sıkılmış, sarayın ormana açılan gizli geçidinden gizlice gezintiye çıkmış, ceylan kuş böcek çiçek derken yolunu kaybetmiş, kulübenin ışığını görünce içinde insan yaşıyordur diye oraya doğru yönelmişmiş..
niye de yalan sööliim, prenses şehmuz'u daha görür görmez, oracıkta âşık olmuştu.. acaip şaşırdım, bi prenses hem de nası da bi prenses oduncu guasimodo şehmuz'a âşık olmuştu.. işte, rüyamın en can alıcı sahnesi gözlerimin önünde yaşanmıştı..
ekmek çarpsın ki güzün apla, aynen de böyle oldu rüyamda!. en başta dedim ya, çok 'ormantik' bi rüyaydı diye!.
uyandığımda uzun süre etkisinden kurtulamadım güzün apla!. düşünüyom da, hayret walla, helâl olsun prenses ablama, hakikaten hakikatli kızmış yani!. tam bi aykırı!. yok böyle delikanlı bir yürek terbiyesisim!.
güzün apla!. ben de görünüş, ilkellik, asosyallik, antipatiklik, "ııiiyyy!!!" konusunda quasimodo şehmuz'dan gıdım aşşaa kalmam.. hani diyorum ki, ben de mi gidip ormanda yaşasam?!.
Pazartesi
gönül bidaa diyo ki...
mütevazılığımı yiyim!. ilkelim, dar görüşlüyüm, geri
kafalıyım, kendimden menkulüm; ankadan başka kuş, hayattan zorlu yokuş
tanımam.. utanmadan bir de kendim çalıp kendim(e) söylerim şurda.. bir Allahın
tek kulundan bi iltifat beklemeyen, şu ‘karga gak demiş’ sesle düzenlenmesini bizzat yaptığım düzensiz besteler de
benim, kendim doldurup kendim içiyom şu zıkkımları, “bi baht-ı karayım kullar
içinde” de demiyom, gülüyom hallarıma..
zannımca da böyle bi acaiplie tevessül edebilcek bi akl-ı önce daha olmadığı için yeryüzünde, tek rakibim de kendimim.. bu demektir ki, şu erişilemez megalomanimin başka egolara geçme ihtimali sıfır..
'ne iş lan, hem ‘mütevazı’, hem ‘megaloman?!!. buz gibi çelişki işte!' sorgu-tenkidimi de bizzat yapıyom, peşinen.. hani olur a, duyanın görenin bilenin bi itirazına teşne olabilir diye.. zevahirimi düşmesi muhtemel zavallı durumlardan kurtarıp, yüzde yüz selâmete eriştircek beynelmilel bi söze dayanarak, karşılığını da kendim veriyom; "hem kel hem fodul"
anlıycaanız, hem kelim, hem fodul şurda!. ne güzel; ikisi bi arada, tara ve çık modeli!.
gönül diyo ki...
“garip bir kuştu
gönlüm/elimden uçtu gönlüm”
lan gönül!. her sabah
heyecanla yokluyorum posta kutumu; acaba bi mektup düşmüş mü ki diye..
nerdeee!. kimden ne düşçek ki?!. adımı sanımı adresimi, bilen mi var ki?!.
kimseye yazıyo muyum ki?!.
bi tek sana!.
iyi de, kimselerin bilmediği
sanal posta kutumuzun adresini bankalar, kozmetikten tut, iç çamaşırı, viagra,
büyültücü küçültücü spreye, aklına gelen ne kadar şey varsa her şeye kadar tanıtım, reklâm, teklif
getiren pazarlama firmaları nerden biliyolar?!. bu işte bi ibnelik var?!.
habire spam düşüyo anlıycaan.. her ne
halt demekse de şu spam?!!.
ondan çok düşüyo yani!.
sahi spam ne demekti?!. “sıpam”
gibi bi şey mi?..
uzun zaman boğuştuktan sonra,
sonunda ben onun ne demek olduğunu anlayana kadar milyon kez tecavüze uğramış
oldu zavallı posta kutum..
kısacası, sıpam kadar sevemedim şu "spam"ı!
Çarşamba
en çok da yalnızlıkta susarmış insan
... öyle diyolar.. eğer de böyleyse
ben büyük yalancıyım, çünkü çok konuşuyorum ve en çok değil, tek sözünü ettiğim
şey de “aşk”, “yalnızlık” ve “susku”..
insan genelde kendinde olmayan
şeyden söz edermiş en çok; hiç anlamadığı, ama en çok lafını ettiği şeyden..
buna göre de, sözün özü; hem yalancı, hem ağlak!.
yani kısacası;
‘yürü git lan!.’
Salı
sevgili, sanal ‘dün’lük!.
‘yazmalıyım!’ dedim sana kıvrana kıvrana ve döndürdüm durdum
dilimi sağa sola, sınırsız imkânlarının ihatalı hisarından içeri nüfuz
edebilmenin yollarını arayıp durdum; bir gediği, bir kapısı var mıdır acep, cürmümüze
münhâl diye..
buldum da… tarama cihazı diye bişeyi varmış…
ardından siyah inciler
gibi harfler döken, mis gibi mürekkepli, eski dolmakalem, güzelim el yazısı, ‘ipek
tozu’ndan mamûl, âherli kâğıdın imaj diye bişeyi falan alınıp, sanalın yüksek de
müsaadeleriyle; öyle kaydedilebiliyomuş..
yani, bi şekilde bi yol buldum bulmasına da, tam da içeriye
adım atacağım, yine tuttu şu bildik ‘ilkel’lik, ‘eskikafa’lılık hastalığım, âniden..
başım döndü, içim bulandı.. korkarım doğuştan tutulduğum şu ‘aptal
hastalık’ modernizmin fevkalâde
steril sınırlarına da (b)ulaşa, kalın, yüksek, muhkem ihatalı, ‘eski’ye, ‘geçmiş’e
yasaklı duvarlarına dayana, yıka?!.
farkettiği yerde de yaşatmayacağını da biliyorum..
yani; belaya tırmık, ecel(im)e el ense çekiyorum; bit
pazarına nur yağacak olma tehlikesi pahasına, ‘eski’ye rağbet ediyorum..
zaten de öküzün ahmağı kasabın bıçağını yalarmış..
fakat, işte;
“geçmiş güzeldir” diyo bi ârab atasözü” ve ‘mâzî’ de unutmaz,
uyu(t)maz, susmazmış!.
o zaman; "festina lente"
“bir kimsenin, bir şeyin kemâle ermesi, onun başladığı yere dönmesidir-bir sûfî”
(kaç sefere çıktık, kaç kez geri döndük fakat doymadı hiç ruhlarımız.. çünkü kıraç ve çorak topraklarda sürüdük adımlarımızı.. üstelik bazı yolculuklara teçhizatsız çıkılır diyerek, yalınkılıç düşmüştük ya yola.. baktık ki ne bir yudum suyu var murdar olmayan, bu yolların, ne bir lokma helal ekmeği..)
ol rivayettir ki, balıkçı balıkçıyı uzaktan tanır, yolcu yolcuyu bilir ve aynı yolda yürüyenler danışmazlar birbirlerine.. oysa aynı yolda ve bir başka yolda gidenler gibi, bilmiyorlar benim gittiğim yolu.. bir yolu yürürken ben, hep ‘dağlar nerede?’ diye sormak istiyorum, dağı gören yok, ‘yağmur yağmaz mı hiç buralara?’ diyorum, ömrü boyu saçak altında durmuş olanlar, istihzayla bakıyorlar yüzüme.. bak, elim üşüyor, ocağa bir dal meşe at, birlikte ısınalım diyorum; randevularını, iş yemeklerini, toplantılarını ve ‘yüksek değere haiz’ evraklarını, süper projelerini, doymak bilmez iştahalarıyla, yaldızlı ve füsunlu ve fakat sonlu ve geçici nimetlerin yansıttığı parlak ışığı gösterip, geçiştiriveriyorlar..
(kaç sefere çıktık, kaç kez geri döndük fakat doymadı hiç ruhlarımız.. çünkü kıraç ve çorak topraklarda sürüdük adımlarımızı.. üstelik bazı yolculuklara teçhizatsız çıkılır diyerek, yalınkılıç düşmüştük ya yola.. baktık ki ne bir yudum suyu var murdar olmayan, bu yolların, ne bir lokma helal ekmeği..)
ol rivayettir ki, balıkçı balıkçıyı uzaktan tanır, yolcu yolcuyu bilir ve aynı yolda yürüyenler danışmazlar birbirlerine.. oysa aynı yolda ve bir başka yolda gidenler gibi, bilmiyorlar benim gittiğim yolu.. bir yolu yürürken ben, hep ‘dağlar nerede?’ diye sormak istiyorum, dağı gören yok, ‘yağmur yağmaz mı hiç buralara?’ diyorum, ömrü boyu saçak altında durmuş olanlar, istihzayla bakıyorlar yüzüme.. bak, elim üşüyor, ocağa bir dal meşe at, birlikte ısınalım diyorum; randevularını, iş yemeklerini, toplantılarını ve ‘yüksek değere haiz’ evraklarını, süper projelerini, doymak bilmez iştahalarıyla, yaldızlı ve füsunlu ve fakat sonlu ve geçici nimetlerin yansıttığı parlak ışığı gösterip, geçiştiriveriyorlar..
gözleri olan yok bu
şehirde, baktıklarımdaysa derin bir karanlık.. çocukluğumun kitaplarının cinali’sinin
bile daha anlamlı bir hayatı vardı; babası ona at alır, o da ona yem verirdi..
atı tanıyan, peşinen rüzgârı, özgürlüğü ve asaleti tanımış olurdu zaten.. atı
olan, ona hürmetten fırıldak gibi dönmez, gönüllü kölelikten tiksinir ve soysuz
bir it gibi davranmaz ihtimâl..
kim göğsünde deli
bir tay, kızıl bir kısrak, yeleleri doğudan batıya uzanan bir küheylân taşıyor bu şehirde, bilmiyorum.. bilmek isterdim oysa!.
ömür 'uzun', yol' kısa', menzil 'yakın'.. acele et; yavaş yavaş!.
ömür 'uzun', yol' kısa', menzil 'yakın'.. acele et; yavaş yavaş!.
yumruk kadar kalp...
yumruk kadar, fakat can sarması bir kalbin anlaması aşkîliği nispetince.. 'aşk', anlamak gibi büyük ve ağır bir yükü getirip kalbin kapısına bırakır..
anlamanın kıyısına gelip kuyusuna düşünce, artık yalnızca görmek istediklerine bakar, gördüğünce de acı çekersin; değil mi ki artık revize edilemeyecek kadar çığırından çıkmıştır dünya ve anlayan anladığının ıstırabını çekmeye mahkûm..
çare yok, dünya dönecek, olan olacak, her şeye akacak, sen kalbini öldürmemenin yoluna bakacaksın; artık hayâl ya da masal, ya da gerçek; bir kalbi yaşatan her neyse..
sen bilmesen de bunu, biri için 'masal'sındır; tutunduğu.. ordan bakınca gerçekliğine gerçekçiliğine, ne kadar saçma gelse de bu, bu da birinin kendince bir gerçeğidir işte..
izahı zor!. inanıp inanmaması da sana kalmıştır..
anlamanın kıyısına gelip kuyusuna düşünce, artık yalnızca görmek istediklerine bakar, gördüğünce de acı çekersin; değil mi ki artık revize edilemeyecek kadar çığırından çıkmıştır dünya ve anlayan anladığının ıstırabını çekmeye mahkûm..
çare yok, dünya dönecek, olan olacak, her şeye akacak, sen kalbini öldürmemenin yoluna bakacaksın; artık hayâl ya da masal, ya da gerçek; bir kalbi yaşatan her neyse..
sen bilmesen de bunu, biri için 'masal'sındır; tutunduğu.. ordan bakınca gerçekliğine gerçekçiliğine, ne kadar saçma gelse de bu, bu da birinin kendince bir gerçeğidir işte..
izahı zor!. inanıp inanmaması da sana kalmıştır..
Perşembe
"yalnızlık" dedikleri...
“yalnızlığına kaç dostum, yalnızlığına.. oraya, sert ve
sağlam bir havanın estiği yere.. senin yazgın sinek kovalamak değil” demiş o
alman delisi..
demek seviyo ki yalnızlığı, yalnızları öyle diyo!. bi ‘yalnızlık’
gördüğünde yanıbaşında kayıtsız kalamıyo, bi yalnız gördüğünde yalnızlığına
sataşmasa onun yalnızlığı da çatlıyo ortasından, yaklaşıp bakmasa, sormasa niye
diye, canı yanıyo?!.
bu işin ucunda fena terslenmek de var, ama olsun; her yalnız
tersler yalnızlığına sinsice olmasa da sessiz yaklaşan bi başka yalnızlık
gördüğünde ve elbette de niyetini anlayana kadar..
neyse!. işte o da kucağında emzirerek büyütmüş katilini
işte, onun yalnızlığı da göğsüne bastırdığı, kanatarak emzirdiği, doymak
bilmeyen quasimodo, onun da kendini dünyada yalnız olmadığını hissettirecek bi
biri, bişeyi yok; ve yok yalnızlığına tutsaklığında gelip bulacak, bi tas su
verecek bi esmeralda’sı?!.
yalnızlık yalnızlığı besler, ağlamak ağlamayı, yazmak da
yazmayı.. yalnızlık sonsuz kelime üretiyor, kelimeler çoğaldıkça da artıyor yalnızlık.. ve yalnızlık fena söyletiyor.. meselâ bi “yalnızlık” yazsak şu guugıl teyzenin kalçasına, milyar trilyon
‘yalnız’ ve ‘yalnızlık’ getirir karşımıza..
başka bişey söylüyor olmalı, ya da ben böyle anladım; “yalnızlık
= kelimesiz kalmak” diyeni.. içimizden bi başka biri de “susmak
en büyük hâlidir aşkın!”.. “öyleyse” diyor, “… aşk yine istisnasız yalnızlığa,
yalnızlık da suskuya çıkar” demekle belki de arayı bağlıyor..
yalnızlık yalnızca kendiyle çiftleşir.. erselik bişe, partenogenes;
7/24/365, kendi kendini dölleyen, bi ömür habire hamile bırakan kendini, yeni
yalnızlıklar doğurmak için..
pek doğurgandır yani yalnızlık; hep kendini doğurur.. ebesi
de kendidir; kendi elleriyle doğurtur kendi yalnızlığını..
gururludur da yalnızlık, kıl aldırmaz meselâ o hep havada
burnundan, bırak tek tane bi kıl çekebilmeyi, yere düşse eğilip almaz
gururundan.. o kadar yani!. ama;
kuru kuru da bi gurur, guru guru gurur, “guru guru gurbanın
olim!” bi gurur!.
yalnızlık’ içi doldurulamayan kelime-sonsuz kavram..
hakkında yalnızca kendimizi bağlayacak çok şey söyleyecek
kadar da, kendimizce çok iyi de tanıyoruz onu.. bundan bir fazlasına bir kelimelik
dahî bir şerh koymakla üstüne doymak bilmeyen bir canavar yaratırız ancak; avladığımız
değil, bizi avlayan kelimelerle..
belki de tam da burda, ‘allah kabul etsin cümle yalnızlıklar’ımızı
diyip kapamalı konuyu?!. ama, öyle kolayca kapancak bi konu da değil, fazlasıyla
netâmeli!.
işte, yalnızlığı kiminin ‘beyaz atlı, tek prens’i, kimininse,
hani de şair demesi; ‘pasaklı kontes’i!.
…
lan niçe!. “yalnızlık” falan dedin ya, böyle uç uçuk ilintiler
kurdum da, kendimce sanki ben de pek haklıymışım gibi geldi bana?!. sen ne diyosun?!!
Salı
sevgili güzün apla!.
biliyorsunuz, size yıllardır sorunlarımı açarım, sağolun var
olun, siz de yakından ilgilenir, çözersiniz!. yine çok ciddi, hayatî derecede mühim
bi sorun meselem var güzün apla; 'yorum' meselem!. biliyorum, şimdi "sen de amma sorunlusun be evlâdım, habire sorun getiriyon?!. hem yorum da
ne, insanın yorum diye bi sorunu mu olur?!!" dediğinizi duyar gibiyim ve çok da haklısınız!. insanoğlunun ve kızının genel olarak böyle bi sorunu yok, 'yorum' özel bi
sorun, benim sorunum!. zaten de özel olmasa size getirip neden meşgûl edeyim,
değil mi?!.
biliyorsunuz güzün apla, töbebillah ve hâşâ da bi yazar neyi
olmasam da hakikaten iyi bi okurum ben, hakkaten da sıkı yazan, çoğu da kendine
yazanların kıyıda köşede kalmış ne kadar günlük sayfası varsa bulur, ciddi
okur, nadirattan da olsa bağzı yazılara konuyla ilgili duygu ve düşüncelerimi
dökerim, dayanamayıp; ama ürke korka, tırsa tırsa, utana sıkıla da..
müsaadeniz olursa arz ediim güzün apla!. geçtiğimiz epey bi zaman önce başıma bi bişe gelmişti benim o kronik 'yorum' sorunum yüzünden.. şahane bi yazı yazmıştı biri.. üstündeki bi kutucukta “yorumunuzu buraya bırakabilirsiniz” diye bi not da mevcuttu.. sanırım bundan cesaret almış, ben de bi düşüncelerimi bi döküiim diyip, ama bi yandan da Allaha da sığınıp bi iki satır bi not düşmüştüm altına;
ama… hay eşşek depsindi, yazmaz olaydım!. kıyameti kopardı.. bi zılgıt, bi fırça, bi hakaretler, demediğini bırakmadı; yok ben kim miymişim, kim oluyomuşum, niye de gelip yorum bırakıyomuşum, orda ne demek istiyormuşum, falan?!.
bakın, şurda ekmek musaf çarpsın ki bak güzün apla, walla da bak bi kim kimse değildim ve bişe de demek istememiştim; sıradan ama sıkı bi okur olup ve sadece de yazıyı çok beyenip, bayaa da bi etkilenip, yazıyla ilgili ve aynı minval üzre, duygu ve düşüncelerimi bırakmıştım acizane.. durum böyleyken, durduk yere yazı sahibinin/sahibesinin güzel kalemi, enfes Türkçesiyle; o enfes yazısıyla hiç mi hiç bağdaştıramasam da fırçanın kralını kraliçesini prensini prensesini yemiştim daha o dakika..
o günü hiç unutamıyorum güzün apla!. hayatımın en kötü olmasa da, kendimi çok kötü hissettiğim günlerinden biriydi!. bi kötü olduydum, bi kötü olduydum, sorma!. kendimi çok fena aşağılanmış hissettim.. aylarca hâttâ yıllarca geçmedi yediğim fırçanın etkisi, tek kelime yorum falan yazamaz olduydum hiçbi yazıya..
hatırladıkça sanki dün
olmuş gibi, hani de “istikbaline baktıkça titreyen mücrim gibi”; hâlâ da tir
tir titriyorum..
yani o günden beri bende acaip bi ‘yorumofobi’ oluştu.. o
gün bugündür çok tırsıyorum okunası bulduğum yazılara yorum yapmaktan..
güzün apla!. yine deli gibi okuyorum günlük sayfalarını, ama
nası da sevdiğim bişeyken, çok da isterken bi yorum neyi yapamıyorum, çünkü
yediğim bini bi para zılgıt geliyo aklıma, insan görmüş asosyal bi kutup ayısı gibi
kaçıyorum yorum yapmaktan..
“madem de böyle acaip bi tepkiyle karşılaştığın menfur bi olay yaşadın, yorma o zaman evlâdım!.” diyceksiniz biliyorum, ama ben sıkı bi
kalemden çıkmış, adam gibi yazılara yorum yazmadan da duramam ki, yorum yazan
yerlerimde şirpençe çıkar emîn olun!.
ne yapmalıyım, bilmiyorum güzün apla!. lütfen bi çıkış yolu gösterin,
çok çaresizim!.
gönül diyo ki...
... ‘biri okusun endişesi olmadan yazmak, terk edilmiş bi
istasyonun duygusal inei-öküzü olmayıp, oturup saatlerce, hiç gelmeyecek bi
treni beklememekle aynı şeydir’
tek bişe anlamadım sözlerinden ama, gönül böyle diyo
kestirmeden gidip..
sanırım aslında demek istediği;
birinin bi yazar bi şair, bi iddiası neyi, dolayısıyla birileri
gelsin, uğrasın, okusun derdi de olmadan, kendine çalıp kendi söyleyeceği,
kendi dinleyeceği, kendini dinleyeceği, şu sonsuz sanal dünyada sebil bi ‘günlük,
bilog’ sayfası edinip oraya yazıyor olması..
bi başka ifadeyle, bu sayfalar;
bi kimi kimseyi de bağlamadan, kişinin dilediğince karalayacağı
sınırsız bi şahsî duvar, 'bilog'u geldiğinde içine gönlünce 'biloglama' imkânı veren, uçsuz bucaksız bi
arazidir..
‘kimse üstüne alınmasın şurda, kendime yazı(lı)yorum!.’ modeli bişey yani!.
tüm bunlar aynı zamanda 'marifetsizsen hayatta, doal olarak bi iltifat neyi beklentin de hayatta olmaz!.' anlamına da gelir..
...
hangi gaste, dergi ya da bu tür başka bişey, hiç de bi yazar-çizer olmayan bi ‘yazar’a kapılarını ardına kadar açıp, köşelerinde bi yer ayırıp, böyle boş beleş bi imkân sunabilir ki?!.
bu insancıl yaklaşımları, üstün, üstelik de meccanî
hizmetleri için fena kutluyorum kendilerini burdan!.
‘kimse üstüne alınmasın şurda, kendime yazı(lı)yorum!.’ modeli bişey yani!.
tüm bunlar aynı zamanda 'marifetsizsen hayatta, doal olarak bi iltifat neyi beklentin de hayatta olmaz!.' anlamına da gelir..
...
hangi gaste, dergi ya da bu tür başka bişey, hiç de bi yazar-çizer olmayan bi ‘yazar’a kapılarını ardına kadar açıp, köşelerinde bi yer ayırıp, böyle boş beleş bi imkân sunabilir ki?!.
Pazartesi
sonra, sustuk..
... isyan ateşi, 'insan' kaygısı, yaşamak
acısı, ne varsa biriktirdiğimiz içimizde, içimize kusar gibi sustuk..
hedef gözetmeksizin, salvo sallamalar..
kendimle iyi kafa yapıyor, iyi de buluyorum.. insan kendiyle dalga geçmesini bilmeli; yaşamaktan yıpranıp gün gün de eksilen çeyrek
aklım böyle diyor..
niçe, “herkes sevdiğini öldürür ennihâyet!” demiş!. sahiden de böyle değil mi?!.
ama hiç sevmediğini daha çok öldürüyo!.
meselâ, kendi wudubebeğime
kendim batırıyorum dilimin en sivri yanının en keskin kelimelerini; tam kalbine
ve ama kansız.. her gün, günde milyon kez yaparım da bunu zavallı gıkını bile
çıkarmaz..
alışıktır
yani.. gerek duyup bişey diyceksen eğer, esirgeme bu yüzden sen de en kanlı, en
zehirli, en keskin kelimelerini.. ve pekâlâ da muktedirsin de buna!.
kelimelerinin göze göz dişe diş, kaçınılmaz vuruşmalarda, gerektiğinde nasıl da kan dökeceğini iyi bilen, kınından sıyrılmış keskin bir kılıç, dokunduğunda nasıl da zehir akıtabilecek bir bıçak da olduğunu biliyorum..
kelimelerinin göze göz dişe diş, kaçınılmaz vuruşmalarda, gerektiğinde nasıl da kan dökeceğini iyi bilen, kınından sıyrılmış keskin bir kılıç, dokunduğunda nasıl da zehir akıtabilecek bir bıçak da olduğunu biliyorum..
bir
kehânet de değil bu; dilin sen dilediğinde nasıl da yakıcı kelimelere hazır.. bunu
hissedebiliyor, anlayabiliyorum..
bu kadar değil elbet!. sanki adım gibi bildiğimden sanki emin olduğum, sanki de hiç yanılmıyormuşum gibi hisse kapıldığım bişe daha var; en ölümcül yaralara merhem, hayat iksiri gibi kelimelerinin de olduğu, dilinin bi prenses lisanı kadar zarif, anne gibi müşfik, bazen onun da ötesine geçmesi gereken zamanlarda anne merhametinden de elzem bir cerrah neşteri olduğu hissi..
yani; hepsine eyvallah!. hadi!.
bu kadar değil elbet!. sanki adım gibi bildiğimden sanki emin olduğum, sanki de hiç yanılmıyormuşum gibi hisse kapıldığım bişe daha var; en ölümcül yaralara merhem, hayat iksiri gibi kelimelerinin de olduğu, dilinin bi prenses lisanı kadar zarif, anne gibi müşfik, bazen onun da ötesine geçmesi gereken zamanlarda anne merhametinden de elzem bir cerrah neşteri olduğu hissi..
yani; hepsine eyvallah!. hadi!.
Çarşamba
daha onaltıydı...
... hayatın vızır vızır otobanında ne
ölümlerle ne harmandalları, ne misketler oynadıydı..
korkusuz, kıvırmasızdı; ne korkuyu ne kıvırmayı
öğretemedilerdi.. zaten de zavallı gariban anasını hayatın en dip yerlerinde,
uçurum kıyılarında dolanıp, bilmez korkusuz, en tehlikeyi dibine kadar yaşamak
gerçeği öptüydü; zekâ kıtlığından değil, aşırı serseri, yöneltilemez bi
ruhtan.. ama aynı zamanda, duyduğu ilk ‘insan’ sese koşacak imkânsız da bi
salaklıktan..
böyle bi salak olunca, hep birilerinin oyuncak ayısı
olursun; soğuk korkulu karanlık gecelerde ihtiyaçları olduğunda, aramaya da gerek
yok, hemen ellerinin altında; bulur, sarılır uyurlar mışıl mışıl, gün ışıyıp
korkuları gidince de, bi dahaki ihtiyaçlarına dek kaldırıp bi kenara atarlar..
bu, mecaz falan değil, gerçek anlamda 'bazı insanoğlusu azcık da puşttur'
demek..
ve;
ele avuca gelmez, boyun eğmezken sırf şu angut 'insan sevgisi', orozmu 'romantizmi' yüzünden birilerinin oyuncak ayısı olmuşlara ben
kadar da üzülen yoktur..
Cuma
güzün apla'ya açık mektup!.
rüyamda rüya gibi bi sevgilim vardı güzün apla, adı da 'rüyâ'!. kendisini doğru dürüst bi göremeden daha, rüyamda terk ettiydi beni.. sonra,
duydum ki en yakın arkadaşımla, en yakın bi zamanda, en yakın bi yerde dünya
evine giriyomuş.. etiler’de eltimlerin hemen yanında ev bile tutmuşlar..
ona tıvıttırdan, taverna müzüğümüzün taçsız kralı ümit besen
abimizin o çok ama çok etkilendiğim, koli koli selpak ıslattığım meşhur bestesi
eşliğinde mesaj attım; “sevgilim!. nikahına çağırmazsan beni, inan çok
kırılırım bak, âhım kalır terbiyesizim!” dedim..
hâttâ, istesin; şahidi bile olurum!.
ayıp etmiş miyim?!
Salı
zaalim bi prenses sevdim...
... adı 'aşk'!.
bakın prensesim, hayatı artık suçlamıyorum, dönüp kendime bakıyorum; gördüğüm yine hayata yabanî, dünyadan bihaber ilkel bi sıır, yine sobalık ya da zopalık bi ‘odun’?!!. yani daha önce de dediğim ve yine gördüğünüz gibi, iğneyi de çuvaldızı da kendime batırıyor, kendimi nodulluyorum şurda.. bu da kimseyle tek bi derdim, meselem yok demektir..
yalnızca koyunlar mı kendi bacaandan asılır?!!. sıırlar da!. işte, bakın gözünüzün önünde kendi bacağımdan asıyorum kendimi hayatın çengeline ve hem de artık insan içinde!. bakın, artık insan içine de çıkıyorum inimden!. artık kendi kendime konuşmuyorum yani!.
denedim, çok iiiymiş, insan kaçırıyomuş.. gören kaçıyo.. asosyal sosyopat ilkel görgüsüz kılıksız kaba serseri görünümlü tiplerden de kaçılır yani normal olarak, boynuna atlıycak değiller ya?!. çocukluğumuzda kız kaçıran diye bişe vardı, onun gibi..
böyle hem kel hem fodul olup prensesim 'aşk'ı yargılamak mı?!. töbe, ne yargısı, yargıcı, vargısı?!. hayattan tek bildiğim siyahın yılmaz müdafii neslihan yargıcı.. yani yargılama şööle dursun, nerdeyse yalvarıyoruz; niye de bakmıyonuz yüzümüze prensesim?!. gece demedik gündüz demedik, sırf siz dediniz, öyle istediniz diye çalıştık, çabaladık, çapaladık, şu çorak sanal aşk toprağımızı güllük gülistanlık edelim dedik yaza yaza, küllükten beter oldu?!. yani insan bi kafasını çevirir, ne bu gürültü, bu rezâlet, kepazelik, nooluyo burda diye bi bakar?!.
aşk apla!. elbet bilmez kimse kimseyi; de,anlamak dinlemek öğrenmek için hani, bi tenezzül buyursanız şuraya, bi iki dakikalığına bi ziyarette bulunsanız, bi acı kaavemizi içseniz n’olur yani, kıyamet mi kopar?!. buyuran yerleriniz mi ağrıyo, yoksa sosyeteye rezil mi olursunuz, yüksek yüksek tebaanız, etrafınızda pervane yakışıklı yalakalarınız, ne arıyonuz bu sokak serserisinin pis-pasak mekânında diye ayıplar mı?!. mesele serseri kılığım, saç-sakal karışıklığım, kayık tipim mi meselâ, bulaşırım diye mi korkuyonuz?!. korkmayınız prensesim, kendimden başkasına zararlı bi mikrop değilim, biraz ‘yaşamak’ özürlüyüm, o kadar!.
yani siz de?!!. bi peşin hükümlü olmayın, yüksek dilinizi bilmiyor oluşuma hamletmeyin şurda gak guk edişimi, kaba saba konuşuşumu.. dilerseniz saray dilinizle de konuşabilirim, ama sevmiyorum bunu, içten değil!. diyorum ki; siz de sevmeseniz?!.
yani, vardır sizin de içinizde azcık bi doallık, yani, özlüyosunuzdur siz de yağsız balsız kaymaksız yapmacıksız, içinizden geldiği gibi bi konuşmayı!. tamam, bi prensese yakışmaz makışmaz ama, hiç mi bişey ifade etmiyo sokak dili, hayatı, hiç mi merak etmiyonuz; n’apar lan bunlar sokak hayatında, ne yer ne içerler, ne konuşurlar, neye içerlerler, neye sevinir içerler, neye üzülür içerler, hangi havayı çalar ağlarlar, hangi havaya güler oynarlar?!.
tebaanızdan bihabersiniz, hiç umurunuzda deil de, niye de sokak insanı hayatını yansıtan romanlar hikâyeler öyküler okuyonuz gizli gizli, filmler seyrediyonuz, yapımcılar niye de bizim sokaktalar sürekli; setler metler kurup aylarca, dizi-film neyi çekiyolar, yazarlar çizerler dolanıyo duruyo, haftalarca aramızda yaşıyolar proje çıkarmak için?!. madem de bu kadar değersiziz, malzemenin kralı sizde deyip ne halt etmeye evlerimize konuk oluyo, soframıza oturuyo, ortadan kırıp bölüştüğümüz ekmeğimizi yiyip, aynı tastan su, aynı güzelim cam bardaktan mis gibi demlenmiş çay içiyo, koyu sohbete koyuluyo?!.
diyorum ki; yapımcılar sektörden sokaktan paranın anasını ağlatıyo, malın kralını götürüyolar.. gözümüz de yok; adilik yapmasınlar, adam gibi yansıtsınlar perdeye ekrana, yeter!.
çözmüşler ama işi işte sonuçta; hayat sokaktadır, sokak hayattır.. ve sokak 'beleşten para' demektir, sektör dilinde!.
prensesim!. balkondan locadan filmden romandan hikâyeden, öyküden senaryodan izleme, sokağa gel, korkma yemeyiz!. hem, hayatında görmediğin içtenliği bulursun burda!. hem, yaş şu yaş olmuş, sarayda aslâ sökemeyeceğin şu sokak dili okuma-yazmayı da öğrenirsin, doğrudan, kaynağından, fena mı?!. öyle kurs murs ders mers de icab etmez; sokak açık okuldur, ücretsizdir!.
hem, büyüğü küçüğü, yaşlısı genci, kadını kızı delikanlısı, tüm mahalleli, seferberlik ilan eder, belki bi yardımımız dokunur diye ellerinden geleni yapar, etrafınızda pervane olur kendinizi bi rahat hissedin, mutlu olun gülümseyin diye.. yeter ki sen bi azcık gir aralarına, azcık bi ilgi göster?!. insanlık bizde ölmez!.
lan seviyoz işte be aşkı!. ona prensesim bile diyoz şurda!. diyoz da aplamın umrunda mı?!. gerçi bi sokağa çekebilsem dikkatini, kendisini, düşer kesin!.
napçam lan ben bu sığır kalbi.. aşk maşk diyince bi türlü susmuyo işte, teres?!.
Kaydol:
Yorumlar (Atom)