Cuma
kafka’yla…
biriyle oturup bi “dâvâ”laşmanın kırk yıl hatırı varmış.. lâkin biz daha da ileri götürdük işi, kanka olduk.. ben artık kafka’yla bir ömür “dava”lı kanka olacaktım..
sonra… sonra canımız sıkıldı, rus ruleti oynamaya karar verdik sayfalarıyla, oynadık karşılıklı, bi o, bi ben, karşımıza aldığımız düşüncelerimize sıktık..
o benden şanslıydı, daha ilk sayfada yakaladı doluyu, çünkü önceden biliyordu, aşinaydı ve hep hazırdı, ben beş kez, beş sayfada arka arkaya boşa tetik düşürdüm.. altıncısı ise, patlamadı; çünkü kitap üçüncü hamur, seka kâğıdındandı ve sayfaları fırından çıkalı çok olduğundan, oldukça ıslaktı.. bu yüzden üst üste tutukluk yaptı, aklımı tutukladı..
zaten kırık kafamı kafka’ya daha fena taktım.. zaten de daha önce de sartre bulandırmıştı içimi, “bulantı”sıyla..
birinin diriminin, diğerinin ölümüne bağlı oluşu ne kötü?. işte, o kolayca tuttururken daha ilk celsede ölümü, ben ıskaladım.. henüz “okunmuştur” envanterine alamadığım “dönüşüm”ünü bekliyor olmalıydım?!.
sonra… ben, son bir kez daha denedim, o gittikten sonra.. bu kez ateş aldı kelimeler, sayfaları tutuşturdu ışık hızıyla, alnımı ışıttı.. lakin hedefini sıyırdı, sıyırdım..
hedefi alnımdı.. o gün bugün şakağımda o ilk günkü ağrı, çıldırtan zonklama, aynı ‘sıyrık’la fena sıyırmış, geziyorum..
o ki bi türlü başaramayıp sonunda üşüttüm, mademki de ben bir üşütüğüm artık, o saatten sonra yeşil ışık yakıp göz kırpan hayatla cilveleşmek olmazdı.. dikilip en işlek otoban ortalarına, harmandalı oynadım hayatımla, çıkıp ıstanbul-ankara arası vızır vızır işleyen tren yoluna, rayların üzerine oturdum, anadolu ekspresinin geçişini bekledim, beklerken boş durmadım, uzun uzun ‘uzunhava’lar okudum..
'uzunhava'lı beklemek sıktı, kalkıp sonra misketler, zeybekler, fidaydalar alıp yanıma, meydanlara çıktım yine tutturamadım.. horonlar bile vurdum, tek figürünü bilmediğim, hızlı ve çabuk, ayaklarımı birbirine dolaştırdım yine gelmedi, o yıllardır hayalim, muhteşem ‘son’umla yine buluşamadık; alnıma yapışacak, nasıl da beklediğim, hep ‘asil’ dediğim, asil bildiğim o tek kurşun puşt çıktı..
o günden sonra bi daha da denemedim.. “dâvâ”sını bıraktım olduğu yere.. oysa o çoktan amme dâvâsına dönüşmüştü, dünyanın.. insanlık arasında asırlar sürecek olsa da, “dâvâ” aramızda sonsuza dek kapandı..
aradan geçen zaman huzursuzdu; duramadım.. duramazdım, başka bir yol bulmalıydım şu 'aşk'a, kalkıp âşiyan'a gittim, "bir garip orhan veli"yle ölümden konuşmaya..
“bilmezdim şarkıların bu kadar güzel olduğunu ve kelimelerin kifayetsiz” demeden öncesiydi.. sıkı muhabbet ettik, mezarlığında, kabri başındaki heykelinin başına konan martı kuşuyla.. mart ayı değildi, martısı önce anlamadı beni.. lakin ben onu iyi anlamıştım..
sonra, ben belli etmeden yanından ayrılıp hisar önüne indim.. o gün boğaz kuzey denizi kadar soğuktu.. ben, denize, oltamın ucuna düşüncelerimi takıp atıp, nasibim kelimeleri beklerken, geriye çekilip keman da çaldım balıklara o soğukta.. o ise, ardımda “aman da başına da konan martı kuşları” için yazdığı şiirinden kopardığı iri mısralarını kafasına koymakla meşgul oldu, martılar o yüzden birikmişlerdi başına..
sonra… bu kez farketti beni.. gözlerime bakıp mânâlı, sensin bu der gibi, şiirinin martılardan arta kalanını tekrarladı, ama ben, bi tek o, en sevdiğim “bir kere sevdaya tutulmaya gör; ateşlere yandığının resmidir”i duydum..
ötesine de gerek yoktu zaten, şarkısını da, güftesini de, bestesini de iyi biliyordum.. zaten de ben bir kere sevdaya çoktan tutulmuş, rahmetli ebemin çoktan rahmetli örekesini çoktan görmüştüm.. çalıp söylemişliğim az mıydı, kemanım ve bağlamamla?!.
şu 'bağlama'?!. aradaki şu uzun 'kopuk'luğu da bağlar mıydı?!.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder