meçhûl kalemler olup, kalem tutup, uzaklara, bilinmedik adreslere, karşılık bulmayacak mektuplar yazıp yollamakla hayata tutunanlar, yazmanın birtakım cümle elemanlarından, bağlaç ve imlâ işaretlerinden ibaret olduğunu sanır.. oysa onların içimizde ciltlere sığmayacak hikâyeleri öylece içimizde durur, bıraktıkları büyük anlamları vardır bizde saklı..
işte, biz ne çok ‘hiç kimse’yiz biz ve ne çok ‘hiç kimse’ var!.
kelimeleri şaha kaldırmak sonu bir uçurumda biten yola çıkarmaktır.. yol biter kelimeler tükenmez.. kelimelerin bittiğini anladığı yerde atını sonsuza sürer gidenler; içimizde derin izler bırakarak..
buralarda bi kimse okusun endişesi taşımadan kendilerine yazanlar; her biri, henüz tüm sayfaları çevrilmemiş, açılıp okunmamış, gönülden gönüle aktarılmamış birer meçhûl hikâye, birer meçhûl cilt.. hayatın yüreklerine dokunduğu yerlerde, raptolduğu cildinden kopup kendi kıyılarına dağılıvermiş fasiküllerinden dökülen satırlarından yüreklerinin girizgâhlarına buzlu, buğulu camlar ardından bakar gibi bakıp, görebildiklerimizi anlamlandırıp, hüzünlerini, aşklarını, acılarını süzdüğümüz, her biri tam göğsümüzden, bizden, bu topraklardan hikâyeler.. her biri kendi kaderini yaşayan, yaşarken yazan, yazmakla yüreklerinin kıvrık uçlarını utangaç bir tevazuuyla açıp, önümüze serdikleri yürek sofralarından hayata bakışlarını, aşka aldanışlarını, şiirlerini, şarkılarını hatıralarını tatmakla gizemli ülkelerine keşif yolculuklarına çıktığımız, kişiliklerinin, anlamlarının şahidi oldukça yolculuğumuzu sürdürdüğümüz nice meçhûl kalem.. onlar, hayatın karmaşası, mahşerî dünya kalabalıkları içinde, her biri kaderinin yörüngesinde bi başına yol alan, en kuvvetli gözlem aygıtlarının merceklerine düşmeyecek, en geniş açılı objektiflere takılmayacak, en keskin gözlü kadrajlara dahi girmeyecek, evrenin en uzak köşesinde, parmak uçlarında olmanın dayanılmaz esrikliğinden hep uzak, kimselerin “işte o!” demeyeceği en uzak yıldız kadar belirsiz olacaklar belki; belki hiç dikkat çekmeyecekler.. lâkin ciltlere sığmayacak hikâyelerdir ‘hiç kimse’lerin hikâyeleri; elden düşüp kütüphane raflarında nemlenmeye terk edilmeyecek, yazılmamış kitaplarda yaşayan…
saatini ayrılığa kurmuşların hikâyeleri onlar.. onlar, hikâyelerine gönül verdiklerimiz; kişisel gelişimcilerin eğitimlerinden, sahasında yadsınılmaz imajmeykırların sihirli ellerinden, bir numara sanat eğitmenlerinin eleğinden geçip, estirilmiş yapay rüzgârlarla, masum yüzlü garry grant melâlli, clark öpüşlü, baygın bakışlı jönlerin, baş döndüren, çekici, yakıcı, baştan çıkarıcı, göz kamaştırıcı miss world endamlı süzgünlerin seyran eylediği, hiçbir şeyin eksik edilmediği yapay dünyanın büyüleyici atmosferine iliştirilmiş, hep göz önünde, parmak ucunda, parmak ısırtan, ihtişamlı parlaklıklarını yitirdiklerinde gözden düşüp unutulmayı ölüm bilen, modern dünyanın göz açıp kapama süresince parlayan, kuru hayranlarının, kuru hayranlıklarının canını alıcı yapay yıldızları değil.. onların hikâyeleri sıkı senaristlerin kaleminden dökülüp, unutulmaz filmlere imzalar atan maharetli yönetmenlere ekşın dedirtip, seyirlik ihtişamlı yapıtlara dönüşüp, hınca hınç salonlarda seçkin seyircisine avuçlar patlattıracak alkışlar attırmayacak, hatırı sayılır sanat yönetmenlerince sahneye konulup perde denilmeyecek, popülaritesi parlak diziler olup ekranlara yansıyıp emsalleri arasından ayrılıp zaplanmayacak ve ama en sonunda arşivlerde küflenmeyecek olandır.. onlar, çarpıcı, ezber mottolardan türetilmiş, adım başı unutulmaz repliklerle dolu kurgu senaryoların demirbaşı, yapıta kendilerinden çok şeyler katacak aşmış rol kabiliyetlerine, kendi sınırlarını zorlayan müthiş oyunculukları ihtiyarına bırakılmış, isimleriyle özleştirilen üretme arketipler değildir.. onlar, emanet mekânların beyhude, geçici oyalanışlarında, ebedî hatırlanmak arzusunda yanıp tutuşan, gözden düşecek olmaktan gam çeken, estetik merkezlerinin kapısından ayrılmayan, projektörlerin iltifatına mazhar olup, kuvvetli spotların odağında kalmanın derdine düşmüş, hakiki bir güzelliğin ışığının bir huzmesine sahip olamayacak elemliler değil;
onlar belki, modernist çağın umursamamaktan hiçleştirdikleri ‘kaybetmişler’i, yitirilmiş, unutulmuşları, feleğin devranının savrulmuşlarıdır.. “loser” diyorlar dünya dilinde.. onlar, unutulmayacak yaşamışlıklarıyla yürek kapılarımıza gerçek kişilikler olarak gelip, açıp araladıkları kıvrık uçlarından yüreklerinin tanığı olduğumuz, hikâyelerini yüreklerimizde demlendirdiklerimizdir..
bilmesek de birbirimizi, kimiz kimseyiz, vardır birer hikâyemiz.. çoğu zaman onlar bizden, biz onlardan habersiz yazar, yaşar dururuz..
hayatı cürmünce kavrayıp, kendince yazıp okuyan olmak, kendince iyi bir dinleyici olmak demek, yazıcıların hikâyelerinin, içinde bir yerlerde kaybolmuş, dokunulmamış bir teli titretişi demek..
bu titreyişlerin bıraktığı terennümlerden anlamlar inşa edip, karşılığında şaşmayan tahliller yapabilmek, kalem yârânlarından birçoğunun gönlünü açıvermesi demek.. lakin kim aralamışsa gönül gibi kutsal bir kutunun kapağını, karşılığında çoğu zaman susuşun tebessümünden bir zamir bulmuşlardır hep.. zordur, içleri çok sonradan aşinası olduğun bir ulvî âlemin, ömür boyu unutulmayacak sesler çıkaran enstrümanlarıyla dolu bir nadide işlemeli sandıktan çıkan, binlerce satırdan müteşekkil bir hikâyenin bıraktığı eşsiz sesi iki cümlede hülasa edebilmek; belki “işte o!” demekle çok şey anlatmaya yeten bir tek işaret gibi bir susku.. susuş, bir zamir olup, çözülmesi bir bilmecenin bütün boşluklarını eksiksiz ve doğru doldurur gibi, noksansız bir anlamı çağırır, anlam bir zaman sonra hikâyenin yerini alır.. hani, ola ki, onlardan birinin içime bıraktığı derin izi, kelimelerinin kurduğu, gölgesinde ağladığım hüzün çardağı altında gözyaşımla karıp karşılık yazabilmeye güç yetirebildiğim sayfalara döktüğüm gurbeti seksenlik garip anacağızıma anlatsam, sabahları izleyip izleyip ağlamaktan, kendi ifadesiyle ibret almaktan, bir türlü vazgeçemediği, vazgeçirtemediğim, ayrılanları kavuşturma üzerine kurulu çarpıcı hikâyelerle örülü kadın programlarından vazgeçip, benim gibi, gelecek iki satır bir mektubun yolunu gözlemeye başlayabilir..
burda yazarak yaşayanlar, sanal isimler, kimlikler, birilerinin, teknolojik, sosyal medya dilinin “sanal” dedikleri; dibine kadar gerçektirler.. hayatları hikâyeleri, kırgınlıkları acıları vardır; ve bir kalpleri.. gerçektirler yani, bal gibi..
burda yazanlar; “sanal”lar?!!. çok sürmez, bi işaret bi iz bi adres de bırakmadan giderler bir zaman sonra.. “sanal” olarak gelmişlerdir, “sanal” olarak vardırlar şu ‘sanal’ sayfalarda ve sanırız ki gidişleri de “sanal”dır?!.
niye üzülürüz o halde artlarından, o sanal adlarını hiç unutmayacak, her andığımızda ‘sanal’ adlarını burnumuzun direğini sızlatacak kadar işletmişizdir yüreğimize?!. üzülürüz hayatımızda bir hâtırası, yüreğimizde hiç değişmeyecek bir yeri olanların gidişlerine..
üzülmek?!.. gidenin ardından üzgü, sıcağını hiç eksiltmeyecek, hatırasını hiç unutturmayacak, yüreklerden silinmeyecek bir söyleşmeye üç beş kelam daha eklemenin eşsiz tadını yaşayamamanın, kelimelerle daha çok vakit geçirememenin üzgüsü olmalı?. zira bundan gayrı bir gidişe üzülmek anlamsız..
sonuçta; sanal da olsalar şurda, gerçek dünyalarına, hayatlarına, kendi gerçeklerine ve gerçekliklerine gitmeleri gerekiyordur giderler, vakt tamam olur giderler ‘aslî vatan’larına, gökyüzümüzden kayıp giden yıldızlar gibi giderler.. fakat onları ilk fark ettiğimizden bu yana yer ettikleri yerde, yüreklerimizde hep gerçek olacaklar.. hep orada olacaklar; oyunsuz mizansensiz kurgusuz, kendi oldukları, kendi kaldıkları, bizi hiç yanıltmayacakları, değişmeyecekleri yerlerde; kutup yıldızı gibi yer değiştirmeyecekleri yerde..
biri her “nezir” dediğinde irkilirim; uzaktan tebessümleri kahkaha, dudak büzüşleri içli bir hıçkırık ve efkârla gölgelenen, görmediğim bakışlarından binlerce soru ve cevap uçup gelir alnıma.. onlarla gönülden gönüle bir mektup bağı oluşup, her cümlelerine karşılık yazabildiğim cümle kadar, karşılık yazmadığım iki cümle, yazmadığım her cümleye yazamadığım en az beş cümleleri olur; ve ilk kelimelerinden sonra hikâyeleri bende de yaşıyordur artık, kabre dek..
bana teselli veren, elini omzuma koyup da bu da geçer ya hu demekle, bildiğim ama yine de duymaya ihtiyacım olan gerçeği bana hatırlatan da onlardan biriydi; hiç tanımadığım, lakin gelip, hikâyeme hüznüme şahitlerden biri.. bunu, sayfalarında insana dair aynı hüzünlerden devşirerek aynı duygularla anlattıkları, onlar benden habersiz, okuduğum hikâyelerinden bildim.. demek, böyle yapmakla, bilmeden hatıralarına beni de ortak etmeye lâyık gördüler.. bunun için de var olsunlar ve bilsinler ki hikâyeleri bende de yaşayacak bundan gayrı..