Pazartesi

gönül diyo ki...

bunca olan biten, şunca hengâme, şunca kaos, şunca karışıklık, şunca çeşnisiyle müthiş âlâyişli bir panayır yerinin kalabalığına işaret ediyor hayat.. hele ki sükunetin artık ancak gecenin üçüncü yarısına kaldığı, sahip çıkanlarının da berduşlar, yalnızlar, serseriler, evsizler ve çöp karıştıran kediler ve köpekler olduğu büyük bir metropolde..

şehir hayatının herkese, her keseye hitap edebilecek hassasiyetle hazırlanmış ve hemen herkese sunabileceği bir menüsü var; ve sayılması zor o bol çeşnisinin yazıldığı listenin içinde bana uygun olanını arıyorum ve fakat hayret, zengin fakir, güçlü zayıf, egemen, ezilen, iyi kötü; hemen hiç istisnasız herkese bir arketip üretip onları tek tek tâliplilerine sunabilen şehir ve hayatı beni listeye almayı unutmuş ve bana satın alabileceğim uygun bir arketip imâl etmemiş?!!.

buna sevinmeli mi, üzülmeli miyim, bilmiyorum!. sanırım sevinmeliyim, çünkü unutulmuş oluşumun modernizmin sürünün her bir ferdi için hazırladığı ve onlardan birini satın almaya her bir müntesibini icbar ettiği şu kimliklerden, rollerden, maskelerden ya da arketiplerden birini seçme gibi, her türlüsünden nefret ettiğim bir dayatmasıyla baş başa kalmıyor oluşum gibi büyük bir lüksüm var.. sevinmeliyim o unutulmuşluğuma, çünkü o çok sevdiğim masal dünyasından dilediğim birini terekeme alıp, o masal kahramanlarından gönlümce en anlamlı olanını yerinden gönlümce alıp, kesip biçip, boyayıp, hayatın da ta kendisini tüm özgürlüğümle bir masala dönüştürüp onu, uçuk bir  gülümseyişle, yaşama yaşatma yaşatıyor olma gibi güzellik kalıyor bana..

hayatın, dünyanın kazık gibi gerçeklerinin ortasında masal/hayâl/rüyâ yaşamak... valla da öyle oldu; ölüm hâriç, hiçbişeyini ve hiç ciddiye almadın lan gönül, bu yüzden de ne bi dikili ağacın oldu dünyada, hayatta, ne de başına ne geleceğinin bir derdi..

zâten de gerçeğin kendisi bile bir süre sonra, üç beş deli yürek hariç, kimse onu üstlenmeye tâkat yetiremediğinden, bundan daha çok şu mukavva fos karton kalıplarına ağır geleceği korkusuyla hep kaçındığından, artık “di’li  geçmiş”le yazılıp yalnızca beş çaylarının sıkıcı geyiğine sakız, bir hayâlî hikâyeye dönüştürüyor; hayatı da kendini de.. işte o zaman, yaşanan şunca şeyin hangisi hayâl, hangisi gerçek, karıştırıyor insan..

Cuma

senden başka herkes…


(işte, her evin bir fedâisi, bir kurbanı, bir gönüllü yahut mecbûrî kölesi, bir adanmışı, bir ‘nezir’`i var..)

bu adı seçişin boşa değildi..

aklın erdiğinde başladı senin adanmışlığın; ve bitmedi, bitmiyor, bitmeyecek son nefesine değin.. önce baba ocağı, âile, yakın-uzak akraba, yaşadığın yerler, mahalle, semt, şehir, ülke..

ne tehlikeler, ne ölümlerle, hep önde; ne harmandalları...

meydanda hep sen varsındır; en zor, en içinden çıkılmaz, ağır sorumluluk isteyen işleri, ağır yükleri, çoğu sana ait aslâ olmayan çok şeyi, sanki ezelde sırtına yapıştırılmış, gövdene kaynatılmışçasına, evvel emir vazifenmişçesine yüklenen, üstlenen..

...

 zor zamanlarda meydanda fedâiler kurbanlar köleler, ahmak aptal salak deli, kahramanlar hâriç, kimseler olmaz; bu yüzden ilk ve hep kırılanlar onlardır..

...

işlerin zorlaştığı, kimselerin en küçük bir sorumluluk almadığı, cesaretin ve karşılıksız emek verme hissinin zerresini taşımadığı, hep bir kurban, fedâî köle beklediği, ortalıktan sıvıştığı yer ve zamanlarda sen hesapsızca umarsızca atılan olursun hep ve artık üzerine alan, mezara dek yapışmış, yapıştırılmış görevindir bu.. ne vakit bir yük sorumluluk, zorluk çıksa gözler seni arar, insanlar adını hatırlar, sorar ve ne hikmetse hep de bulurlar; çünkü sen kaçmayan, kaçamayan, sevdiklerini, kendini, geleceğini düşünmeyen, her hâl ve şartta, her zaman bir çıkış yolu bulan, cesur havarisindir..

ortalık yatışıp, sorun, risk kalmadığında o kayıp kalabalıklar saklandıkları emniyetli yerlerden birden ortaya çıkar, her yana doluşur, üşüşür, adını yalnızca aptallığınla anarlar ardından, kahkahalar atarak..

işte

 sen hep kaybettiği hâlde hiç akledemeyensin..

...

yaradılışından kurban, fedâî isen bir yudum huzur vermez, nefes aldırmaz en yakın yakın bildiğin çevren, hayat, insanlar.. kullanırlar saflığını, temiz yürekliliğini, hesapsızlığını, kolayca aldatırlar,,

sen aldanansındır hep, ihânete uğrayan, kolayca harcanan; çünkü sen aldanmaya hep müsaitsin..

selâm olsun, muhyiddin arabî’ye; "bütün dillerde iyiler iyidir" diyen.. anlayan da anlar, kötülük ve kötülerden söz eden kim?!.

acımasızdırlar; birer usta, sinsi hesap uzmanıdırlar.. en düşüğü, en umursanmazı, en beş para etmezi, en ahmağı bile şark kurnazı olup çıkar.. marks deyimiyle "lumpen", çöp, çöplük, yığın yığın, basit sığ, düşüncesiz, kaba, acımasız, avcı kalabalıklar; parıltılı gözleri, keskin dişleri, doymayan iştahları, akan salyalarıyla vahşi köpekler gibidirler, sen ölümcül yaralı, mecâlsiz bir av ortalarında..

hesabına tavan yaptıran, bencilliğini insanlığın en dibine indiren böcek tabiatlı, hissiz kalabalıkların içinde yaşamak zordur.. iyilerdensen, anne baban kardeşlerin arkadaş dost dediklerini bile tanıyamaz olursun bazen.. ortada bir çıkar, görev, fedakârlık gerektiren bir durum, yük varsa tanınamaz olurlar..

 iyilerdensen yanmışsındır.. insanlar doymak bilmez iştahalarıyla küçük kurtçuklar gibi kemirir, semirir, hayat sürerler; sen usul usul tükenirken..

anadolu'da bi söz var, "iti öldürene sürükletirler".. boğuşan uğraşan didinen yara darbe alan sen olursun, üstesinden gelirsin bide ortalığı temizletirler..

aç canavarlardır hep.. onlara iyilikle yaklaşmak, kalbini açmak, şefkat göstermek, iyilik yapmak tek şey ifade etmez.. onlarla bağ kurulmaz, yakın durulmaz.. bir bilgenin dediği “aç canavara muhabbet beslemek onun merhametini celbetmez, iştahâsını artırır, döner, dişinin kirâsını ister”

kaçamazsın; bir kere tutuklanmışsın adanmışlığa, ezelde..

kurtulmak için çırpınmak daha da ağırlaştırır her şeyi, daha beter dolanırsın ağlarına, dibe çeker, daha beter hâller yaşatır..

ve bırakırsın çaresiz, akışa, akışına ve görürsün;

ölüler batmıyormuş..

"gassal elinde meyyit" derler; çaresiz teslim.. zor, lâkin ancak böyle öğreniyorsun acınla yaşamayı; derinine gömerek, kimselere göstermeden yaralarını..

 böyle yaşamak zor.. ve ama sonunda ‘aşk’ var işte; her şeyden öte, her şeyi çekilir kılan, acıyı bal eyleyen, en güzel ateş, en eşsiz yanış.. tıpkı şiir/şarkıdaki gibi;

"bir kere sevdâya tutulmaya gör

ateşlere yandığının resmidir

âşık dediğin mecnûn misâli kör

ne bilsin âlemde ne mevsimidir"

işte

 aşk en güzel ağlayış, eşsiz iksir, yarana merhem gözyaşıdır.. böyle bir mahkûmiyeti olan bir kalp her şeyi anlar.. ve ancak kendi gibilere açar derdini..

anlayan bir kalp derdini dökeceğin ummân, inleyeceğin âsûmândır;

“derdimi ummâna döktüm, âsûmâna inledim” diyerek...

o anlar seni..

ve

zaten de mevlâna der; "söz anlayana söylenir"

Çarşamba

zamir...

 aşk tek kişilik, tek başınalıktır, tek kişilik yangın ve aşkta adâlet arama, yok zelâl?!.

aşk sonsuz özgürlük.. ve aşk dünyaya hayata meydan okuyuş.. cesaret ister aşk..

donkişot, benim o sevimli ihtiyar delim.. onu seçtim aşkı anlamak anlatmak için.. donkişot zamirlerimden biri benim zelâl!.

 

‘zamir’i anlatabilmek zordur.. delilerimden biri iyi anlatır onu;

“isim bin harften müteşekkil olsa da, zamir onun yerini alır-m. Ârâbî”

ârabî ârıza adam ve “zamir”; birine “işte, o!.” dedirten şey..

“işte, o!.”; birinin bunu diyebileceği, kalbini deli heyecan, duracak gibi çarptıracak, içini bayram yerine çevirecek bir kimsesinin olması, onun için ne eşsiz, ne sonsuz bir varsıllık!.

 

akıllı deliydi donkişot, sanayileşmeyle birlikte aşkın da sanayiisinin başlayacağını biliyordu.. bir kahraman olmak için yola çıkmadı; insanlığın çoktan kaybettiği bir savaşa bile bile umutsuzca girdi ve kahraman oldu..


aşkın sanayiisi değil, yan sanayiisi bile oluştu, hâttâ sanalı..

ayağa düştü aşk, pazara.. kıymeti artık insan nazarında, kul pazarında pul etmeyen şey.. ve şimdi donkişot olmanın tam da zamanı..


(anlamak… ballar balını bulmuşsun işte, kovanın yağma olsa ne zarar, insanlar anlamasa seni ne yazar nezir mi diyorsun kendine, “biri avcunda elmas tutuyor, başkaları onu cam sanıyorsa bunun ona ne zararı var?!. biri avcunda cam tutuyor, başkaları onu elmas sanıyorsa bunun sana ne yararı var?!.” mı diyorsun, selâm olsun, câfer-i sâdık gibi?!.


(herkesler gider, artlarında hep ben kalırdım.. hep böyle oldu; kayıp gökyüzüm var dediğim, ufuklarına baktığım, satırlarının yolunu gözlediğim, ufka bakıp intizar ettiğim, mektup beklediğim kim varsa birer birer eksildiler göğümden, kayarak.. arada seslerinin gelmesi yazma sebebimdi; şimdi sesin gölgesi yok..)


bir ilâhî ceza gibi sanki dünyada kimsesizlik.. oysa etrafı kalabalık insanın.. ve allah kıskanç, kulunun kalbini ıssız ve yalnız bırakıp, yalnızlaştırıp kendine saklıyor.. yalnızlığı tanımla deselerdi bunu derdim zelâl!. çoğu zaman şikâyetini ettiğimiz, kimi zaman da hakikatinin künhüne varıp sevindiğimiz şu ıssızlığın yalnızlığın sebebi bu olsa gerek?!.


işte, aynı yolu yürüyoruz seninle; aynı ıssızlığı, yalnızlığı, sessizliği ve aynı yolda yürüyenler danışmazlarmış birbirlerine..


yola, dünyaya önce gelip, erken çıkmış, önden ben gidiyorum sanırdım yolda birine rastladığımda.. öyle değilmiş lakin; ne erken gelen varmış, ne geç kalan; ân içinde, yazılmış kaderler, kadere yazılmışlar yaşanıyormuş yalnızca.. bunu düşünmek teselli, bir tek bu su döküyor iç yangınıma..


yolda yolcuya rastlamak, seninle aynı dili konuşanlara, büyük armağanmış allahtan.. yolda olanlar, yolda yolcuya rastlayanlar buna sevinmeli..


“yolcusunu doyurmayan yola gidilmez” dedirtir m. nuayme, bir romanında bir çobana.. insan onu anlayan biriyle karşılaştığında yolda, yürüdüğü yolun nasıl güzel olduğunun farkına varır, dünyayı yangınını acılarını unutur.. ‘ân’ın sarışı, zamanı.. zerrenin kürreyi ihâtası gibi.. atomun, bir topluiğne başına nispet olup futbol sahası büyüklüğündeki çekirdeği kuşatışı gibi.. ân dediğin bir nokta, lakin sonsuzu içinde taşır..


tanrım, birazcık sükûnet diye ne çok dua etmişliğim oldu zelâl... aklım henüz erdiğinden beridir dünyaya, hayata, anlayıp çözdüğümden beridir her bir şeyini, gece gündüz hiç eksilmeyen, giderek artan içimdeki sarsıntı, beynimden hiç gitmeyen düşüncenin uğultusu hiç durmadı.. aklı işbilirlik olarak niteleyen zamâne insanı gibi ‘akıllı’ olmayı dileyecek kadar ‘akıl’llanmadım, istemiyorum da bunu hiç..


sükûnet duâsı... azcık dursa sarsıntı, birazcık dönsem dünyaya, azcık insan içine çıksam inimden trajik sığınağımdan, kalabalığa karışsam belki rastlarım ben gibi birine?!. tamam, bir aziz değilim zelâl; bir kurtarıcı havari, bir keşiş, bir ermiş, hâşâ bir yazar-çizer, ya da başka bir bilmem ne bişey ve bunların da hiçbir ehemmiyeti de yokken nazarımda?!. adı anlamlı bir ağızdan anılmayacak, kalabalık, insan içinde alabildiğine tanınmaz, parmakla gösterilemeyecek kadar silik, önemsiz biri ve alabildiğine basit bir hayatın sahibi, alabildiğine sokağın dibinde, alabildiğine sıradan.. aslında sıradan bile değil, bu bile bir varlık, bir keyfiyet ifadesi..

ara ara kendini sokağın en diplerine atan, çamuruna, kirine, pasına ve bile bile, kalbini bile bile karartıp, karartıp kanırtıp ve her şeyi, ama her şeyi anlayarak, anladığı kadar da acı çekerek...


tahammül edemez herkes sokağa zelâl; lağımına, kesif kokusuna, karanlığına.. oysa sokak hayattır, hayatın ta kendidir, orda akar hayat..


(zelâl!. yüzümü sokaktan alıp döndüğümde lahûtî şeylere, ruhumu yükselip yücelttiğim kadar, bilmelisin, onu bile bile en aşağılık hâllere atıp nasıl yerin dibine geçirdiğimi.. bir cennet, bir cehennem yaşatıyorum ona aynı ân içinde ve gariptir ki bunu bile isteye, yana yana, yaka yaka, yana yakıla yapıyorum?!.

insan niye yaşatır ki kendine böylesi bir azabı; üstelik hakikati anlaya anlaya bile bile?!.

işte, seninle, anlayarak öleceğiz zelâl; sessizce..)