Pazartesi

bozdum ezberlerimi…

sevdâsı kancıktı şehrin

cilvesiyle sıkıfıkı koalisyon

bir kirpiyle sevişmeye kalkışmaktı..

c-5’ini bilmez herkes mamak’ların

yılların serî katili ‘ulucanlar’ı

meşhûr îdam sehpasını…

mamak, metris işkencelerini

paşa katliamlarını..

eylül sonrası kırıp hazana bıraktığı gencecik fidanı

hiç çocuk sevmemiş ellerin piç ettiği baharları..

kirli karanlık pazarlıklarda

sam amca’ya tekmil

nasıl üç kuruşa satıldığını..

ne kadar kanıyorsan

oncadır insiyakın..

tırnak içine aldığıncadır cesâmeti kalbinin

o kadardır

ve orda kalır..


yürek evrendir oysa

ve yeryüzü serâpâ kan…

keşke daraltmasan!.

eyy!.

‘…. ışığımı benden râzı olduğun an söndür!.’

baktım…

… endemik çiçekler gibi nâdide kızlar geçiyordu hayattan…
‘allah' dedim içimden.. ve; ‘ne güzel yaratmış sizi Yaradan!. nar tanesi, bal peteği, üzüm salkımı!.’..
ve ekledim sessizce; '... ayınıza bağışlasın!.'

‘ne iş lan moruk?!!.’ dedim kendime sonra;
‘… efeyse efe, seymense seymen, zeybekse zeybek!. neyim eksik benim lan "kadıoğlu"ndan?!!.’

bi düşündüm sonra, boş bulunup, bir anlığına düştüğüm o boşlukta... ‘kadıoğlu zeybeği?!. tam dokuz dakika?!. icrâsı da acaip zor ve hayat da çok kısa!. zâten de sen yolun taa başında, hayatta kısa çöpü çeken adamken?!. yürü git lan!. sonuna!.’

senaryo

kahraman... kimi yaşar, kimi yazar, kimi oynar.. yazara bu kim diye kimse sormaz.. kimse merak edip araştırmaz; oynayanı bilir herkes..

‘masal satmak’

böyle derlerdi anadolu'da masal anlatmaya.. girizgâhlarında o meşhûr replik; "bir varmış bir yokmuş allah'ın kulu çokmuş çok söylemesi günahmış"... vallaa böyle başlatırdı büyükanam rahmetli, ondan duydum.. işte, günah da olsa çok sevdim çok konuşmayı ve çok söze yalan karışır çok söz yalana sarılırmış.. çenesi düşük de değildim oysa?!. sordum; yıldızım fenâ düşükmüş yıldıznâmelere çok baktım; nereye de düşmüşse artık?!!. bırakmıyor işte yakamı kelimeler; ve en ateş olanı “aşk” belli ki kızgın sözle dağlanmaya soyunmuş utangaç alnım belki bu yüzden “ben melâmet hırkasını kendim giydim eğnime ar-ı nâmus şişesini taşa çaldım, kime ne” diyen Pîr gibi bile bile dâra da çekileceğim; kaçarak herkesten.. oysa biliyordum aşk acılarının ve dil yaralarının öpülünce geçmediğini..

medeniyet bizdik…

... elbet müntehiliz; (ç)aldıklarımız yitik malımız..

ne

"yüce dağ başında bir garip kervan anam dizlerimde kalmadı derman" ... kovanını yağmaya açmışsan kızmayacaksın talana..

arsenik tadında mektuplar…

hayat bana hep it yüzünü gösterdi.. inzibat kültürlüydü, habire 'dibinden keserim haa!!.' modeli bi sünnetçi korkusu verip günyüzü göstermeyecek, bi yaşatmayacaktı lavuk güyâ?!!. oysa büyük iyilik yapmıştı, çok da bi yerimdeydi dediğim, o yaldızlı yanını benden saklamakla.. yaşatmadığı doğru; yaşamasına yaşamayacaktım.. lâkin yakasına, öteki yüzünün yüzüne bir kez bile bakmayarak yapışacaktım.. bir nevî intikamdı bu; ve böyle yapmaktan büyük haz duyacaktım ama şu acıklı eylemim onun hiç de biyerinde olmayacaktı.. küsmüştüm... ama kime?!. ve neden?!. yine de; hani ‘beşkenar bi üçgen’, ‘her üç konudan beşinde uzman, her üçünden beşi, bâzı memleketim insanı’ ifâdesi kadar uçmuş ve saçma da olsa mantalitem, tavşanın dağına küsüşü, dağın da hiç de biyerinde olmayışı gibi olsa da şu küsme eylemim, hayattan bu şekilde bi intikam en azından benimdi, orijinaldi; ve ben otantik, eksantrik, oporijinal, fıtrî şeyleri seviyordum hep, çünkü yanıltmazdı fıtrat, ilk çıkış, orijin..

steril hayat, konforlu kafa sağlığa zararlıydı, en zayıf mikrop bile yere sererdi.. biraz dişli olmak lazımdı; azcık dirençli yâni!. biz buna ‘bileğine yüreğine sağlam, maçasına sıkılık’ diyoruz!.

sokaktaki en sıradan bi adam bile çoğu allâme, bilge geçinenden çok daha derin bi felsefeye sahipti.. konuyu derinine araştırdım; hayatın en dibinde yaşamakta bayaa kıdemli bi sokak adamı 'sokak hayattır, çok şey öğretir, sokakta hayat vardır!. sokağa inmek gerek, sokak tozu yutmalı!. kargaşasına ayak basmak, lağımında akmak, vitesten attığında da şöyle sövmek, usturuplu ve en okkalısından!.' diyordu, iddiayı ispat kabilinden.. tuttum kendisini!. (aramızda kalsın rûhi aabi, onuncu tekil şahıs bi bilge filan değildi aslında bunu diyen.. bunu diyen düpedüz ben kendimdim ve hep olduğu gibi yine kendime.. en iyi sen bilirsin rûhi abi, öne çıkmayı, parmak ucunda olmayı, görünmeyi hiç sevmediğimden çoğu sözümü sanki başkaları söylüyomuş gibi yazıyorum şurda!.)

“garip bir kuştu gönlüm/elimden uçtu gönlüm” lan gönül!. her sabah heyecanla yokluyorum posta kutumu; acaba bi mektup düşmüş mü ki diye?!!. nerdeee!!. kimden ne düşçek ki?!. adımı sanımı adresimi, bilen mi var ki?!. kimseye yazıyo muyum ki?!. bi tek sana!. yazdığım da ne ise?!. bi yığın zırva!. iyi de, kimselerin bilmediği sanal posta kutumuzun adresini bankalar, kozmetikten tut, iç çamaşırı, ne demekse de; büyültücü küçültücü bişeyler, spreyler, aklına gelen ne kadar şey varsa her şeye kadar tanıtım, reklâm, kampanya, bi bişey teklifi getiren pazarlama firmaları nerden biliyolar?!. bu işte bi ibnelik var?!. kutuya mektup hariç her bişey düşüyo anlıycaan!. "spam" diyolarmış sanal dilde?!. her ne halt demekse de şu "spam"; ondan çok düşüyo yâni!. sahi "spam" ne demekti; bi sıpa sahibi birinin ons “sıpa’m” demesi gibi bi şey mi?!. uzun zaman boğuştuktan sonra sonunda ben onun ne demek olduğunu anlayana kadar milyon kez tecavüze uğramış oldu zavallı posta kutumun ruhu.. oysa ben gelişi, varlığıyla şereflendirecek, ömrümce minnet duyacağım, her gelişini eşsiz kelimelerle kutlayacağım, mektuplara boğacağım aziz misâfir gibi gönlümde ağırlayacağım baştâcı mektuplar bekliyordum.. bekliyordum ve o hiç gelmiyordu!. seslendiğinde boşluk bile konuşurdu insanla icâbında!.

Cumartesi

nekrofili…

aynı analardan doğmasak da aynı acıların yoğurduğu analar doğurmuş bizi aynı şehirler büyütmüş kucağında aynı kenar mahallelerde geçmiş çocukluğumuz aynı bahçelerine dalmış gecekonduların ve aynı erik ağacından düşmüş aynı köpeklere dişlenmiş aynı anda bulanmış içimiz aynı anda kusmuşuz.. ellerimiz aynı sofralara uzanmış aynı zeytinlere çatal batırmış kaşık sallamışız aynı çorba taslarına aynı kepçeleri yemişiz kafamıza aynı anda azarlanmış ve aynı anda susmuşuz.. ve; büyümüşüz aynı başkent yağmurlarında ıslanmış delikanlı çağlarımız aynı güneşi ısıtmış içimizi aynı kızı sevmesek de aynı kızlara tutulmuş aynı kızlar bekletmiş ve sonra terk etmiş bizi aynı anda nefret edilmiş aynı anda unutulmuş aynı sokaklarında kaybolmuşuz.. aynı okullara girmiş sonra aynı anlamsız boykotları kırmışız, pervasız aynı öğrenci evlerinde, bi gecede devlet yıkmış, devlet kurmuşuz; sonra sıkılıp aynı yurtların koğuşlarında sabahlamaktan aynı fakülte 'hergele'lerine uzanmış aynı kantinlerinde çaya sohbete dalmış, sınıfta kalmışız.. ardından aynı 'eylül'ler gelmiş aynı karanlık ellerin, aynı düzme fezlekeleriyle aranmış aynı bekçiye enselenmişiz geceleri ayan beyan ‘netekim’ ‘netekim’, aynı coplarla ıslatılmış aynı 'askı'nın terazisinde tartılmışız, darasız ve okkalı aynı uzun ve ıslak ‘terapi’ yatı(rı)şlarından sonra soğuk betona... onca usta 'paşa' ellerce 'terbiye'ye rağmen yine uslanmamış yıllar sonra kuyruk ve kulaklarımız düşmeye yüz tuttuğunda aynı karanlık mahfillerden gelen aynı mâsûmiyetten süzülme tahliye raporlarıyla bırakılmış; iplerden aynı anda kurtulmuşuz.. yani aynı uçurumlarında dönmüş başımız hayatın gerçeğine aynı anda uyanmışız.. derken; aynı okulları yine bitirememiş aynı anda aranmışız askerlikten aynı anda bakâya kalmış aynı firarda yakalanmışız.. aynı kıtalarda tâlim etmemiş çıkmayıp eğitimlere aynı çavuşlara kafa tutmuşuz.. aynı mangalarda öğrenememişiz sağımızı solumuzu aynı 'disko'larda yatmışız; katıksız hapis kaçıp bir hafta sonu aynı çarşılarında kazıklanmışız aynı esnafa.. ... aynı yıllardan sonra büyümüş şehir, metropol olmuş aynı anda yapayalnız kalmışız aynı ışıksızlığa alıştırmış gözlerimizi aynı yarasaların gözlerinde büyütmüşüz nedensiz yaşama korkularımızı aynı anda sürgün etmişiz kendimizi bibaşınalığımıza.. aynı dehlizlerinde yürümüşüz hayatın ‘sonra’sına aynı hüznün agoralarına inmiş aynı kelimelerin ördüğü hüzün duvarlarına toslamış aynı sararmış teksir kâğıtlarına yazmışız bilinmez hikâyemizi ve şiirimizi.. yokmuşuz aslında biz hiç yaşamamışız ve aslında biz, nekrofilik bir ebenin eline çoktan ölü doğmuşuz; o 'uğursuz eylül'lerde 'onikisi’nde..

Cuma

gönül diyo ki…

gönül, kendini köpek bi pişman yalnızlıktan,
her gün, günde bi milyon öldürüyo..

müstehaktır cehennemi!. kendi etti kendi buldu!.
mis gibi laylaylom, vur patlasın, çal oynasın; bi yaşamak dururken, gitti 'aşk'ı seçti?!.

birileri cesâret sanıyor, cehennemi göze alışları,
"yürek yemiş" falan diyo?!!.
câhil cesurluğu lan bu; belâya tırmık çekmek!.
gönül yürek falan yemedi!. ateş içti, taş yedi!.

ve ama aşk da en güzel belâ bea!.
öyle olunca, insanın o sevdiği dilinden içtiği zehir yanında cehennem ne!.
öyleyse yansın sonsuza dek, ateşler içinde!.

bir gönlün sevdâya düşüşü ateştir,
kurtuluşu da ateştir..
acıma da tutarsa eli aşkın,
vaz da geçerse dili, yakmaktan,
âh olsun!.

yazmak…

“yaz” diyorlardı hep?!!. “.. sen yazmalısın”?!. kime?!. niye?!. ve neyi?!. ve nasıl?!. yazamam!. “yedi uyur”lardan biri gibi… uzun bir uykudan uyanıp, her şeyin nasıl da değişip başkalaştığına, nasıl tanınmaz hâle geldiğine şâhid olmak çok acı.. tasvir edecek takatim yok.. içimdeki yıkım çok büyük; geçmiş güzelliğiyle kıyasın vereceği acı çok daha büyük.. hiçbir şey bir güzelliğin gördüğün ilk hâlinln verdiği o eşsiz hisse eriştiremez.. ve ‘kabul’ yeniden inşâ değil.. söz söyleme sanatı gibi.. yenilerde günde milyon kitap yazılıyor.. ne söylerse söylesinler, ne yazılırsa yazılsın, geçmişin klasiklerinin rastgele açılan bir sayfasının bir satırına, son sayfasının son noktasına dek peşisıra soluksuz sürükleneceğin tek cümlesinin okurun önüne açtığı büyülü dünyasına götürmüyor.. daha ilk cümlesiyle eşiğinden adım atıp esrâlı dehlizlerine bir kez daldığında, daha ‘neler oluyor’ diyemeden hayâl gücünün sınırlarına götürüp damarlarını çatlatacak kadar içine çeken bir tecessüs çepeçevre çoktan kuşatmıştır hissiyatını.. karşısında kala kalan, kendinden geçmiş, şevk kıran bir hayranlık… onlara baktıkça nasıl yazacağının, yazabileceğinin çöküntüsünün altında kalır bütün hevesler.. irâdeyi aşan, yargıları târûmar eden, boğazına dek dolu, engellenmesi imkânsız denecek kadar zor şahlanmış iştiyak, dur durak bilmeyecek şahbaz ihtiras daha doğumunun başında, kursakta çöp olur âdetâ.. roman ve yazacaklar, yazmayı deneyecekler için rahatsız edici bir gerçek.. yazı başına her oturduğunda bu gerçekle burun buruna gelmeyen, yazıp geçenler sayılmazsa, yazarların fiyakasını bozan bir durum bu.. onları esas alanları bekleyen tehlike ise kelime dökemeden karşısında kalakalmayı koyu bir endişe, koyu bir üzüntü olmaktan çıkarıp mâsum ve sevimli bir hâle bile getirecek kadar ne yapar ve yazarsa yazsın, imrendiği, öykündüğü eserin bir ‘replika’sından öte geçememe acı durumu!. yılmamayı seçip ve önce o yazar kibrini ve gururu bir yana bırakıp, dünyaca kabul görmüş klasiklerin yol göstericiliğini kabul edip, boyun eğip, her birini önceliğe alıp lâkin bu kez derinine tahlillerle, ciddî okumayı sürdürdüğünde yazmanın git gide büyük zevkine de eriştirerek kendini, yazma niteliğini artırır.. bu aynı zamanda, karşılarında kendini bağladığı meyûs zincirlerinden artık kurtarıp, özgür kılacak, özgünlüğüne götürecek şeydir de bu!. yazmanın kendine özgü müthiş bir zevki, şehveti, esrârı, çekimi, kimseyi, hiçbir şeyi dinlemeyecek, önüne geçilemeyecek ihtirâsı, yeryüzünde yüzbin milyonlarca da heveslisi var.. bu çok tabii, itirazsız ortak kabul edilir şey.. problem, dile hâkimiyet, sosyoloji, tarih, psikoloji, coğrafya bilgisi birikimi ve kaliteye sahip olabilmek.. her şeyi teslim alınmış, yerine rüzgârda üzgün sallanan bir bayrak, coşkuyla söyleneceği günü bekleyen bir ölgün marş ‘bağışlanmış’, başı hep öne eğik ülkelerin ölümcül mücâdele gerektiren fecaat durumu.. büyük erozyon, haraplık, aşınmışlık, en verimli katmanları akıp gidip başka yabancı mecrâlarda yok edilmiş, yerine soğuk, donuk, metalik, grî, hacimsiz, asıl ve asil kodları silinmiş, ayarları bozulmuş, genleriyle, geleceğiyle oynanmış, besleme bir kültür konmuşluğu.. bunu demek, bir yazar adayının “yazar neresiyle yazarsa okur orasıyla okur” muhteşem i.özel mottosunu hafızasının mendil cebine koyacak olmasının bir diğer izâh şekli.. ve şu büyük problemin çözümünü arayacak ve anlayacaklar, yazacaklar için kesin formülü içinde eritmiş, serlevhâ edilecek müthiş tespit.. dileyen buyursun, nerden istiyorsa oradan yaksın!. bir “yazar” ve “okunur olma”… her yazarın erişilmesi zor rüyâsı… nasıl gerçek olur?!. hangi sâik ve yeter ve gerek çabayla?!. bu büyük hayâlin, büyük arzunun gerisindeki neden o sayıda engin ufuklara sahip insanın birikip o aralık için doyma noktasına gelip, taşması değil.. keşke olsaydı.. bu, bir toplum için övünülesi bir zenginlik olurdu.. bu ülkenin yeryüzünde başka hiçbir ülkeye nasip olmayan, kıyamete dek de olmayacak, üzerine çıkılamayacak, tavanını değil gökkubbesini delecek kadar güçlü, özgün, müthiş bir gerçeği var; muhtevâsına bakmazsan, sınırsız takdir edilesi, bunu yerden yerin dibine kadar hakeden muhteşem bir ‘özgüven’?!!. bu özgüvende en büyük pay yazar olma heves ve iddiasının elbet.. bu her zaman karşılaşılabilir bir şey.. anlaşılabilir de.. lâkin modern zamanlarda onunla atbaşı giden bir şey daha ve aslında içerden vuran asıl tetik, popüler kültürce zihinlere zerkedilmiş, sürekli parmak ucunda bir şöhret, beraberinde getireceği kolay ve kestirmeden çılgın kazanç, ondan da öte, sonrasında o hep parmak ucunda, en zirvede olacak oluşun başdöndürücülüğünü yaşama şehvetinin karşı koyulmaz çekimi, çağrısı.. aynı zamanda çokça yazarın hareket düğmelerine basılmış gibi aynı anda ortaya çıkış sebebi de bu.. tazyik, sayıyı zaman zaman patlama noktasına getirir.. o zamanları perde gerisinde, uluslararası, açık/örtülü servislerin beslediği, imaj ve algı yönetimiyle, toplumları çıkarlarına uygun ve tehlikesiz biçimde dönüştürmekle vazifeli ajansların, kuruluşların kontrolleri altında birilerini piyasaya hazırlama, sürme çalışmaları belirler.. zayıflatılmış, zaaf sahibi edilmiş, kolay yönetilir hâle getirilmiş muz cumhuriyetlerine has bir şey, bir günde, bir anda gelen şöhret.. bazen dünyanın kendi etrafında dönüşünden de hızlı, bir saatte, piar, reklâm, kampanya pompalaları, ajans çalışmasıyla parlatılan… bütün bunların, yazılıp bir günde yayımlanan roman sayısının çokluğuyla ilgili ciddî bir fikir veriyor olduğu düşüncesi haksız ve yersiz sayılmaz.. tam tersi, yazın dünyasıyla ilgili ülke gerçeği.. seçki tasası olmayan, ortak dil ve ortalama beğeninin sık gözlü eleğinden geçmemiş çok fazla sayıda romanın yayımlanmasının temelindeki ciddî gerekçelerin en önde duranı belki.. durum; tıpkı bir kurbağının dilini bir filin arkasından poposuna son hız fırlatıp, onu kendine çekip yutma denemesi gibi?!. zavallığın resmi!. sonundaki acı gerçek; içini doldurmadan boş kimlik ve kişilikle ortaya bir özgüven patlamasıyla çıkıp, piyasa yapma denemelerinin sükût-u hayâle uğratıp verebileceği en kötü sonucu vermesi; zaman kaybı, kâğıt, servet, ümit isrâfı, beyhûde çaba, hayattan edecek kadar mutsuz son.. problemi çözüp bu acı gerçeği bertaraf etmenin, roman-romancılığın içine düştüğü bugünkü içler acısı kötü hâl ve gidişten kurtulmanın tek yolu; dünyadan ülkeden topraktan coğrafyadan toplumdan katmanlarından geçmişten gündemden sokaktan hayattan insandan hâdiselerden kültürden medeniyetten haberdar olmak.. bu kadarı da değil, yerli ve katışıksız olup, bunların hepsiyle yakın alâka kurmak ve yüzde yüz barışık olmak.. ancak u saikler üzerine kurulu bir roman günde yayımlanan bin roman arasından sıyrılıp o ‘mutlaka okunacaklar’ rafında yerini alabilir.. .. senin sorunun ne mi lan nezir?!. senin sorunun yazamamak değil!. bal gibi de yazabiliyorsun!. senin sorunun kendine güvenmemek, insanlardan, adından, tanınmaktan şöhretten kaçmak.. bide ‘neye yarar ki böylesi bir dünyaya kelime doğurmak’ demek, bir de ‘söylenecek her şey zaten söylenmiş’ demek, bide öyle çok bizzat kendi yahut hayran kitlesi nefesiyle şişik, burnu Kaf'larda 'yazar' var ki piyasada astronomik rakamlarda anasını satiim enflasyonla yarışıyo?!. işte, yazmak dediğinde böyle düşünen bi dinozordan hadi gel de yazı bekle şimdi?!.