Pazartesi

baktım...

... endemik çiçekler gibi
nadide kızlar geçiyordu ışıklı caddelerden..

'allah!' dedim içimden; '... ne güzel yaratmış sizi Yaradan;
nar tanesi, üzüm salkımı, bal peteği…'
ve;
'... ayınıza bağışlasın!.'

'ne iş lan moruk?!!' dedim sonra kendime;
'... efeyse efe, seymense seymen, zeybekse zeybek;
neyim eksik benim lan kadıoğlu’ndan?!.'

...

bi düşündüm; kadıoğlu zeybeği; tam dokuz dakika, çok uzun?!!.
tûl-u emel lan bu?!!.
ömür çok kısa; bana "aydın havası" değil, "aba"sı gerek!.

Pazar

'hiçkimse'lere mektup!.

meçhûl kalemler olup, kalem tutup, uzaklara, bilinmedik adreslere, karşılık bulmayacak mektuplar yazıp yollamakla hayata tutunanlar, yazmanın birtakım cümle elemanlarından, bağlaç ve imlâ işaretlerinden ibaret olduğunu sanır.. oysa onların içimizde ciltlere sığmayacak hikâyeleri öylece içimizde durur, bıraktıkları büyük anlamları vardır bizde saklı..
işte, biz ne çok ‘hiç kimse’yiz biz ve ne çok ‘hiç kimse’ var!.

kelimeleri şaha kaldırmak sonu bir uçurumda biten yola çıkarmaktır.. yol biter kelimeler tükenmez.. kelimelerin bittiğini anladığı yerde atını sonsuza sürer gidenler; içimizde derin izler bırakarak..

buralarda bi kimse okusun endişesi taşımadan kendilerine yazanlar; her biri, henüz tüm sayfaları çevrilmemiş, açılıp okunmamış, gönülden gönüle aktarılmamış birer meçhûl hikâye, birer meçhûl cilt.. hayatın yüreklerine dokunduğu yerlerde, raptolduğu cildinden kopup kendi kıyılarına dağılıvermiş fasiküllerinden dökülen satırlarından yüreklerinin girizgâhlarına buzlu, buğulu camlar ardından bakar gibi bakıp, görebildiklerimizi anlamlandırıp, hüzünlerini, aşklarını, acılarını süzdüğümüz, her biri tam göğsümüzden, bizden, bu topraklardan hikâyeler.. her biri kendi kaderini yaşayan, yaşarken yazan, yazmakla yüreklerinin kıvrık uçlarını utangaç bir tevazuuyla açıp, önümüze serdikleri yürek sofralarından hayata bakışlarını, aşka aldanışlarını, şiirlerini, şarkılarını hatıralarını tatmakla gizemli ülkelerine keşif yolculuklarına çıktığımız, kişiliklerinin, anlamlarının şahidi oldukça yolculuğumuzu sürdürdüğümüz nice meçhûl kalem.. onlar, hayatın karmaşası, mahşerî dünya kalabalıkları içinde, her biri kaderinin yörüngesinde bi başına yol alan, en kuvvetli gözlem aygıtlarının merceklerine düşmeyecek, en geniş açılı objektiflere takılmayacak, en keskin gözlü kadrajlara dahi girmeyecek, evrenin en uzak köşesinde, parmak uçlarında olmanın dayanılmaz esrikliğinden hep uzak, kimselerin “işte o!” demeyeceği en uzak yıldız kadar belirsiz olacaklar belki; belki hiç dikkat çekmeyecekler.. lâkin ciltlere sığmayacak hikâyelerdir ‘hiç kimse’lerin hikâyeleri; elden düşüp kütüphane raflarında nemlenmeye terk edilmeyecek, yazılmamış kitaplarda yaşayan…

saatini ayrılığa kurmuşların hikâyeleri onlar.. onlar, hikâyelerine gönül verdiklerimiz; kişisel gelişimcilerin eğitimlerinden, sahasında yadsınılmaz imajmeykırların sihirli ellerinden, bir numara sanat eğitmenlerinin eleğinden geçip, estirilmiş yapay rüzgârlarla, masum yüzlü garry grant melâlli, clark öpüşlü, baygın bakışlı jönlerin, baş döndüren, çekici, yakıcı, baştan çıkarıcı, göz kamaştırıcı miss world endamlı süzgünlerin seyran eylediği, hiçbir şeyin eksik edilmediği yapay dünyanın büyüleyici atmosferine iliştirilmiş, hep göz önünde, parmak ucunda, parmak ısırtan, ihtişamlı parlaklıklarını yitirdiklerinde gözden düşüp unutulmayı ölüm bilen, modern dünyanın göz açıp kapama süresince parlayan, kuru hayranlarının, kuru hayranlıklarının canını alıcı yapay yıldızları değil.. onların hikâyeleri sıkı senaristlerin kaleminden dökülüp, unutulmaz filmlere imzalar atan maharetli yönetmenlere ekşın dedirtip, seyirlik ihtişamlı yapıtlara dönüşüp, hınca hınç salonlarda seçkin seyircisine avuçlar patlattıracak alkışlar attırmayacak, hatırı sayılır sanat yönetmenlerince sahneye konulup perde denilmeyecek, popülaritesi parlak diziler olup ekranlara yansıyıp emsalleri arasından ayrılıp zaplanmayacak ve ama en sonunda arşivlerde küflenmeyecek olandır.. onlar, çarpıcı, ezber mottolardan türetilmiş, adım başı unutulmaz repliklerle dolu kurgu senaryoların demirbaşı, yapıta kendilerinden çok şeyler katacak aşmış rol kabiliyetlerine, kendi sınırlarını zorlayan müthiş oyunculukları ihtiyarına bırakılmış, isimleriyle özleştirilen üretme arketipler değildir.. onlar, emanet mekânların beyhude, geçici oyalanışlarında, ebedî hatırlanmak arzusunda yanıp tutuşan, gözden düşecek olmaktan gam çeken, estetik merkezlerinin kapısından ayrılmayan, projektörlerin iltifatına mazhar olup, kuvvetli spotların odağında kalmanın derdine düşmüş, hakiki bir güzelliğin ışığının bir huzmesine sahip olamayacak elemliler değil;

onlar belki, modernist çağın umursamamaktan hiçleştirdikleri ‘kaybetmişler’i, yitirilmiş, unutulmuşları, feleğin devranının savrulmuşlarıdır.. “loser” diyorlar dünya dilinde.. onlar, unutulmayacak yaşamışlıklarıyla yürek kapılarımıza gerçek kişilikler olarak gelip, açıp araladıkları kıvrık uçlarından yüreklerinin tanığı olduğumuz, hikâyelerini yüreklerimizde demlendirdiklerimizdir..

bilmesek de birbirimizi, kimiz kimseyiz, vardır birer hikâyemiz.. çoğu zaman onlar bizden, biz onlardan habersiz yazar, yaşar dururuz..
hayatı cürmünce kavrayıp, kendince yazıp okuyan olmak, kendince iyi bir dinleyici olmak demek, yazıcıların hikâyelerinin, içinde bir yerlerde kaybolmuş, dokunulmamış bir teli titretişi demek..

bu titreyişlerin bıraktığı terennümlerden anlamlar inşa edip, karşılığında şaşmayan tahliller yapabilmek, kalem yârânlarından birçoğunun gönlünü açıvermesi demek.. lakin kim aralamışsa gönül gibi kutsal bir kutunun kapağını, karşılığında çoğu zaman susuşun tebessümünden bir zamir bulmuşlardır hep.. zordur, içleri çok sonradan aşinası olduğun bir ulvî âlemin, ömür boyu unutulmayacak sesler çıkaran enstrümanlarıyla dolu bir nadide işlemeli sandıktan çıkan, binlerce satırdan müteşekkil bir hikâyenin bıraktığı eşsiz sesi iki cümlede hülasa edebilmek; belki “işte o!” demekle çok şey anlatmaya yeten bir tek işaret gibi bir susku.. susuş, bir zamir olup, çözülmesi bir bilmecenin bütün boşluklarını eksiksiz ve doğru doldurur gibi, noksansız bir anlamı çağırır, anlam bir zaman sonra hikâyenin yerini alır.. hani, ola ki, onlardan birinin içime bıraktığı derin izi, kelimelerinin kurduğu, gölgesinde ağladığım hüzün çardağı altında gözyaşımla karıp karşılık yazabilmeye güç yetirebildiğim sayfalara döktüğüm gurbeti seksenlik garip anacağızıma anlatsam, sabahları izleyip izleyip ağlamaktan, kendi ifadesiyle ibret almaktan, bir türlü vazgeçemediği, vazgeçirtemediğim, ayrılanları kavuşturma üzerine kurulu çarpıcı hikâyelerle örülü kadın programlarından vazgeçip, benim gibi, gelecek iki satır bir mektubun yolunu gözlemeye başlayabilir..

burda yazarak yaşayanlar, sanal isimler, kimlikler, birilerinin, teknolojik, sosyal medya dilinin “sanal” dedikleri; dibine kadar gerçektirler.. hayatları hikâyeleri, kırgınlıkları acıları vardır; ve bir kalpleri.. gerçektirler yani, bal gibi..
burda yazanlar; “sanal”lar?!!. çok sürmez, bi işaret bi iz bi adres de bırakmadan giderler bir zaman sonra.. “sanal” olarak gelmişlerdir, “sanal” olarak vardırlar şu ‘sanal’ sayfalarda ve sanırız ki gidişleri de “sanal”dır?!.
niye üzülürüz o halde artlarından, o sanal adlarını hiç unutmayacak, her andığımızda ‘sanal’ adlarını burnumuzun direğini sızlatacak kadar işletmişizdir yüreğimize?!. üzülürüz  hayatımızda bir hâtırası, yüreğimizde hiç değişmeyecek bir yeri olanların gidişlerine..

üzülmek?!.. gidenin ardından üzgü, sıcağını hiç eksiltmeyecek, hatırasını hiç unutturmayacak, yüreklerden silinmeyecek bir söyleşmeye üç beş kelam daha eklemenin eşsiz tadını yaşayamamanın, kelimelerle daha çok vakit geçirememenin üzgüsü olmalı?. zira bundan gayrı bir gidişe üzülmek anlamsız..
sonuçta; sanal da olsalar şurda, gerçek dünyalarına, hayatlarına, kendi gerçeklerine ve gerçekliklerine gitmeleri gerekiyordur giderler, vakt tamam olur giderler ‘aslî vatan’larına, gökyüzümüzden kayıp giden yıldızlar gibi giderler.. fakat onları ilk fark ettiğimizden bu yana yer ettikleri yerde, yüreklerimizde hep gerçek olacaklar.. hep orada olacaklar; oyunsuz mizansensiz kurgusuz, kendi oldukları, kendi kaldıkları, bizi hiç yanıltmayacakları, değişmeyecekleri yerlerde; kutup yıldızı gibi yer değiştirmeyecekleri yerde..

biri her “nezir” dediğinde irkilirim; uzaktan tebessümleri kahkaha, dudak büzüşleri  içli bir hıçkırık ve efkârla gölgelenen, görmediğim bakışlarından binlerce soru ve cevap uçup gelir alnıma.. onlarla gönülden gönüle bir mektup bağı oluşup, her cümlelerine karşılık yazabildiğim cümle kadar, karşılık yazmadığım iki cümle, yazmadığım her cümleye yazamadığım en az beş cümleleri olur; ve ilk kelimelerinden sonra hikâyeleri bende de yaşıyordur artık, kabre dek..

bana teselli veren, elini omzuma koyup da bu da geçer ya hu demekle, bildiğim ama yine de duymaya ihtiyacım olan gerçeği bana hatırlatan da onlardan biriydi; hiç tanımadığım, lakin gelip, hikâyeme hüznüme şahitlerden biri.. bunu, sayfalarında insana dair aynı hüzünlerden devşirerek aynı duygularla anlattıkları, onlar benden habersiz, okuduğum hikâyelerinden bildim.. demek, böyle yapmakla, bilmeden hatıralarına beni de ortak etmeye lâyık gördüler.. bunun için de var olsunlar ve bilsinler ki hikâyeleri bende de yaşayacak bundan gayrı..

Perşembe

'kadın'...

“gül”e, ‘tül’e, ‘kül’e, ‘incir’e
‘zeytin’e
ve ‘kadın’a

bahçeleri Belkıs, etekleri Kudüs, kuşları Süleymân çağırır
mukaddes Tûvâ’dır kalbini tuttuğunda kadın; ışıl ışıl Zeytin Dağı’dır..
hüzzam Mekke’dir, ‘ensar Medine’
Hicaz’dır, Sabâ’dır, Hıtâ’dır, vahâdır
yürür kadın Havvâ gibi, Serendib’den Gîlmân ülkesine
Meryem’idir yolculukların..
..

incir ermeden daha, kar düşer dalına
üşür incir, kül üşür, ‘kadın’ üşür
ay bir parça eksiktir yüzündeki tülden
bir giz konar üşümüş omuzlarına
daha çok üşür ateş soğuk külünden
donar ‘kadın’..

‘âh’tır ‘kadın’, doğmamış günah
vurduğunda gölgesi aşkın üstüne
gölgesizdir, saydamdır
“camın arkasından göründüğü gibidir;
sessiz,
sakin,
suskun...
ve tüm yaşanmışlıklara yüz çeviren…
bir çocuk kadar mâsum”;
‘kadın’ ki en uzağından derin çekilen
tek hece, tek kelime, son ve sessiz bir çığlık
son nefes bir nidâ;
‘âh!’tır..

gittiği yerde incirkuşları konar tenine kadının
incir kokar ağzı, terinden incir sütü sızar
‘kadın’ aynaya gördüğü yüzü sorar
ve Kitab’a, diline dolanan sözü
ve dağlara, eteklerinde unutulmuş rüzgârı
‘benim mi?!’

gittiğinde ‘kadın’ büyük ateş yakar ardında
kül eden yangınlar çıkarır
tek bir şey kalmaz yanmadık
ayaz gecede ve çıplak
ruhu kadar adamın..

“delicedir susuşları”;
sustuğunda ‘kadın’ın;
suskusu ki, en “deli”;
“… sorar, sorgulatır…”
ve bilir, ‘delice susarak’ olur,
sorgusuz gidişlerinde ardına bıraktıklarının sorguları
ve bu bir “yansıma”
..
(‘yâr’dı gurbet; ‘derin yar’dı, ‘yara’ydı
gurbet, ‘yârin olmadığı yer’di)
‘bir yârim olsaydı ve saçından tek tel hâtıra
yakardım gurbetleri!’ dedi adam ‘kadın’a ve ekledi;
‘şimdi en kırmızı yerlerimizden susalım, ‘uslanıp’
meselâ “yansıma”lardan, yanılsamalarımızdan
meselâ susan dilimizden, kanayan dudaklarımızdan,
şimdi susa(ya)n yanlarımızdan konuşalım;
bir gemi beklemediğini
ve en “mâsum” baktığını biliyorum ıssız uzaklara, en uzak ufka
ve biliyorum gözlerinle konuştuğunu, sessiz
ve mâdem de “soruyla başlar, soruyla biter”; “insan” ve “hayat”
arkan dünyaya dönük olsun yine,
bir ‘şiir’lik olsun dön yüzünü bu yana da,

hadi?!’

Çarşamba

çölde bibaşına yaşayan adamın hikâyesi...

" çöl(ün)de bibaşına yaşayan adamın hikâyesi, Sadî Şirâzî’den..

çölde yaşayan biri için su hayattır..
yılda sadece bir gün yağan yağmurda hayatî ihtiyacı suyu kırık dökük kaplarını doldurur.. toz, toprak, kum dolu bulanık bir sudur bu..
..
topraktan mamul tasını doldurup kurumuş dudaklarına götürürken, aklına birden ülkesinin sultânı gelir adamın, onun su bulup bulamadığının derdine düşer.. onca kıt suyuna ve susuzluğuna rağmen elindeki bardaktaki suyu içmeden toprak testiye boşaltır gerisin geri, hazırlanır, testisini sırtına vurduğu gibi, uzun bir yolculuğa koyulur..

aylar süren yolculuktan sonra saraya varır, derdini anlatır, sultâna hediye getirdiğini söyler adam.. muhafızlar, üstü başı eli yüzü uzun yolculuk izi, pejmürde yolcuya bakarlar, testisindeki toz toprak, bulanık suyuna; almak istemezler saraya.. diretir lakin adam, dinlemezler..

günlerce surların girişinde, kapıda yatar, bekler.. neden sonra, sultana yakın bir vazifeli görüp sorar durumu, hâlini.. haber ulaştırılır sultana, huzûra kabul edilir.. sultan olan biteni anladığı hâlde, yine de sorar adama..
hikâyesini anlatır adam.. sultan içten içe duygulanır, suyundan bir bardak ister.. adam ürke korka, testisindeki toz toprak dolu, bulanık suyundan sarayın billur bardağına doldurur, elleri titreyerek uzatır.. sultan eşsiz güzel bir gülümseyişle uzanıp bardağı, alır, içmeden yanıbaşında eşsiz işlemeli, paha biçilmez sehpaya bırakır.. korkusu daha da artar adamın..

sultan, adamlarına emir verir; “aziz konuğumuzu alıp üstünü başını temizleyin, güzel elbiseler giydirin, doyurun dinlendirin ve sonra da sarayı, bahçeleri gezdirin, özellikle arka bahçeyi, sonra huzuruma çıkarın!” der..

emir yerine getirilir; adam üstü başı tertemiz edilip, iyice dinlendikten sonra yeşillikler gölgeliklere dolu, sanki uçsuz bucaksız, bahçeye, gezmeye çıkarılır.. ilerisinde gördüğü şey hayrete düşürür adamı, çünkü muhteşem saray, bahçeleri Nil’in kıyısındadır.. şaşkın bir halde sorar:
-bu sizin sultanınızın mı?
mihmandarlar tebessümle karşılar adamın sorusunu.. yaptığından çok mahcup olur adam..

adamı sultanın huzuruna çıkarırlar yeniden.. utancından başını yere eğer, bakamaz yüzüne sultanın.. lakin sultan adamdan başını kaldırıp bakmasını ister ve hiç beklenmedik bir şey yapar, yanıbaşındaki sehpada duran bulanık suyu alır, sanki el göz değmemiş, berrak bir pınar suyunu içer gibi içer gülümseyerek..
adam daha da şaşkındır, ne diyeceğini bilmez garip bir hâl içinde.. lakin içten içe büyük bir mutluluk da duyarak…

sultan adama, çölde insan için hayatî kıymeti olan bir avuç suyunu sırtına vurup, aylar süren yolu bin bir zahmetle aşıp getirmesi karşısında çok duygulandığını söyler ve ekler; “sarayımda dilediğince kalabilirsin!.”

adamın boğucu, yorucu, zahmetli kalabalıklardan uzak hayatı gelir aklına; eşsiz çöl geceleri, muhteşem semâ, her an uzanıp tutuverecek kadar yakın görünen sonsuz sayıdaki yıldız, her gece seyrettiği Samanyolu ve daha nice güzelliklerine şahit olduğu çölü, o yılda bir kez yağan yağmuru, mutlu olmasına yeten onca nimeti veren Yaradan’a sonsuz şükrü gelir; terk etmek istemez çölünü, çölündeki o mahrumiyette bulduğu hazineyi, o eşsiz huzur ve saadeti..

insana, yüreğine, aşk’a, sevgiye, güzelliklere bakmasını bilen bir yüreğe sahip sultana, minnet dolu içten sözlerle teşekkür ederek çöle dönmek istediğini söyler..
tebessüm ederek dinler adamı sultan, kıymetli hediyelerle uğurlamak ister, fakat adam çölde bunlara ihtiyâcının olmadığını söyler ve sözlerini tamamlar;
“bana en güzel hediyeniz, suyumdan bir yudum da olsa içmeniz ve gülümsemenizdir!.” diyerek, yüreği sevinçle dolu bir şekilde ayrılır huzurdan.."

...

işte toz toprak, bulanık çöl suyu kelimelerim!. sen söyle şimdi; aydınlık kimdedir, kimden gelir ve tebessümün en huzurlusu kimindir; bilinmez varlığıyla, bilinmez uzaklardan ‘aydınlık’ saçan sultanın mı, yoksa ona kendince hediye, kırık dökük, kendince kelimelerini getiren, kelimelerinden başka varlığı olmayan yolcunun mu?!.

Cumartesi

kafka'dan milena'ya...

kafka'dan milena'ya mektup...

sevgili bayan milena! size prag'dan sonra meran'dan yazmıştım, karşılık vermediniz.. gönderdiğim o pusulacıklara karşılık beklemem yersiz, biliyorum!. yazmadığınıza bakılırsa iyi olmalısınız.. bizler çoğunlukla iyi olduğumuz zaman susarız.."
f.kafka, "milena'ya mektuplar"dan..
..
bu da benden sana milena yenge!.
'kız milena!. kızma ama, demek doğru söylüyo adam, ki yazmıyosun!. demek ki pek ‘hadi gene iyisin!. işler ayna, çal çal oyna!' durumları yâni!. yâni hayat güzel, her şey yolunda, işler tıkırında, keyfle de keka!.

her şey yolunda diye yazmıyosun demek, ha?!.
şimdi oraya getirtip de beni, öptürtme ebeni de yaz kız şu zavallı franz’a!.
la franz!. sen de zırlayıp durma la!. anamızı ağlattım bea, bırak şu romantik şeysiliği de, gör artık, ne sen, ne mektupların zerre gözünde değilsiniz işte kızın,
'kafka ve mektupları’ olsanız ne yazar!.
demek ki senin şu son derece hassas ve bi kadın için son derece gurur verici, yüceltici ilginden çok daha güçlü bi şeye tav olmuş ki yazmak istemiyo kız!.

yörü git la bi artık; çekil bi köşeye, bi berduş gibi yalnızlığını yudumla! şu hayatta reddedilmenin de, reddedilenin de bi haysiyeti bi onuru var yani, di mi ama?!. hem reddedilmenin keşfedilecek biçok acaip güzel yanları olduğunu da bil!. bütün o güzelim, şiir şarkı roman; klasikler, büyük eserler, olağanüstü işler, büyük keşiflerin, fetihlerin oldukça büyük bi kısmı aşk kırgınlığının getirdiği bi şeydir..
'ferhat' desem şimdi sana, yine çakmayacaksın meseleyi!.

ya, bunları da sana ben söylemiim şimdi şurda, tek tek!. kafası cidden de basan, koca adamsın!. işin ne anasını satiim, otur kendin keşfet, bir bir!.