“huzur”un “hangi cehennemde” olduğunu soran Tenekeci
İbrahim’e..
Franki: kediler huzurla ilgili bir çağrışım oluşturmuyor
bende, neden acep?!
Nezir: du, niye böyle oluyo, anlatiim; şu
kalın kütük kafamın kazma anlayışı, dinozor çağımın diliyle!.
şindi, sorduğun sorunun cevabı şöyle oluyo abicim;
bizim çocuklukta ders kitaplarının
arasında, basit çizgilerle çizilmiş, mutlu aile ev resimleri olurdu; bi oda, bir
soba, dibine kıvrılmış uyuklayan bi kedi… öyle yer etmiş ki hafızamıza, biri
mutluluk huzur dedimiydi aklımıza hemen o kedinin mutlu mütebessim uyuşuk,
mışıl mışıl uyuyuşu gelir, başka da bi zıkım gelmezdi..
ille de kedi!. niye kedi peki lan?!.
cevap: tıs!. şu her mutluluk resminin demirbaşı meşhur ‘love-uk' (kelimeye
elleme, bildiğin lavuk işte!. imrendim lavuklara, bi lavukluk da ben
yapiim dedim ayaküstü şurda!) kedinin dibinde uyuduğu sobayı farkedene kadar
kırk-elli yıl kadar filan geçmesi gerekmiş demek ki; ki dedelik yaşında anca..
aslında bütün sır o sobadaydı frenk!. zemheri soğuğu, zifiri gece, acaip karanlık, bi dağ başında, bir su kıyısında, adamın gerisini üç buçuk üç buçuk attıran ürpertici bi ormanda, ıssız sahillerde, uzaktan geçen gemilerin kamarasında… pencerelerinden ışık sızan bi kulübe, dışarda eşik kapatan kar, pervazında rüzgârın ürperten uğultusu, içerde gürül gürül yanan soba, üstünde isli tencerede kurufasulye, bi kenarında buharı üstünde, eski, bakır çaydanlık, aralarındaki boşluklarda üç-beş kestane, içeriye mis koku veren bi iki dilim portakal kabuğu... kim öper bu güzelliğin dibine kıvrılmış, tabloya bi fırça eskizi, sahneye figüran bile olmayan bi kediyi!.
