Pazartesi

anladığın bir şeyi diyemesen ne olur ki!.

yana yakıla bir ömür aradığını kendinden başkasına anlatamasan ne olur ki?!. ama işte, insan nâtık; konuşan bir varlık..

anlatamamak konuşamamak insanı sonsuz bir boşluğa savuruyor; yükselti yok, çukur yok, uçsuz bucaksız bir sahrâ..
‘saf boşluk’…

hareket zaten yok; “devinim” dedikleri..

ortada olmak, ortada kalmak… saf ve dümdüz ve uçsuz bucaksız bir meydanda tek bir ağaç, gölgesiz bir sırık, bir sütun gibi yapayalnız dikileyazmak, her şey kutuplanmışken kendince, bir şeye, bir yöne, nötr kalmak… kutupsuzluk.. boşluk duygusu, bir yere, bir şeye karşı âidiyetsizlik duygusunun insanı sarışı..

yalnızlığın fiyakası..

kutupsuzluk güzel duygu.. bu dünyaya âit olmamak, hiçbir şeye âit hissetmemek gibi bişey..

yalnızlık… insanoğlunun kahır ekserîsinin ciddi şikâyet kalemlerinden.. oysa onun büyük bir sihri var..

yalnızlık… her hissettirdiğinde kendini, içimde beliren tuhaf bir gülümsemenin adı oluyor.. dünyanın anlamsız görüntülerine, anlamsız seslerine onunla baktığımda daha bir net görüyorum ıssızlığını.. daha bir ayrı duyuyor ve dinliyorum sessizliğini ve çoğu var ve hayat sürüyormuş gibi görünen şeylerin aslında tek bir devinime sahip olmayan, tek bir hayat belirtisi vermeyen şeyler olduğunun farkına varıyorum.. dışarıda bir şey yok, bütün hareket insanın içinde, kalbinde..
yalnızlıkta kalp sırra, ilhama, keşfe en yakın zamanını yaşar..

insanın kalbini müntehâyı kavrayacak ilme sahip  yaratmış allah.. akla vermediği sınırsızlığı kalbe vermiş..
dilediğince söz et, sırrının bir ânını, bir zerresini izah edemez..
kalp sonsuz kelime bu yüzden..

../.

aşksız ölüdür bir kalp…

aşksız ölüyor kalp!.

mektuplar yazmışım, geçmişten hiç bilinmeyen, bilmediğim, hiç gelmeyecek dediğim, sandığım, öyle inandığım geleceğe, meçhûle… o yüzden bir sâhibi yoktu hiçbiririn..
hiçbirinde isim yoktu, cisim yoktu, çizim yok, sûret yok, zaman mekân yok, dünya yok, ülke yok, adres yok, bir sâhibi yoktu!.
bir sâhibi yoktu; hiçkimseye, hiçkimselere yazılmış…

bir sâhibi olmayınca bir şeyin, onu ortaya bırakanın, saçıp savuranın da sayılmaz.. artık ondan çıkmıştır..
hiçkimsenin olan herkesin, herkesin olan hiçkimsenin…

yalnızca husûsî yaratılmış kalplere yazılanlar kıymettardır..
‘herkesler’in arasında seni anlayacak, kelimelerine, kalbine sahip çıkacak olan yok.. olsaydı mektuplarını meçhûl geleceğe değil, ona yazardın..

mektup.. sahibinden başka kimsenin anlamayacağı bir şey, mektup sır..

kendini gizlemeyi başardın bugüne dek.. aşka sevgiye dâir hiçbir teşebbüsün kalbinde yeşermesine izin vermedin, kavgaya kaptırıp bütün bütün kendini.. kavga dışında bilmedin, anlamadın bişeyinden hayatın, şu sevme-sevilme meselelerinin hiç fevkinde farkında olmadın.. şimdi sana aşktan sevdâdan konuş deseler geveler durursun.. ağzında da değil, kafanda, içinde, gönlünde.. ve tek kimse de tek şey bilmez, kimse anlamaz derdini.. başkaları gibi, öyle hemen ufacık bi ilgi sözcüğüne bile uzaktan hoplayıp kafasını uzatan, ufacık blr sıcakda eriyen mum gibi biri de hiç olmadın..

güzel şey yabanlık, yabânilik, utangaçlık, mahçupluk..
aradan kaç milenyum, ‘modernyum’ geçmiş, hâlâ aynı dinozor zamanlarında kalmışın, hâlâ bunları konuşuyorsun?!.

o mektuplar tattığım yaşadığım bişeylerin sonucu yazılan şeyler değildi.. öyle, karşılıklı konuşur gibi yazılışlarına bakınca, sanki yaşanmış, karşında birileri varmış, konuştuğun şeyler gibi duruyor..

sürekli kaçan bi kaçak anka isen, konacak bi yerin yurdun ağacın dalın, bi gölgeliğin, serin bi su kıyın olmaz.. konar-göçerlerin bile çadırlarını çattıkları, çimenlerinde kuzularını otardıkları, serin suyunu içtikleri, güzellerinin yiğitlerinin sevdâlılarının at binip yan yana, el ele yol yürüdükleri, türküler söyledikleri yaylaları, görülesi, konaklayası diyarları var,
senin?!.
sığınağım dediğin yer yalnızca!. bütün iç trajedilerimi yaşadığım yer, yerin yedi kat altı… rahat huzurlu hissettiğim başka bir mekân yoktu bu şehirde, bi eşsiz sohbete yâran olacak bir sırdaş da.. ne zaman bi yâran umudu doğsa, çocuksu sevinçle başlayıp, çok geçmeden esef ve hüzünle geliyordu ardı, sonu ise hüsrân..

işte, bir sevdân olmayınca başlamadan bitiyor söz..
kabullendin de bunu.. işte, bazı yürekleri yalnız yaratmış Yaradan; neye, kime baksa, aynı kendi gibilerle karşılaşıyor; aynı ıssızlık, aynı yalnızlık?!. onlar da sen gibi; kayıveriyor ufuklarından hayata yaşamaya nefese dâir her şey; bir gölge, bir siluet gibi.. ‘işte o!’ dedikleri, o ilâhî armağanları gelmedikçe, öte’den nasipsizsiz kalacaklar nefesten..

işte,
bir yârin yoksa nefesin de yoktur ve kalbin çarpmaz, dilin zikirde, kalbin yakarıştadır;
‘yâ rabb!. meded!.’

../.

yarım asır..

 


“… ve asr’a yemîn olsun!.”

(baştan beri bütün yaptığım deli gibi yazmak, yazarak kalbimi tercüme etmek.. belki çılgınca da.. gizil bir iştiyakla da;
‘biri gelsin bulsun okusun anlasın’?!!.

ama sonra, ‘gelsin alsın beni, götürsün uzaklara; bu dünyadan öte’ye’ isteğine dönüştü… şiddetli..)

bunun git gide daha da derinleşen bişey olduğunu gördüm zamanla; gitmek, hep bilinmedik en uzak yere gitmek..
kaçmak asıl adı bunun.. şiddetle kaçma isteği buralardan.. ‘işte ora!.’ dediğim yer nereyse..

gitmek… uzun zamanlardır hayâlimken şimdi şiddetli bir kaçma isteğine dönüşmesi
sağlıklı değil, kötü, çok kötü bir şey var demek; yaşamayı gözlerinde un ufak eden, gönüllü vazgeçiren..

hayatın sırlarını büyük bedel ödeme karşılığında çözmüş biri telaşsız olurmuş yaşamak konusunda; eceline kâh aheste, kâh acele, bile isteye, sevinerek, büyük arzuyla giderken, kalabalıkların bakıp anlayamayacağı mutmain ve imkânsız gülümseyişler bırakırmış etrafına..
…


bir zamanlar, çoğu insanın korktuğu ölüme düğüne gider gibi, güle oynaya giderdik; saf, aldanmaya hep müsait, çabuk kutuplanmış, vaktinden evvel olgunlaşmış, fütursuz âşık, yarı deli, korkusuz havarî, ilk gençlikte sayısı bugün zafer işâretine kalkmış bir elin parmakları kadar..

herkeslerin okuyup, hem herkeslerin bildiği, müthiş beğenilerini dile getirdiği ve fakat bir toz mesabesinde olsun içselleştirmediği “şeb-i arus” gibi bir anlamayı da, câhillikten dolayı o zamanlar yanımıza alamayacak, o yolda böylesi huzurla yürünebildiğini bilmeden, yalnızca kör bir câhili ideolojiye anlamsız ama delicesine tanrısız bir imanla gözü kapalı ahdedecektik kavga adına..

demek önce îmânı tanısak ve sonra mevlana’yı bilsek, şu deli deli yaptığımız şeyin bir adı, bir anlamı, onun ölüm için o müthiş teşbihle dediği “düğün gecesi” olacaktı.. ama heyhat; beyhûde bir kavgaydı, ölümcül ve acı..

yıllar yıllar sonra, hayat artık yerine oturduğunda ve o kavga günlerinden de ağır, bi başka işkence başlamıştı; o pis yalnızlık duygusu.. kavga varken hissetmiyorduk..
yazmak var artık, kavga yok.. cehennem sıcağı o ölümcül kavgalar gerilerde kaldı; kırılan kırıldı, ölen öldü, düşen düştü..
ve işte, sözü deyip geçiyorum şimdi, sanki hiçbişey olmamış da, içinde uzaktan kavuşmasız fenâ bi aşk da olan bi fenâ aksiyon filmi seyretmiş gibi..

işte, artık söz onca uzun zor zahmetli yolun ve acıklı bir yolculuğun alâmeti, üstünün tozu başı, pasağı ve kiriyle, hiç çıkmadığı günışığında, bir kıymet bedesteninde, dış görünüşüne aldırmayacak, mazrufuna bakıp kimselerin vermediği en yüksek pahayı verecek, müşfik, bilinmez ve gizemli bir alıcısının önüne dökülmeyecek kadar değersiz; çünkü sözüm kimseye değil, çünkü sözüm kendime.. lâkin gariptir, değerini biçecek olan ben değilim.. hani, biri hiç bilmiyorsa kelâm pazarının yolunu, kelimelere edip eylediğinin, kendi dilinden kalbini yazmanın, dediğinin kaç kuruş ettiğini nasıl söyleyebilir ki; söz bedesteninin yerini, piyasasını, ederini, neye yaradığını bilmeyen?!.

hayatın içinde bilinmez bir yolcuysan işte, hayatınsa o yol, yolculuk, bilmeden yürütüldüğün, ne mâzisi ne âtîsi bilinmeyen bir yolda sevincini hüznünü acılarını kelimelerle, yazarak yaşarsın; kendi mâcerânı kendi sığınağında; kimse okumasa, böylece kelimelerine kimse dokunacak olmasa, vaktâ ki, hani bir okuyanı olacak olsa kazara, sözüne tek bi kıymet vermese de yazarsın.. oysa böyle yazmak hiçbir şeydir, bir okuyup anlayanı olmadıkça..

hep anlamak anlaşılmamaktan zor der dururdum.. anlamak dediğin, içimize çöken hüzünle, göç yolunu kaybetmişken, karanlığın en ıssız, en yalnız yerinde kalakalmışken, etrafta belli belirsiz titrek bir ışık ararken, avizelerinde ışıklar oynaşan, umut saçan bir pencere gibi çıkıyor önüne..

hayatı anlayınca anlaşılma gibi bir endişeye yer kalmıyor.. o zaman konuşmaya da gerek kalmıyor.. yani ki şu koca deryâda kırık dökük sandalınla bibaşına, oraya buraya sürüklenip durmak, göç yolunda kafileyi, göç yolunu kaybetmek, etrafta ışığı yanan, sıcak bir pencere bulamamak gibi bir şey, bu dünyaya kelime doğurmak..

…

susarak da konuşur insan.. susarak konuşmak bir keşif değil elbet, dünyanın yaşamak denilen şu karanlık denizinde..

çaresiz, köşe bucak bir kıyı ve bir ışık arayışı da değil; biz baksak ufka şu fersiz gözlerle, yine tek bir şey göremeyecektik; ışığın da karanlığın da içimizde olduğunu fark edene dek…

gördük ki kendine, şu ‘anlama’ların ağır cezasını verip, kendi zindanına kendini hapsedip, cezasını bibaşına çekenler var; o koca yürekli evren yürekli zatlar gibi.. onlar bilirler, asıl aydınlığın, insanların zindan bildiği yerlerde olduğunu.. aydınlık yahut karanlık yürektedir çünkü..

büyük zatlar dediklerimiz bunun için ‘büyük’türler, işte.. hayatın sırrını çoktan çözdükleri için büyüktür onlar.. bir anlayabilsek yalnız olmadığımıza sevineceğiz.. bir duyabilsek yürek seslerini, biz de seslenebiliriz birbirimize.. hani gecenin içinden davetsiz misafirler gibi gelip, demek ses varmış sesimize, ıssız değilmiş dünya diyerek..

gördüğüm her güzel şey yaralayıp geçerdi.. her seferinde kendime acıyla bunu fısıldayarak… sokakta, fıtratına yazılmış o anne merhametiyle yavrularıyla oynaşan kediye, bulduğu iki lokma yiyeceğin ardından güneşli bir duvar dibine kıvrılıp, insanoğlunun hiç anlayamayacağı dilde huzur soluyan bir sokak köpeğinin sükûnetine, ellerini kenetleyip, bakışlarını birbirlerinin gözlerine mıhlayan, birbirini çok sevenlerin hâllerine, ömürlerini birbirlerine fedâya söz vermiş, sonlarına birlikte yürüyüşlerini âleme tescil ettirmek istercesine el ele tutuşarak parkta yürüyen ihtiyarların dinginliğine, döktüğü alın teri kadar pak mendilini öğle arası önüne sofra edip nevâlesini iştahla yiyen işçiye, evde baba yolu gözleyen, gözlerindeki umudun ışığı hiç sönmeyen beş çocuk, bir annenin heyecanına, daha da ne çok şeye imrenerek baktığım zamanlarım ne çoktu..

ne de çok yaralanmışım meğer ve zaman ne çok iz bırakmış, bunca yıl olmuş, hâlâ yerli yerine oturabilmeyi becerememiş yüreğimde..

gerçeğin soğuk lâkin uyarıcı yüzüyle karşılaşmamak için onca kuma gömdüğüm başım, kaçtığım gerçekle burun buruna gelmiş, kurtuldum sandığım her dönemeçte karşıma çıkmış..

şu, hayatın gündelik, sıradan engelleriyle bile başa çıkamayıp, sırtımı dönüp gidemeyişlerim acıyla?!!.

demek, hayatı sevmem için hayattan da büyük bir şeyi sevmeliydim; can yaksa da, yanığa merhem olacak eczayı mündemiç bulunan bir şeyi.. ben diyeyim yağmur, biri desin rahmet, ben diyeyim isyan, bi başkası desin, benim bile unuttuğum adıma bakıp ‘adanış’; değil mi ki, ne o biri ne de ben yakmışken roma’yı, yangına tutulmuş bir târihin, ayazda kalmış bir hayatın ıstırâbı, vur emri almış askerler gibi peşimizde; nerede görseler, hangi dağda değse gözlerine sırmalı cepkenimizin parıltısı, orada düşürüyorlar tetiği.. ışıkla gölge oynaşıyor oysa göğsümde, lâkin bilmiyorlar, ışığa kıyıp, gölgeye mahkûm ediyorlar göğüs kafesimi..


işte, bir tek gam telimi paslandıramadı dünya.. ona ilk dokunduğum yerdeyim hâlâ, öyle de duruyorum; ne tınısı değişiyor, ne seslerde en küçük bir azalma var.. hayatı sevmek için, hayattan da büyük bir şeyi sevmeliyim dediğim o; rüzgâr hep olmalı, çünkü bu kaderle fırtınasız yaşayamam ben..
../.

Çarşamba

‘yalnızlık’tı mevzû…

(şu yalnızlık… hep gizli saklı bi bilinmez bi kimlik kalmalar, bi kendine konuşmalar, kendine bi yazmalar.?!.

yarım asır olmuş nerdeyse?!!.

böyle diyodum, muhayyellerimle konuşup, yazıp!. çok da yazıp, çok yazıyom diye, kendime bi havalara girip, acayip fiyaka yapıp!.
taa ki o bi meçhûl, önce aklıma, sonra o cayır cayır yakacağı kalbime düşene kadar!.
işte o an dedim, kendime yine;
hele o beklediğim meçhûl bi gelsin, yazmayı gör sen!. eğer de bi duyanı göreni olacak olursa da dünyada(n), görsünler nasıl yazılırmış!.
böyle diyordum, yazanlara gizli gizli meydan okuyup içten içe, kendime, en çok da en babalarına, “ben yazarım!.. çok!.. hayatta bıkmam!.” diyenlere!.

en çok da onlara dikilip, alayınızın alnını karışlar, altını bezler, “başındaki yazmayı sarıya” değil, arzular şelâle, isteğinize bağlı, dilediğimiz renge boyarım diyordum içimden..

bunla kalsa, iyi;
en yakın rakibime bin tut bindirir, iklim iklim, diyar diyar, gurbet gurbet gezdirir, nal toplatırım da diyordum, megaloman megaloman!.
bi zamanlar, o zamanlar, eski zamanlar bazen bi sohbetin acaip açlığını çekerdim, bi çay bahçesinde hep bibaşıma oturmuş, etraftaki sohbet eden insanları görüp..
ve ama, hiç birileri, bi kimse kimesne olmazdı yanımda yöremde etrafımda; oturduğum tek kişilik masada..

alıştımdıydı da buna.. öğrettiydim kendime, ‘lan sana yaamurlu havada gıdım su yok!.’ diye.. o garibim de naapsın, boyun eğdi, kabullendi çâresiz, sesini çıkarmadan..

o gün bugündür değil, o gün dün gündür, ben o kendim, etraf öyle cıvıl cıvıl insan, bahar, millet ne güzel, tatlı tatlı meltem eserken kapuçino çekiyo, kahve bilmem ne içiyo, ekspiresso vs mi ne, dilim dönmüyo, ondan işte, kaave maave eşliğinde sohbet ediyo eşiyle dostuyla, sevdiğiyle arkadaşıyla, o ben kendim bakıyo görüyo bunları, gülüyo tuhaf, yalnızlığına gıkını çıkarmıyo!.

işte, otursam kalabalık bi yerde, oturduğum her yerde, bakışlarım bi yüze, bi göze değmeden, ilişmeden teğet geçerdi; o an orada yakın duran her ne varsa bardak, çay, küllük, sigara paketi, masa örtüsü yer, karo, halı, pencere, resim, duvar kuş; hepsini birer birer dolaşır sonra ve sonra şunların hepsi uçuşur, öteye, ötelere gider, seçemediği, seçmek için çaba sarfetmeyeceği görüntülere, seslere tahvil olurdu, tepki vermezdim..
..
sesler hece ve kelimeler ve yalnızca birbirinden çok ayrı tınılara dönüşür, öyle işlerdi içime.. kelimelerden kendime ördüğüm kapalı dünyanın sebebi buydu işte!.
o, nerdeyse unuttuğum şey; yıllar yılı, birileriyle derinine sohbet..
unutuş nedenim bugünkü şu şey, şu artık her şeyden kaçışlar değil, her birinin artık allah bilir, nerelerde nerelerde olmaları!.
çatışmalarda yanıbaşımda vurulup toprağa koyduklarımı, sorguda işkencede ölenleri, mapusta olanları, hayata küsenleri, herkesten her şeyden uzaklarda yaşayanları biliyorum; kaçağa, sürgüne gidenlerin akîbetini bilmiyorum!.

sürekli kaçışlar.. bir şeyi hem çok isteyip, hem çok özlemini duyup hem hep kaçmak?!. eskiden olduğu gibi; söze sahip çıkacak, değerini bilecek birileri var mıdır, bekliyo mudur biryerlerde onlar da, cennet ehlinin işi, sözü sohbeti?!.

beklediğin de belki de ufka bakıp sen gibi, sen gibi o da nasıl da birini bekleyendi?!. bi sen değilsin yâni!.  asırlardır yalnız!. yâni ki deme ki “asırlardır yalnızım!. pişmanlık alınyazım!.”, bak gör işte, adam dlyo!. o da yalnız!.
epten de yalnız değilsin yâni!.
yâni;
orda, biyerlerde… biri/birileri muhakkak vardır, sen gibi tıpkı.. bekliyordur o da..

kendimizi mahkûm ettiğimiz yokluk, yoksulluk yoksunluk duygusundan, yola çıkıp ararken, kendimiz gibi yanayakıla bir aşk arayan, hasretle sevdâ bekleyen bir insanevlâdıyla karşılaşıp onunla aşktan sevdâdan konuşacağımız gönül sohbetlerinden daha mı çok lezzet alıyoruz ne, artık?!. beklenen gelmiyor.. gelmeyince, nasip olur bulursan dilini konuşan, dilini konuştuğun birini, çayhânede, o hiç tanımadığın, yüzünden acısı hicrânı, hicreti, hicazı okunan, O ‘bir’ allah’ımızın bi kulunu bulursan sohbete devam!.