Pazar

ne çok gece…

“yeşilbaş ördek olsam

su içmem gölünüzden!”


hayatının ilk acısıyla yüzleştiğim gündü.. sonraki günler hep aynıydı, bir öncekinin tekrârı; bir günü sonrakinin üzerine (d)evirirken..

mâdem artık senin için kader böyle vermiş hükmünü, madem huzurlu bir nefesten nasibin yok ve değişmeyecek gerçeğin, kabullenmiştin bunu.. işte, mâdem de her şeyin bir sonu vardı, dünyanın güzelliklerini, hayatın eğlencelerini geçici oyun bilip, heves ve heyecanlara kapatmalıydın kapılarını..


sığınacak bir saçak altı, bir müşfik kanat bulamadığında dünyadan, bir an önce trajik sığınağına dönmeli, yatağına büzülmeli, kendi içine sığınmalı, ağlamalı; kedere kestiğin tek biletle geceyi sabaha uzatıp, yeni güne uğurlamalı diye düşünürdün..

gece güne dönerken sahne boşalmalı, dekorlar silik, oyuncular sinik, gün ışıdığında gecenin o müthiş hüznünden hiç eser kalmamalıydı..

henüz bitememiş bir ömrün yalan hikâyesinin repliklerinden sâhici olan replikleriydi sana kalan.. kimselere duyurmadan dağladığın yaraların ve üstüne tuhaf, ölünesi, gülünesi, tütün sarısı bir yalnızlıktan sargı; 

sen, yaşanıp henüz yazılmamış bir hikâyenin bilinmedik, silik bir kahramanıydın..
..

sen yoksan ne gerek ki söz lelia?! miri malı misali, elde avuçta ne varsa, ne kalmışsa, açık büfe servis edip, yerliye, yedi kat yabancıya talana, yağmaya açmalı, son kırıntıları gülümseyerek yolculamalı; geriye de tek kelime bırakmadan..


lelia!. içimde bir arzu, senden gayrı her sese kulak tıkama, kimseyi görmeme, kimseye seslenmeme arzusu.. içimde yine o kuş ‘ne yaktıysa yüreğini, iyi yakmış nezir!. kanatlarım gibi!.’ diyor..


dünyanın sularının kabarıp kaynadığı, ömrünün dar vakitlerin kıstağında çaresiz kıvrandığı ve benim bunu artık tamı tamına anladığım, ötesini bilmediğim, göremediğim, atacak bir adım sonramın olmadığını bildiğim yerdeyim..

(bir şey kalmalıydı oysa geriye; (t)onlarca defa sınandığım anların anılarından derleyip demetlenmiş, içinde ne olduğunu bir benim, bir Rabbimin bildiği bir küçük kutucuk; içindeki sırdan dışına tek alâmet vermeyen, geçmişte yaşadıklarımdan ne bir korku, ne bir tutam tortu, ne bir tat, ne bir esinti ve ne bir koku ve ne bir ses, ne de yürüdüğüm yoldan bir iz?!.

işte, lafı uzattım yine, gün yine yüzyıl oldu. Aytmatov bile başaramazdı bunu!.

Çarşamba

yani diyosun ki lan gönül...

... ilkelim, dar görüşlüyüm, geri kafalıyım, kendimden menkulüm; anka'dan başka kuş, hayattan zorlu yokuş tanımam.. utanmadan bide, kendim çalıp kendim(e) söylerim; şurda bir allahın tek kulundan bi iltifat beklemeyen şu bet sesimle, karga gak demiş düzensiz besteler de benim.. yani, kendim doldurup kendim içiyom şu zıkkımları, “bi baht-ı karayım kullar içinde” de demiyom, gülüyom hallarıma..

zannımca da böyle bi acaiplie tevessül edebilcek bi akl-ı önce daha olmadığı için yeryüzünde, tek rakibim de kendimim.. bu demektir ki, şu erişilemez megalomanimin başka egolara geçme ihtimali sıfır..

elimde değil, çok mütevazıyım; ve mütevazılığımı da yiyim!. ve bak, ‘ne iş lan moruk; hem mütevazı, hem megaloman?!!. buz gibi çelişki işte!’ özeleştirimi, sorgu-tenkidimi de, peşin peşin bizzat kendim yapıyom şurda huzurunuzda; hani olur a, duyanın görenin bilenin bi itirazına teşne olabilir diye?!. ve sonunda, zevahirimi düşmesi muhtemel zavallı durumlardan kurtarıp, yüzde yüz selamete eriştircek beynelmilel bi söze dayanarak, karşılığını da kendim veriyom..

yani, kısaca, anlıycaanız; bakın hem kelim, hem fodul şurda!. ne güzel işte; ikisi bi arada, tara ve çık modeli!.

(bak, kelime/kavramları yerinde kullan!. zaten galat-ı meşhur bidünya şey var; güya en okuyan, en gelişmiş, en falan filan dünya toplumlarının hayatında!. yani ki ve sanırsam da farsça şu "fodul" hiç de öyle gelişigüzel kullanılacak bi kavram/kelime değil!. git kendine başka bi sıfat bul!. çok teelikeli!.)

gönül diyomuş ki...

1

bütün zamanlar ‘geçmiş’ti, başka zaman bilmezdim..

yoktu bir geleceğim, “…ecek, …acak, nacak, bacak” konuşacak..

hayatı getirip sonunda hep “di’li geçmiş”e bağlayışım bu yüzden..

..

la gönül!. ben diyom ki, senin yerinde olsam, bööle duygusal mod, aşk meşk, şimdiki zaman kipiyle, yok “ölüyom, bitiyom” vaziyetlerine düşürmezdim kendimi.. en romantik fiilleri, balta girmemiş, insan görmemiş ormanların ormantik fillerine bırakır, ölmemek için direnen, bi deri bi kemik umutları, soyu tükenmiş artık fosil olmuş mamutlara havale eder, içimde göğünü yitirmiş kör albatros gibi acı çığlıklar atarak dönüp duran kimsesiz sahipsiz sesleri yıllanmış kırık kemanımın en alt telinin en dip sesine çeker, kaçacak kaçak hüzzam seslerin perdelerini kapatır, sonu gelmez arzuları, her şeye rağmen kendine bi gelecek bekleyen, yeni yeni filizlenen beklentileri sulamayı bırakır, daha yaprak açmadan bahar başında soldurur, hiç gerçekleşmeyeceği, gelmeyecek zamanlara gömer, üstünü de çalı çırpı, toprak taş, saz saman, gün ay, yıl, asır; bigüzel örter, hayatın yaşanır dedikleri neyi varsa ilgilisine, meraklısına terk eder, sonra oturur, sahilde, bibaşına, taşlar üzerine, şu ‘hayali cihan değen’ geçmiş zamanın dibine, ucuz şarapla geçmişini yudumlayan berduş misali vurur ve ne varsa birikmiş, geçmiş adına, di’li geçmiş zaman kipinde kendime hikâye eder, toprağa gömerdim..


gönül biladerim!. düzenlersek şunu biraz eğer, bu, “öldüm bittim, eridim, kül oldum tarzı, üstümüze sanki doğal derimiz gibi yapışmış şu çulumsu çapıdımsı arabesk şeylerden kurtulmak, dolayısıyla bi türlü çıkamadığımız şu ağlamaklı moddan çıkıp, şu modun modasını tüm zamanlarda geçirtmek için, şu edilgen kültürümüzün bi yerine önce ince bi cızık atarak başlasak bi yerden, sonra hani, zedelemeden, bi yırtık kesik açmadan, tam tulum çıkarır gibi soysak üzerimizden, fıtratımıza soyunsak bigüzel, bi çırılçıplak bıraksak benliğimizi de, bi görsek en yalın, saydam saf hâliyle; hani böylecene de içine işletip vaktin soğuğunu, hayallerimizi önce iliklerine kadar buz kestirerek zamanda dondursak da, geleceği hatırlatacak tek bişe bırakmasak?!.

sonra,

geride kalmış ‘ân’ kırıntılarını, anı kırıklarını yığsak üst üste, üstüne benzin döküp yaksak, bi güzel ısınsak da, geçmişin geçmişine yanmaktan daha reel ve faideli, gelecek zırıldamalarına geçsek hayatın?!” anlamına gelse de bi bakıma, ama öyle değil işte!.


'geçmiş'i öylece, yüzüstü, bibaşına bırakırsan, ‘gelecek’ dediğin o daha doğmamış kız ya davulcuya kaçar ya zurnacıya da, anasından karnında henüz embriyo bile değilken, oracıkta tarihe gömmüş olursun yavrucaa, diri diri.. hem gelecek dediğin, öyle dünya meseleleri arasında artık on numara bi yeri olan, insanlığın geleceği ilen alakalı o ‘kuantum fiziği teorisi eksik kalsa hayatımızda, insanlığının dibini bulmak üzere olan insanın dibinde ne gibi bi endikasyonlara sebebiyet verirdi lan acabaa?!’ konulu, yüksek ağız konuşmacıların, ‘a, azizim!. gerçekten de çok mühim bi konu!. ilgi duymayanın, gündemine almayanın, baş konu etmeyenin hayat damarlarından biri değil, tamamı kopmuş gibidir!’ tarzı güzellemeleriyle dolu, bol bilimsel sallamalı sempozyumlarına filan ilgi de duymak değil yani!. çünkü bu, gelmiş geçmiş en kutsal ineğimiz ‘bilim’imizin tapınıcısı bilimselcilerimizin, insanlık için tek bi endişe taşımadan, raatlıktan kuyruklarıyla oynama eylemidir.. bu yüzden, bi dönsek diyorum ben, kendime kendimize de, geçmişte ve gelecekte gerçek ve asıl meseleye de, dünyanın geçmişte fena baş belası şeyleri arasında en ön sırada, bi numara sıraya sahip, şu ‘buğday bitisi, süne zararlısı ile mücadele’ meselesine yeniden bi el atsak.. çünkü, dünyanın geleceğini tehdit eden şey, ne nükleer savaş tehlikesi, ne santraller, atmosfere salınan biyolojik, kimyasal gazlar, zehirli atıklar sebebiyle ozon tabakasının delim delim delinmesi, ne küresel ısınma, ne petrol ve yeni enerjiler için kan dökme, gariban ülkeleri işgal ve halklarını topyekun kıyım katliam sorunudur.. büyük sorun, dünyanın yakın bi gelecekte su ve ekmek sorunudur; tabi ki geriye, o coğrafyalarda yaşayan tek bi insanoğlu kalırsa?!!.

zaten de, öteden beri, mevcut bi “korunumu ve sakınımı kanunu” vardır enerjinin, yeni bi korumaya ihtiyacı yoktur..


kanun kanundur neticede.. işte bu nedenledir ki, birileri kalkıp, şu bilimsel mevcut meşhur kanundan esinlenip, hani insanoğlunun his dünyasına bi katkı olsun diye, iyi de niyetle, ‘kanunların insan ruhuna hitap eden bi yanı da olmalı; ‘aşk’ı da bi korumaya almalı!” diyerek elleriyle bin bir zahmet notaya dökmüş, sonunda çalıp söylenen “aşkın kanunu” diye bi şarkı bile bestelemiş.. hani de, “zırva da hayatta tevil götürmez”.. bunu bi an için yok sayıp, aklın tavanını da fena taciz edip, delip, uzaya çıkarıp, şu şarkı ile şu kanun arasında sırf şu iyi niyetin hatrına, şu imkânsız ilintiye göz yumabiliriz.. hâtta bununla da kalmayıp, ‘şu aşkın kanununu yazsam la bi, yeniden?!’ şeklinde yeniden yorumlayabiliriz de; sırf içinde bi ‘aşk’ kelimesi geçtiği için..


şimdi biri, birileri kalkıp, “la lavuk!. her şeye çıkar gözüyle bakan günümüz dünyasında, aşktan gayrı her bişeye, paraya, erke, statüye, konfora, sınırsız zevke, dibine kadar eğlenceye anasının salon camı kadar açık metropol hayatında makineleşmiş, mekanikleşmiş, otomatikleşmiş, ruhsuz, soğuk, hacimsiz, metalik şehir insanında bi gıdım aşk kalmış mı ki kanunu olsun?!.

aşk yoksa çile, çile yoksa insan, insan yoksa hayat, hayat yoksa umut, umut yoksa ‘öte’, ‘öte’ yoksa ebediyet…

aşk yoksa insan yoktur, insan yoksa tanrı da yoktur.. aşkın olmadığı yerde, şu (s)ikindirik dünyanın geçici şeylerine, heva ve heveslerine tanrı deyip tapınmak vardır.. “insan âşık değilse kâfirdir” diye bunun için söyler, İkbâl!.


aşk yoksa?!!. yani aşk yoksa yaşamanın da bi anlamı yoktur.. sittir çek git lan o zaman şu hayattan, git geber!” dese haklı!.


ya haklısın bak, bilader!.. bakma şöyle aşk-maşk-meşk dediğime!. şu gönül beni düşürdü açığa böyle!. aşk deyince o hemen hoplar!. yoksa ben yemezdim!.


yani, aslında beeen; bayaa bi tırsıyom bu dünyadan, hayatından, insanından, kanunundan, geleceğinden, meselelerinden.. başıma ne zaman düşcek, nerden ne gelcek, kim ne getircek die, tepeme astığı o koca koca tabelalarından sakınıyom,.. onun içindir ki, n’olur n’olmaz lan diyerek, sabah çıktığım megapolün aşksız yollarından trajik sığınağıma bir an evvel kapağı atıp gecenin derinliklerinde kaybolup geçmişin hâtırasına gömülmek için tıpamı sıkıp kaç tane de elim varsa artık, önümü arkamı sağımı solumu şu eşsiz göz gönül alıcı acaip görüntülerine, garip tuhaf hâllerine, pahalı tarzına dizaynına takılıp kalmaya her an hazır gözlerimi, yamulmak için bi fırsat kollayan kalbimi ellerimle kapatarak, ruhsuz insanlarının, zırhlı arabalarının çekiliyom önlerinden, sessizce ve hızla ve uzak geçiyom pırıl pırıl caddelerinden, bin neonla ışıl ışıl, şuh vitrinli mağaza, beş yıldız iştah açıcı restoran, dolu dolu kafeteryaları, neşeli meydanları, cıvıl cıvıl parklarından, dev, duygusuz alışveriş merkezleri, mabetleri kıyılarından, bulvar üstü, maddî değeri uçuk yüksek binalarının teras katları, yüksek balkon altlarından, bol dikenli telli, çok ve gizli açık kameralı, sıkı korumalı, kibirli plazalarının yüksek ihata duvarlarının dibinden, başımı eğerek, bi gölge gibi hiç fark edilmeden..

Pazartesi

gönül yine diyo ki!..

sustuğun yok ki?!.

...

bulvar kaldırımlarındaki dev panolara asılan reklâm afişlerinde, poz vermiş, uluslararası top modelin uzaklara dalmış buğulu, hülyâlı bakışlarına âşık olan salaklar var.. sayıları, önünden geçerken onlara ‘resmen’ yahut kuytu biköşede gizli 'asılan'lardan daha çok.. lan gerçekten bak "anam bacım olsunlar, çok güzeller!. güzel allahım ne güzel yaratmış!" diyen dallama romantikler bile çıkıyo aralarından?!!.

ve sen de şunlara, onlara nasıl da 'insan' yaklaşıyosun?!!. dikeyim senin o insan cart curt sevgini!. sevme lan, sevme!. sevilcek insan çok az!..

ama lan gönül, o kadar büyülenmiş bakıyolardı ki, acıdım ve onlara 'lan mallar!. sizin şu bakışlarınızdan dünya para kaldırıyo onlar!. profesyonel lan onlar!. zengin ediyonuz reklâmcıları, modelleri!.' diyemedim!. kıyamadım!. aksine, 'ben sizin o saf, ilkel, doğal, masum duygularınızın ellerini öpeyim, yapmayın böyle abicim!' dedim, gönül bunları duyunca içinden fenâ söylendi;

(lan buna da neden söz edersek edelim, ister çiçekten böcekten, ister ayağında“d'by divarese” marka yüksek ökçeli kundurası, üstünde valentini tayyörü, içinde muhteşem elbisesi, boynunda versace fuları, şu şıkır şıkır güzellerden, güzellemelerinden; bunun kalbine bu dünyadan olmayan, başka çizikler düşüyo?!.ne anormal bi kafa bu?!!.

bu, erkek milletinden normal bi kul-insan değil, bu başka bi mahluk?!!.)

..

angut gönül, benim bunları duyduğumu bilmiyodu!. karşılık verince çok bozuldu;

'bak yavrum gönül, billâ da, bunun şeyle, baharda hormonal dengesi yukarlara yukarlara fırlamakla bozulmuş, azmış mahluk sendromuyla bi ilgisi yok; aklına gelmesin kellâ, öylesi şeyler!. ama şu gelsin aklına; bu adamın böyle afili, aşırı iddialı denecek kadar süslü sepetli, hele ki de kibirli tazecik ya da kartçık fark etmez, egosu bırak dünya atmosferini, uzayda gezinen havalı tiplere hiç dayanamam!. yani, yanlış anlama; katlanamam!.

şıkır şıkır modeller, mankenler, güzel sunucular sürekli göz önünde, teşhirde, "tablo gibisiler", "biblo gibisiler" vs falan lafları bidünya 'magazin' geziniyo ortalıkta?!.

istediğin kadar 'ilkel, yobaz, çok geri kafa' de?!. böyle 'güzel güzel' sunulursa mahrem güzellikler, ulu orta, en olmadık şekil ve yerlerde, karşında bulursan, bu acaip sunuş, sunum ve anlatım karşısında lafa tetiklenmemek her babayiğidin harcı değil!.

günümüz moda magazin modern kevaşe dünyasında süs, aksesuar, "sunum" önemli mâlûm!.

ay, seni gıdıklıyasım geldi lan gönül!. sen neleri ve nasıl da biliyosun lan; o markaları, modelleri, modellemeleri, ne işin olur senin onlarla olm; kız değilsin, kadın değilsin, töbe, bi trans mrans?!. e, o hâlde?!!.

ama adın?!. adın kız/kadın adı, anan da terziydi senin?!. bi terzi bi terziydi, kimse sormasın şurda, ustalığı müthiş, allah vergisi!. iki elini de bigüzel kullanır; soluyla keser, tek kesişte, sağ eliyle diker, tek dikişte; ne provası, teğeli?!.

dünyanın en iyilerinden, müthiş bi kabiliyetti; ki, devrin ses sanatçılarının, opera, bale balo şeysilerinin, artizlerinin terzisi?!. ne elbiseler, ne sahne şeysileri?!!. ipekten, tiril tiril bluz; askılı filan?!. yine de; zannımca tayyörün altında elbise olmaz..

neyse lan gönül, saydığın markalar reel en azından.. severler kadınlar, orlardan şeyedilmeyi.. şeyedilmek derken; giyinmeyi, gezinmeyi, ünlü cadde meydanlarda muhteşem vitrin seyrini..

bazıları her şeyini bilir, kullanır, sever, bazıları da nefret edermiş.. misal; ayakkabısını, elbisesini kullanmazmış, çünkü yırtık pırtık severmiş.. ve ama o erkeklerin "içilesi" dediği o "hatun"lara kadınlar da bakıyomuş, neyine bakıyolarsa artık?!. 'lezzo' mudurlar, nedirdirler, töbee?!.

bildiğimden falan değil lan gönül, biliyosun; önce anamın müthiş muhteşem sanatkâr terziliğinden, sonra, adımbaşı o tabelalardan, gözümüzün içine içine giren reklâmlardan!. yoksa ne işim olur, karıların bayıldığı giyim kuşam moda tanrılarına kullukları, tapınmalarıyla, di mi?!.