Salı

varâk-ı mihr-ü vefâ” üzerine…

yazmak…

'yazmak', seslenmek de kendinden öte, başkalarına; sesini duyurmak..

"yaz!" dedi hep, bizamanların o ihtişamlı günlük günlerinin okuyan yazan herkesleri geçip, göçüp gitmiş, o günlerin eşsiz güzelliğini hâlâ yaşatan, okumaktan hiç vazgeçmeyen biri’leri bana!.
yazmaya yazarım, yazardım da, bugüne dek hep kendi 'iç duvar'larıma ve bâzı da 'dış boş duvarlara', geçmişte o güzelim bloglara, hayat dolu günlük sayfalarına isimsiz adressiz, kimliksiz; yazmaktan yoruldum ve yazarken ıssız kelimelerimin çıkardığı ölümüne sessiz gürültüden kendi sesimi duyamaz oldum..

‘ben de bi vefâ mağduruyum!.’ diycem de, yalanın kuyruklu daniskası olcak şurda; o ısrarla okuyan, okumaktan aslâ vazgeçmeyen, vefânın kralını kraliçesini gösteren, kalbi taa yaradılışında rikkatin o elmas tasında yıkanmış, o biri’leri karşısında eğer de inkâra kalkışırsam, "varâk-ı mihr-ü vefâ" üzerine kalem üşürmüş, Lebîb, Nabî, Mehmet Efendi, Ahmet Efendi ve başka bitakım bâzı ciddî kalem erbâbı amcamların yazdıkları, sözleri kurşun gibi çöker göğsüme abdolsun, maazallah!.
işte, işi bilen şu amcamlar bu fakir adına da toplayıvermiş yakasını mihr-ü vefânın (dileyen de eğer şunların topunu toptan da okur, İ.Pala abimizden; ki “dîvan” da şu anda yaşayan, sayılı bi numaralardan biridir dünyada, divânı da, edebiyatını da iyi tahlil eder kendisi);
“varâk-ı mihr-ü vefâyı kim okur deyû heman/bulsa mecmûa-i âlemden ol âfet koparur”,
“güle gûş ettiremez yok yere bülbül inler/varâk-ı mihr-ü vefâyı kim okur, kim dinler”,
“arz-ı mihr eylemeğe başladı ammâ devrân/varâk-ı mihr-ü vefâyı kim okur, kim dinler”,
“varak-ı mihr ü vefayı kim okur, kim dinler/yırtılub kâğıdımız etse eğer istimdâd”…
yani üç aşşaa beş yukarı, diyolar ki güzel söyleyen adamlar, toptan;
“sevgili, eğer kâinat kitabının biyerinde de mihr-ü vefâya rastlasa, okuyanı kaldı mı ki lan diyerek koparıp atar”,
“bülbül derdini güle duyurabilmek için çırpınıyor, ama çok bekler garibim, çünkü artık vefâyı ne okuyan var, ne takan!. çünkü vefâ’nın, şehr-ıstanbul’da artık bi semt adı olduğunu diyenler çok biliyorlar?!!. vefâ, dünyaca meşhur, tarihi osmanlı’ya dayanan bi boza markası çulluklar, n’aber?!”,
“zamane zıpçıkları bol bol güzellikten sevgiden vefadan aşktan filan söz ediyolar ama, gel gör ki bi tanesi bile dediğinin ne dediğinden haberi yok!. boşboğaz lakırdısı bunlar!.
kitap yüklü merkepler n’olcak!.”,
“bizim kâğıdımız mâbâdı yırtarcasına feryâd idüp etraftan imdâd istimdâd ister durur, ‘O Yüceler Yücesi bi Allah’mızın kulu yok mu lan içinizde, duyup dinleyecek, kulak asıp mihr-ü vefâmızı okuyacak, nekesler?!.’ diye, milletin “taş duvar sağır” dediği o sekîne ehlinden başkasından ses gelmez..”

en son ııı. Selîm dedemiz diyesi olmuş mihr-ü vefâyı ki;
“kıyas etme ki ol şûh-ı cefâ-cû merhamet eyler/ki evrâk-ı vefâ vü mihri kim okur, ya kim dinler?!.” demiş ve şöyle buyurmak istemiş, bugünkü tertemiz Türkiye Türkçemiz ilen;
“sakın o cefâsı çok şuhlar merhamet gösterir sanma; şu dünyada mihr-ü vefâ sayfasını okuyan veya dinleyen mi kaldı ki olum, yazar söylersin?!.”
gördün işte, mâdemkine de “varak-ı mihr-ü vefâ”dan söz ettik, mâdemkine de bi duyanımız dinleyenimiz yok bizim, mihr-ü vefayı bilen anlayan, vefâ gösterenler zafer işâretine kalkmış bi elin parmakları sayısınca bi iki gönül ehli, candosttan başkası değil.. o hâlde bi Gazi Giray gazeli kat’i bi teselli için gelsin, mihr-ü vefâ mağdurlarına;
“gönlümüz şâhîd-i zibâ-yı cihâda verdük/dilber-i mâh-rûy-u yâr-ı peri-rû yerine/seferin çevri çok ümmîd-i vefâ ile velî/olduk aşüftesi bir şûh-u cefa-cû yerine..”
(gönlümüzü cihadın gösterişli güzeline verdik vefâ ümîdi ile.. seferin zahmeti çoktur ammaa, biz cefâ veren şuh bi güzel yerine ona vurulduk, anasını satiim!.)
yani, “divan” yüksek, malûm; çıkmak ayrı bi mesele, çıkınca da inmek yahut düşmek.. ööle yüksek yerler bana göre değil.. hani düşer ne ederim sonra, maazallah kafa, göz?!. zaten dağılmış dağılacağı kadar, yerden göğe kadar haklı ve anasının ak südü kadar da helâl, ağır zehir sitemiyle?!.

iyisi ben ‘hayat’a döneyim yine; ve yine mihr-ü vefânın kuşlarını yeryüzünün o vefâ numûne-i imtisâli biri’lerine vefâsızlığı ayyûka çıkmış bi nezirinbiri’nin gözünün içine içine uçurayım da utansın yaotığından, unutmasın!.
ezcümle; benden iyi bilir ki meseleyi ve vefâyı iyi bilen biri’leri, “hayat” dediğine hiç itimâd etmemek gerek!. "hayat" dediğimiz, herkesle düşüp kalkan ve ammâ ve velâkin, kimseye, kimselere yâr olmayan, vefâsız alüfte, aşüfte!.

affedilmeyecek suç yokmuş, öyle derler!. velâkin nezirinbiri dediğimiz ‘adem’in yaptığı hâriç!. bunu kendi der!. öyle ki,
hayat denen o femme fatâlin kışkırtıcı cazibesine kapılıp vefâdan yana fenâ sınanmışlığının ardından, biri’lerinin huzurunda kendini yerden yerin dibine vurur, pişmanlığı ayyûka çıkmış, hesap günü de ne halt edeceğinin derdine düşerek;
miyavlar da durur böyle, af istimdâd eylerek, kalbini kıyamete dek kanatacak vefâsızlığına!.

yazmak… seslenmek kendinden öte, başkalarına, sesini duyurmak da demek midir?!.

yazmaya yazarım da, ‘duvar’a, ‘duvarlara’, fakir, ben de bi mihr-ü vefâ mâlûlüyüm be aabi, ben de vefâ hazinesinden üç beş kelimecik sadaka isteyup, bi pul bile bulamayanlardanum; tıpkı Lebîb, Nabî, Mehmet Efendi, Ahmet Efendi amcamlar gibi.. bak işi bilen şu amcamlar bu fakir adına da toplayıvermiş yakasını mihr-ü vefânın (dilersen de eğer şunların topunu toptan da okursun İ.Pala abimizden; ki “dîvan” da şu anda yaşayan bir numaradır dünyada, iyi tahlil eder kendisi);

“varâk-ı mihr-ü vefâyı kim okur deyû heman/bulsa mecmûa-i âlemden ol âfet koparur”,

“güle gûş ettiremez yok yere bülbül inler/varâk-ı mihr-ü vefâyı kim okur, kim dinler”,

“arz-ı mihr eylemeğe başladı ammâ devrân/varâk-ı mihr-ü vefâyı kim okur, kim dinler”,

“varak-ı mihr ü vefayı kim okur, kim dinler/yırtılub kâğıdımız etse eğer istimdâd”…


yani güzel abim, üç aşşaa beş yukarı, diyolar ki güzel söyleyen adamlar, toptan;

“sevgili, eğer kâinat kitabının biyerinde de mihr-ü vefâya rastlasa, okuyanı kaldı mı ki lan diyerek koparıp atar”,

“bülbül derdini güle duyurabilmek için çırpınıyor, ama çok bekler garibim, çünkü artık vefâyı ne okuyan var, ne takan!. çünkü vefâ’nın, şehr-ıstanbul’da artık bi semt adı olduğunu diyenler çok biliyorlar?!!. vefâ, dünyaca meşhur, tarihi osmanlı’ya dayanan bi boza markası çulluklar, n’aber?!”,

“zamane zıpçıkları bol bol güzellikten sevgiden vefadan aşktan filan söz ediyolar ama, gel gör ki bi tanesi bile dediğinin ne dediğinden haberi yok!. boşboğaz lakırdısı bunlar!.

kitap yüklü merkepler n’olcak!.”,

“bizim kâğıdımız mâbâdı yırtarcasına feryâd idüp etraftan imdâd sitimdâd ister durur, ‘O Yüceler Yücesi bi Allah’mızın kulu yok mu lan içinizde, duyup dinleyecek, kulak asıp mihr-ü vefâmızı okuyacak, nekesler?!.’ diye, milletin “taş duvar sağır” dediği o sekîne ehlinden başkasından ses gelmez..”

 

en son ııı. Selîm dedemiz diyesi olmuş mihr-ü vefâyı ki;

“kıyas etme ki ol şûh-ı cefâ-cû merhamet eyler/ki evrâk-ı vefâ vü mihri kim okur, ya kim dinler?!.” demiş ve şöyle buyurmak istemiş, bugünkü tertemiz Türkiye Türkçemiz ilen:

“sakın o cefâsı çok şuhlar merhamet gösterir sanma; şu dünyada mihr-ü vefâ sayfasını okuyan veya dinleyen mi kaldı ki olum, yazar söylersin?!.”

 

mademkine de “varak-ı mihr-ü vefâ”dan söz ettik, mademkine de bi duyanımız dinleyenimiz yok bizim, mihr-ü vefayı bilen anlayan, vefâ ehli bi elin zafer işâretine kalkmış bi elin parmakları sayısınca bi iki gönül ehli, candosttan başka, o hâlde bi Gazi Giray gazeli kat’i bi teselli için gelsin, mihr-ü vefâ mağdurlarına;

“gönlümüz şâhîd-i zibâ-yı cihâda verdük/dilber-i mâh-rûy-u yâr-ı peri-rû yerine/seferin çevri çok ümmîd-i vefâ ile velî/olduk aşüftesi bir şûh-u cefa-cû yerine..”

(gönlümüzü cihadın gösterişli güzeline verdik vefâ ümîdi ile.. seferin zahmeti çoktur ammaa, biz cefâ veren şuh bi güzel yerine ona vurulduk, anasını satiim!.)

 

“divan” yüksek, malûm; çıkmak ayrı bi mesele, çıkınca da inmek yahut düşmek.. ööle yüksek yerler bize göre değil.. hani düşer ne ederiz sonra, maazallah?!. iyisi mi ‘hayat’a dönelim biz yine!. “hayat” dediğin, herkesle düşüp kalkan ve ammâ ve velâkin, kimseye yâr olmayan, vefâsız alüfte, aşüfte!.

 

Pazar

yazmak…

bi zamanlar, kendime sıkı yazdığım zamanlar ‘öne ben geçersem kalakalırım.. elimden gelenin en iyisi anlayıp acı çeken bir kalbin izini sürmek’ der, yolunu kanayarak yürüyen yüreklerin artlarında bıraktıkları acının izlerine bakar, peşlerine düşer arardım, habersiz..  geceleri yazardım.. kelimelerim, fırtına vadisinin sona erdiği yerde, yüksek, sık ormanlık dağlarının arasındaki o “güngörmez”suyu gibi, hep geceleri akar, gün ışımasına yakın kesilirdi..  bazen, hiç bilmediklerimin tanımadıklarımın satırlarının altına, bir adı bile olmayan, kalabalıklar içinde öylesine bir ‘adem’ olup, isimsiz adressiz satırlar düşerdim; tek yapabildiğimi yapıp..  sabah olunca sayfalarına bakanlar belirli belirsiz bir iz görür ve fısıldardı; ‘gece biri geçmiş olmalı buradan?!’. bir isim yok, cisim yok; yalnızca bir kalemi tutan bir el.. merak edip bakan bir el görürdü; yalnızca bir el ve parmakları arasında bir kalem.. kelimelerse, bir kalbi, o kalbin sahibine dair bir anlamı işaret ederdi.. işte, yazmak böyle güzeldi..  bir kalp ki zaten, kelimelerine bakılarak bilinir en iyi.. bir kalbi tanımak için kelimelerine bakmak gerek ve kelimeler turnusol kâğıdı gibi açığa çıkarırdı, ölü ya da diri bir kalbi..  yazarak böyle sesleniyorsan ne önemi var ki isimlerin cisimlerin suretlerin, ne önemi var bilmenin; okumak da bir nevi bakıp görmek değil mi?!. .. gün olup, ayrılık vakti gelirdi, kelimelerden, kelimeler kadar kendinden, kalbinden, seslendiklerinden.. insan, sesini duyurmak için çığlık atar.. oysa asıl maksadı, kendi gibi bir çığlığı aramaktır; bir karşı kıyı, yankı bulup dönecek.. insan, bir kalbe bunun için dayar kalbinin kulağını.. bir kalbin derin kırılışı kadardır, aynı yerlerden kırılmış bir başka kalbi arayışı.. duyduğun her sahipsiz çığlık, hayatın sert fırtınalarında, sağanak yağmurlarında kanat çırparak, bir saçakaltı bulup sığınmaya çalışan, göç yolunda yolunu kaybetmiş kuş.. çığlık, annesiz bir kuş; yuvası anlayanın kucağı..  her ses kaynağına nispet edilirmiş, her çığlık bir kalbe işaret.. kim göçe kaldırıp gökyüzüne uçuruyorsa kelimelerini, konacak bir dal, yalnızlığa bakan bir pencere pervazında iki müşfik kelimeyle oracıkta çatılmış, ‘anlam’dan bir yuva arıyordur kelimelerine, kelimelerine gizlediği kalbine..  yazmak hayâl değil.. görünürde kendinden bir alâmet vermese de bir yazıcı hayâl değil.. gerçektir yazmak; acılarımız kadar, katrana bulanmış uykularımız, sıçrayarak uyanışlarımız kadar gerçek, kendi çığlıklarımız kadar..  işte, kelimelerinden anlaşılır bir kalp, gizleyemez kendini, konuşan ve kelimelerin böyle bir sihri var.. 

Perşembe

‘söz’…

‘söz’ dediysem, hafife almamalı; bi fincan kaavenin hatrına biçilen ömür kırk yıllıksa, sözün hatrı bi ömür..

göç yolunda yolunu kaybetmiş kuşların, aynı zamanlarda aynı sevdâlara, aynı acılara tutulmuşluğun, aynı umutlara tutunmuşluğun, aynı anlam ağacına yaslanmışlığın, aynı şehrin aynı akşamlarında aynı ıssız sahillerinde bibaşına denize bakmışlığın, ağlamışlığın hâtırası..

iki satırlık bi hoşbeşin, bi iki şiirin, üç beş şarkının, bir merabanın, yürekten iki kelâmın, uzaktan da olsa salınmış bi selâmın, hatırdan hiç çıkarmamanın, gıyaben de olsa edilmiş bi duânın büyük hatrı var; ve hani de baktın ne bi gelen var, ne giden, ne arayan ne soran, kapını çalan, bir mektup olsun, uzaklardan bi haber eden, yok, artlarından verilmiş bi salânın, geçmişin hiç pörsümeyen hâtıralarına dön yüzünü..

her ne kadar “nisyân ile mâlûl” bir yaradılışın “insan”ı olsak, unutmanın diyarından gelsek de biz, yani ki âdemoğulları, havvakızları, insanevlatları; hatır güzel şey.. hatır saymak, hatırlamak, hâtıra, baş tâcı hâtıraya saygı, unutmamak güzel şey..

benim yerimde olsanız...

... 'benim yerimde olsanız, benim yerimde olmak istemezdiniz!.'

gönül diyo!.

uyuz!.

itimad

itimad... hiçbir çekince olmadan, iç huzuruyla itimad etmek ‘biri’ne?!. hayâti derecede elzem.. ‘biri’ne itimad etmeden nasıl yaşar ki insan?!.

korunaklı bireysel alanının sınırlarını en ufak bir şefkat merhamet gösterisinde kaldırabilen, kalbini hiç çekincesiz açan birinin nasıl çiğnenip tepelendiğini, kendi içinde yaşadığı depremleri travmaları bâzı ruhlar iyi bilir.. belkide sürekli yalnız kalma, olma kararını hayatına geçirmeme, etrafında sanki duyarsız, bişeyden habersiz bi kişilik yansıtır gibi görünmesine sebep de bu, kişinin..


hayatın çok şeyinden uzak durmak, bi tür savunma kalkanı, bir zırh.. lâkin kendi mâcerâ, mecrâsında el yordamıyla ilerleyen biri için etrafını insandan yalıtıp, kendini kimsesiz bırakmak tahammülü zor, çok daha ağır da bir şey..

her yeni engel, çukur ya da tümsekte daha da keskinleşen, zorlaşan, ağırlaşan bir yaşamı çağırmak bu.. münzevilik bile değil.. inzivâ; insanın geçici bir süre kalbini tamir, toparlanma için zaman zaman ciddî ihtiyaç duyduğu bişey.. oysa kapısı dünyaya nerdeyse, kendi dairesinde, yarıçapında tek irtibatsız, tamamen kapalı olmak, kendini diri diri mezara gömmekle de aynı şey..


isimsiz adressiz ve bi kimliksiz olup, kimseyle, en yakınındakilerle bile kelime konuşmadan, ne hayatından ne de yazdıklarından tek kelâm etmeden, kimseye bir şeyi ispat, istek ve gayretinden de hep uzak, dışa açık tek penceresi, tek nefes bacası mektuplarla soluk alıp vermek olan birinin, hem insan sosyal de bir varlıkken sakındığı şey bu kadar önemli ne olabilir ki?!. eşsiz bi hazine desen değil?!.


kendini kendi yalnızlığından imâl etmeye kalkanlar, yeryüzünde rastlanılması zor, tip marka prototiplerdir.. piyasadan aranıp bulunup, toplanıp, kalplerinin dağılmış yakalarının düzeltilmesi cidden de imkânsız derecede zor, imâlat hâtâsı modeller… tamam, insan en çok zararı insan içinde olmaktan görür, doğru bu; ve fakat ve sanırım bazı kalpler bu zararı görmekten çok bu bedbin, karamsar, yüzü de, içi de gülmeyen hâl ile, başkalarına zarar vereceği endişesiyle kaçıyor yalnızlığına.. oysa ki baksın kişi etrafına, ona göre belki harc-ı âlem de olsa bir hayat sürgit devam ediyor, eksikliğini bi-iki can dostun hariç, kimseler hissetmiyor..


kalabalıklar… yalıtmasan kendini, aralarına dalsan, varlığını da kimse hissetmeyecek belki; onlar gibi de kâh gülerek, kâh günlük gündelik şeylerden şikâyet ederek yaşayıp gideceksin aralarında..


çoğu zaman iyi bişey olmasa da, bazen sürüye katılmak, aralarında sıradan, özel olarak sayılamaz biri olmak iyidir.. yalnızlık, eğer kendine yetmeyi başaramıyorsan, emniyetsizdir çoğu zaman; kalabalıksa, emniyetli..


yalnızlık dediğin ne vakit güzel bişeydir?!. biri’nin seni, yalnızlığını anladığı zaman, öyle ‘biri’ hayatında var olduğu zaman..

o, kalbinle kendi kalbi arasında bir köprü kurabilmeyi başarabilmiş biri’dir.. işte o zaman çoğu insana kalbî bi ihtiyaç duymazsın..

onunla kendi kalbin arasında bir sütre bir perde koymaya da ihtiyaç duymazsın.. ve bu, bir kalbin o kutsal dokunulmazlığını ihlâle açmak da değil!.

Pazartesi

garson!. 'iki acı' çek!. demli olsun!.

... sen de bi kâğıt çek şu desteden hicrân abi, bana göstermeden de mendil cebine yerleştir, aynı anda aklından da bi 'dert' tut, onu 'sonsuz'la çarp, 'sayısız'a katla, şimdi tamamını çıkar, göğsüne koy; ölüme dek hiç çıkarmamacasına!.

ne çekmiştin, 'şifâsı ancak ahrete kalmış yara' mı?!.
...
(bu ne şimdi?!. durduk yerde?!.
o kadar da dedik şurda "zırva tevil götürmez!." diye?!.
götürmez de, bu herzeler neyin nesi; a kefalim, sazanım, a çulsuz çulluğum?!.)

hesaplaşma...

(“en azından günün sonunda verdiğim zarardan çok iyilik yapıyorum!.” diyordu; o gün iyi işler yaptığına kendini inandıran, vicdan parlatma yarışında, gece yastığına başını koyduğunda kendini iyi uyutan, kurgusuz, mizansensiz, mîzansız, hesapsız, plansız, ömrünün takvimden düşen her gününü kazanç bilen, sitkom usulü anlık yaşayan, yaşamaya da fenâ kötürüm, hayattan prematüre, dünyaya bigane, kendiyle kavgalı kalbiyle;

naylon bir adam...

ona hiçbir sorumluluk yüklemeyecek şu marka kıytırık hesaplaşmaya yol açan, üzerine kazara konmuş bir zerre haysiyet tozu dışında kendini yargılayabileceği başka bir değeri de yoktu..)

gönül bugün böyle diyo!.

bâzen bir muhayyelin adına "lavinia", "lili", "lelia", bâzen "simlâ", bâzen "matilda", bâzen "biri" der ve sanki karşımızdaymış gibi konuşur, iç dökeriz..

muhayyel ya da değil, isimlerin bir önemi var mı ki?!.

herkesin bir "lili"si, "leylâ"sı, "miâ"sı, "kâmuran"ı, "pirâye"si, "neslihan"ı, "vera"sı, "ziyâde"si, "milena"sı, "lavinia"sı, "zeldâ"sı vardı; ve onların da bi "nâzım"ı, "bi kafka"sı, bi "von mek"i, bi "rimbaud"u, bi "meriç"i, bir "necib"i, bi "mansur"u, bir "nezir"i, bir "özdemir"i, bi "süleymân"ı…

hepsinin kendileri gibi hayat, hayâl, bi dâvâ arkadaşı vardı; mapusundan gurbetinden mektuplar yazdığı..

yani;

la âdemoğulları, havvakızları, insanevlatları!. hepimiz âdem'in çocuklarıyız ve hepimiz birer 'kelime'’!.

âdem'e ilk öğretilen şey de 'kelime'ydi..

kelimeler olmadan konuşamaz insan; ve cehenneme de cennete de 'kelime'lerle gidilir..

ömür dediğimiz bi yol; ve yol çok uzun değil.. lâkin zorlu ve yola yalnız ve kelimesiz çıkılmayacak kadar da ıssız.. kelimem yok ki de demeyin!. yoklayın bi, gerçekte gerçek gözle bakmadığınız kalplerinizi, görün neler çıkacak?!.

bulduğunuzda da bencillik edip esirgemeyin; dökün şuraya!. korkmayın, yemeyiz!. çünkü kelimeler, paylaştıkça çoğalan, şu sanal yol boyunca bi yoldaşlık için ortak yitiğimizdir..

...

gönül böyle diyo!.

gönül yine ne çok konuşuyo!!.