bütün zamanlar ‘geçmiş’ti, başka zaman bilmezdim..
yoktu bir geleceğim, “…ecek, …acak, nacak, bacak”
konuşacak..
hayatı getirip sonunda hep “di’li geçmiş”e bağlayışım bu
yüzden..
..
la gönül!. ben diyom ki, senin yerinde olsam, bööle duygusal
mod, aşk meşk, şimdiki zaman kipiyle, yok “ölüyom, bitiyom” vaziyetlerine
düşürmezdim kendimi.. en romantik fiilleri, balta girmemiş, insan görmemiş
ormanların ormantik fillerine bırakır, ölmemek için direnen, bi deri bi kemik
umutları, soyu tükenmiş artık fosil olmuş mamutlara havale eder, içimde göğünü
yitirmiş kör albatros gibi acı çığlıklar atarak dönüp duran kimsesiz sahipsiz
sesleri yıllanmış kırık kemanımın en alt telinin en dip sesine çeker, kaçacak kaçak
hüzzam seslerin perdelerini kapatır, sonu gelmez arzuları, her şeye rağmen
kendine bi gelecek bekleyen, yeni yeni filizlenen beklentileri sulamayı
bırakır, daha yaprak açmadan bahar başında soldurur, hiç gerçekleşmeyeceği,
gelmeyecek zamanlara gömer, üstünü de çalı çırpı, toprak taş, saz saman, gün
ay, yıl, asır; bigüzel örter, hayatın yaşanır dedikleri neyi varsa ilgilisine,
meraklısına terk eder, sonra oturur, sahilde, bibaşına, taşlar üzerine, şu
‘hayali cihan değen’ geçmiş zamanın dibine, ucuz şarapla geçmişini yudumlayan
berduş misali vurur ve ne varsa birikmiş, geçmiş adına, di’li geçmiş zaman
kipinde kendime hikâye eder, toprağa gömerdim..
gönül biladerim!. düzenlersek şunu biraz eğer, bu, “öldüm
bittim, eridim, kül oldum tarzı, üstümüze sanki doğal derimiz gibi yapışmış şu
çulumsu çapıdımsı arabesk şeylerden kurtulmak, dolayısıyla bi türlü
çıkamadığımız şu ağlamaklı moddan çıkıp, şu modun modasını tüm zamanlarda
geçirtmek için, şu edilgen kültürümüzün bi yerine önce ince bi cızık atarak
başlasak bi yerden, sonra hani, zedelemeden, bi yırtık kesik açmadan, tam tulum
çıkarır gibi soysak üzerimizden, fıtratımıza soyunsak bigüzel, bi çırılçıplak
bıraksak benliğimizi de, bi görsek en yalın, saydam saf hâliyle; hani böylecene
de içine işletip vaktin soğuğunu, hayallerimizi önce iliklerine kadar buz
kestirerek zamanda dondursak da, geleceği hatırlatacak tek bişe bırakmasak?!.
sonra,
geride kalmış ‘ân’ kırıntılarını, anı kırıklarını yığsak üst
üste, üstüne benzin döküp yaksak, bi güzel ısınsak da, geçmişin geçmişine
yanmaktan daha reel ve faideli, gelecek zırıldamalarına geçsek hayatın?!”
anlamına gelse de bi bakıma, ama öyle değil işte!.
'geçmiş'i öylece, yüzüstü, bibaşına bırakırsan, ‘gelecek’
dediğin o daha doğmamış kız ya
davulcuya kaçar ya zurnacıya da, anasından karnında henüz embriyo bile
değilken, oracıkta tarihe gömmüş olursun yavrucaa, diri diri.. hem gelecek
dediğin, öyle dünya meseleleri arasında artık on numara bi yeri olan,
insanlığın geleceği ilen alakalı o ‘kuantum fiziği teorisi eksik kalsa
hayatımızda, insanlığının dibini bulmak üzere olan insanın dibinde ne gibi bi
endikasyonlara sebebiyet verirdi lan acabaa?!’ konulu, yüksek ağız
konuşmacıların, ‘a, azizim!. gerçekten de çok mühim bi konu!. ilgi duymayanın,
gündemine almayanın, baş konu etmeyenin hayat damarlarından biri değil, tamamı
kopmuş gibidir!’ tarzı güzellemeleriyle dolu, bol bilimsel sallamalı
sempozyumlarına filan ilgi de duymak değil yani!. çünkü bu, gelmiş geçmiş en
kutsal ineğimiz ‘bilim’imizin tapınıcısı bilimselcilerimizin, insanlık için tek
bi endişe taşımadan, raatlıktan kuyruklarıyla oynama eylemidir.. bu yüzden, bi
dönsek diyorum ben, kendime kendimize de, geçmişte ve gelecekte gerçek ve asıl
meseleye de, dünyanın geçmişte fena baş belası şeyleri arasında en ön sırada,
bi numara sıraya sahip, şu ‘buğday bitisi, süne zararlısı ile mücadele’
meselesine yeniden bi el atsak.. çünkü, dünyanın geleceğini tehdit eden şey, ne
nükleer savaş tehlikesi, ne santraller, atmosfere salınan biyolojik, kimyasal
gazlar, zehirli atıklar sebebiyle ozon tabakasının delim delim delinmesi, ne
küresel ısınma, ne petrol ve yeni enerjiler için kan dökme, gariban ülkeleri
işgal ve halklarını topyekun kıyım katliam sorunudur.. büyük sorun, dünyanın
yakın bi gelecekte su ve ekmek sorunudur; tabi ki geriye, o coğrafyalarda
yaşayan tek bi insanoğlu kalırsa?!!.
zaten de, öteden beri, mevcut bi “korunumu ve sakınımı
kanunu” vardır enerjinin, yeni bi korumaya ihtiyacı yoktur..
kanun kanundur neticede.. işte bu nedenledir ki, birileri
kalkıp, şu bilimsel mevcut meşhur kanundan esinlenip, hani insanoğlunun his
dünyasına bi katkı olsun diye, iyi de niyetle, ‘kanunların insan ruhuna hitap
eden bi yanı da olmalı; ‘aşk’ı da bi korumaya almalı!” diyerek elleriyle bin
bir zahmet notaya dökmüş, sonunda çalıp söylenen “aşkın kanunu” diye bi şarkı
bile bestelemiş.. hani de, “zırva da hayatta tevil götürmez”.. bunu bi an için
yok sayıp, aklın tavanını da fena taciz edip, delip, uzaya çıkarıp, şu şarkı
ile şu kanun arasında sırf şu iyi niyetin hatrına, şu imkânsız ilintiye göz
yumabiliriz.. hâtta bununla da kalmayıp, ‘şu aşkın kanununu yazsam la bi,
yeniden?!’ şeklinde yeniden yorumlayabiliriz de; sırf içinde bi ‘aşk’ kelimesi
geçtiği için..
şimdi biri, birileri kalkıp, “la lavuk!. her şeye çıkar
gözüyle bakan günümüz dünyasında, aşktan gayrı her bişeye, paraya, erke,
statüye, konfora, sınırsız zevke, dibine kadar eğlenceye anasının salon camı kadar açık metropol
hayatında makineleşmiş, mekanikleşmiş, otomatikleşmiş, ruhsuz, soğuk, hacimsiz,
metalik şehir insanında bi gıdım aşk kalmış mı ki kanunu olsun?!.
aşk yoksa çile, çile yoksa insan, insan yoksa hayat, hayat
yoksa umut, umut yoksa ‘öte’, ‘öte’ yoksa ebediyet…
aşk yoksa insan yoktur, insan yoksa tanrı da yoktur.. aşkın
olmadığı yerde, şu (s)ikindirik
dünyanın geçici şeylerine, heva ve heveslerine tanrı deyip tapınmak vardır.. “insan
âşık değilse kâfirdir” diye bunun için söyler, İkbâl!.
aşk yoksa?!!. yani aşk yoksa yaşamanın da bi anlamı yoktur..
sittir çek git lan o zaman şu hayattan, git geber!” dese haklı!.
ya haklısın bak, bilader!.. bakma şöyle aşk-maşk-meşk
dediğime!. şu gönül beni düşürdü açığa böyle!. aşk deyince o hemen hoplar!.
yoksa ben yemezdim!.
yani, aslında beeen; bayaa bi tırsıyom bu dünyadan,
hayatından, insanından, kanunundan, geleceğinden, meselelerinden.. başıma ne
zaman düşcek, nerden ne gelcek, kim ne getircek die, tepeme astığı o koca koca
tabelalarından sakınıyom,.. onun içindir ki, n’olur n’olmaz lan diyerek, sabah
çıktığım megapolün aşksız yollarından trajik sığınağıma bir an evvel kapağı
atıp gecenin derinliklerinde kaybolup geçmişin hâtırasına gömülmek için tıpamı
sıkıp kaç tane de elim varsa artık, önümü arkamı sağımı solumu şu eşsiz göz
gönül alıcı acaip görüntülerine, garip tuhaf hâllerine, pahalı tarzına
dizaynına takılıp kalmaya her an hazır gözlerimi, yamulmak için bi fırsat
kollayan kalbimi ellerimle kapatarak, ruhsuz insanlarının, zırhlı arabalarının
çekiliyom önlerinden, sessizce ve hızla ve uzak geçiyom pırıl pırıl
caddelerinden, bin neonla ışıl ışıl, şuh vitrinli mağaza, beş yıldız iştah
açıcı restoran, dolu dolu kafeteryaları, neşeli meydanları, cıvıl cıvıl
parklarından, dev, duygusuz alışveriş merkezleri, mabetleri kıyılarından,
bulvar üstü, maddî değeri uçuk yüksek binalarının teras katları, yüksek balkon
altlarından, bol dikenli telli, çok ve gizli açık kameralı, sıkı korumalı,
kibirli plazalarının yüksek ihata duvarlarının dibinden, başımı eğerek, bi
gölge gibi hiç fark edilmeden..